Blog Arşivleri

HZ. MUHAMMED SEVGİSİ

Muhammed Sevgisi

Kazım Çiçek Edebiyat Öğretmeni, Araştırmacı

Bir olan ve birlik olan canlar, tevhîd kelimesi olan Lâ ilahe illallah ‘ı hep birlikte büyük bir aşk ve heyecanla söylerken, Muhammed Mustafâ’nın ismi anıldığında, ellerini göğüslerine koyarak derin bir vecd ve saygı içerisinde ona salavât getirirler.
Zâkirlerin on iki imamların isimlerini okudukları düvaz imamlar İslâm Peygamber’inin evlâdına olan bağlılığı ve yakınlığı ifade etmektedir.

Mürşid durumundaki dede ve babalara bağlı bulundukları dergâh tarafından verilen ve irşâd için yetkili kılındıklarını belirten İcazetname ‘lerin hemen hepsinin başında "nasrun mina’llâhi vefethün karîb ve beşşiri’l-mü’minîn yâ Allah, yâ Muhammed, yâ Alf’1 ifadesi yer alır. Bu İslâm’ın şiarı olan bu üç ismi dilde ve gönülde bir arada tutmak içindir. Yardımın Allah’tan geldiğini, fethin de yakında bulunduğunu ifade eden bu âyet, pîr ve mürşidlerin kilitli gönülleri açarken müracât ettikleri bir anahtar olmuştur. İcazetnamelerim ellerine alan, Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisini kalplerine yerleştiren gönül sultanları yedi iklim, dört kıtaya hakikat çerağını götürmüşlerdir. Fethi müjdeleyen âyetle birlikte telaffuz edilen yâ Allah, yâ Muhammed, yâ Ali söylemi kalelerden önce gönülleri fethetmeyi başarmış, hakîkata susamış binlerce, milyonlarca gönül bu sayede İslâm’ın güzelliğiyle tanışma şerefine kavuşmuştur.

Seyyid Hüseyin Gâzî ve Seyyid Battal Gâzî’nin yolundan giden alp-eren ve gâzî-dervişlerin kaleleri fethetmek amacıyla gerçekleştirdikleri fütuhat hareketlerinde en başta gelen teşvik edici unsur hiç kuşkusuz aynı sevgidir. Milletimiz barış anında da, savaş anındada Hak-Muhammed-Ali aşkına yaşamış, bir olup birlik olup; ebed-müddet devam eden devletler kurmuş ve yaşatmıştır.

Allah adı ile başlayan Gülbânk-i Muhammedi’ler Hazret-i Peygamber’in nuru ve Hazret-i Ali’nin keremi üzerine inşa edilmiştir. Harp meydanlarında "ölürsem şehid, öldürürsem gâzî olurum" diyerek düşman üzerine yürüyen Yeniçeri’nin dilinde ve gönlünde Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi bulunmaktadır:

"Bism-i Şah, Allah Allah!… İllallah!… Baş üryan, sine püryân, kılıç al kan… Bu meydanda nice başlar kesilür, olmaz hiç soran. Eyvallah, eyvallah… Kahrımız, kılıcımız, düşmana ziyan, kulluğumuz pâdişâha ayan. Üçler, beşler, yediler, kırklar. Gülbank-i Muhammedi, Nûr-u Nebi, Kerem-i Alî, Pirimiz Hünkârımız Hacı Bektâş Velî demine devrânına Hû diyelim! Hû."
Bektaşîlikte altı çizilen en önemli kavramlardan birisi Hz. Muhammed sevgisidir. Tekke ve dergâhlarda dervişlere "rol modeli" olarak sunulan en önemli kişi; hiç şüphesiz İslâm Peygamberi, Hz. Muhammed olmuştur. Temel Bektaşî kaynaklarının hemen hepsi besmele, hamdele ve salvele ile başlamaktadır. Peygambere olan bağlılık, Hoca Ahmed Yesevî’den Yunus Emre’ye kadar pek çok mutasavvıfın işlediği önemli konular arasındadır.
Şeyh Safi Buyruğu’nda, Hz. Muhammed hakkında şu ifadeler yer almaktadır.
Yüz yirmi dört bin Nebi ‘ye Muhammed oldu ser, Üç yüz on üç mürseller içinde oldurur server, Yüz yirmi dört velînin evrendesidir ol Şah, Nice mürseller eşiğinde afitâb çeker.
O, bütün nebîlerin ve velîlerin başıdır.
Bir Bektaşî ıçin, üstün niteliklere sahip bir Peygamber’e ümmet olmak, övünç kaynağıdır. Hz. Peygamber’e duyulan bu coşku hâli, pek çok Bektaşî şâiri tarafından mısralara taşınmıştır. Tâlib ve dervişlerin ezbere bildikleri bu şiirler, Hz. Peygamber hakkındaki duygusal yakınlık, saygı ve sevgiyi sürekli canlı tutmuştur.

Vîrânî, Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılığı şöyle ifade etmektedir:
İki âlemde sultandır Muhammed,
‘ Habîb-i nûr-u Rahman’dır Muhammed,
Muhammed’dir şefi’i mü ‘minânın,
Usûl-ü dîn ü îmandır Muhammed,

Muhammed’den iimîdin kesme dâim,
Cemi’i derde dermandır Muhammed,
Muhammed âlini kim sevmez ise,
Onlara külli düşmandır Muhammed.’

Niyâzî Mısrî, Hz. Peygamber hakkındaki düşüncesini daha da ileri boyutlara taşıyarak; insanlığı bir ağaca, diğer varlıkları yapraklara, Peygamberleri meyvelere, Hz. Muhammed’i ise ağacın tohumuna benzetmektedir:
Cihan bağında insan bir seçerdir gayriler yaprak, Nebiler meyvadır sen zübdesin yâ Rasûlallah.
Hz. Muhammed, iki âlemin şahıdır. Bütün güzelliklerin kaynağı olan Hz. Peygamber, Allah tarafından kullara vasıtasız olarak öğretilen ilim ve Allah’a ait sırlar anlamına gelen "ilm-i ledün"ün kaynağıdır. Alemin övüncü ve dînin şehsuvârıdır:

Fahri âlem şehsüvâr-ı mülk-i dîn,o
Mustafa hatm-i cemi-i mürselîn.

Hz. Peygamber, kaynaklarda sadece duygusal yönden konu edilmemiştir. Bilişsel boyutta da mesajlar verilerek, onun örnek kişiliğine dikkat çekilmiş; Bektaşî babaları, kendilerine ait eserlerde Hz. Peygamber’in şahsiyet özelliklerini ve ahlâkını da işlemişlerdir.
Mesela; Veli Baba
Menâkıbnâmesi’nde Hz. Peygamber, hilye-i şerîf (Allah Rasulü’nün dış görüntüsü)inden başlanarak örnek ahlâkı ile birlikte dervişlere tanıtılmaktadır. Burada dikkat çeken, Hz. Peygamber’in daha çok insan ilişkileri ve ahlâk açısından tanıtılıyor olmasıdır. Bunun nedeni, şu şekilde izah edilebilir: Bektaşî tekkelerinde psiko-sosyal hayatında uyumlu, verimli ve yüksek ahlâka sahip bir insan tipi yetiştirilmek istenmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in daha çok topluma yönelik olarak sergilediği örnek davranışları sözkonusu edilmektedir.
Veli Baba, Hz. Peygamber sevgisini Peygamber ahlâkı ile bütünleştirmiştir. Hz. Peygamber’in rüyada görülmesi konusunu anlatırken tarikatla ilgili ilkelere de dikkat çekmektedir: "Rasûlu’llah Efendimiz’i görmek, insanın içini her türlü fena huylardan temizlemesi, kalbini şehevî isteklerden arındırması ile mümkün olur. Nitekim Rasûlu’llah Efendimiz buyurmuştur ki; ‘insan cesedinde bir et parçası vardır ki; o et parçası sağlam (doğru) olduğu zaman, cesedin hepsi sağlam (doğru) olur. O et parçası bozulduğu zaman, cesedin hepsi bozulur. Ey ashabım! O et parçası, insanın kalbidir." " Bu nedenle Hasan ve Hüseyin soyundan gelen seyyidler, bu hadîs-i şerîfin hükmünü amellerinde ilke haline getirmişlerdir. Bütün güçlerini, Hak Subhanehû ve Teâîâ Hazretlerinin Rızâ’sım kazanmaya hasretmişler; Allah’tan başkasına meyletmemişlerdir. Tarîkleri, zikir, fikir, az yemek, az uyumak, az konuşmak, şöhretten çekinmek ve ‘eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin’11 Âl-i İmrân, 3/31. âyetine uygun olarak, Rasûlu’llah’a ittiba olmuştur. Rasûlu’llah’a ittiba O’nun yaptığı ibâdetleri yapmak, O’nun terkettiklerini terketmekle olur. Allah’a ulaşmak, Rasûlu’llah’a uyma şartına bağlanmıştır.

Veli Baba’ya göre Rasûlullah’a ittiba, zahirî ve bâtmî olmak üzere iki kısımdır. Zahirî ittiba, farzları yerine getirmek, haramlardan ve mekruhlardan kaçınmaktır. Muhammed ahlâkı ile ahlâklanıp, kulluğun gereklerini yerine getirmek ve dünyevî isteklerden vazgeçmektir. Allah’tan gayrına sevgi duymayı terk ederek uhrevî amelleri yapmak, fakirliği tercih etmek, âlimlere saygı ve insanlara sevgi göstermektir. Bâtınî ittiba ise, Allah’ın nimetlerini tefekkür etmek, Allah u Teâlâ’ya aşk ve muhabbet duyup O’na kavuşmayı istemektir. Korku ile ümit arasında olup, her halde Allah’a hüsn ü zan etmek, Rızâ’smı talep ve şükretmektir. Allah’a karşı gelmeme konusunda sebat ve istikâmet üzere olmaktır. Murakabe ile, mürşîdin güzel hallerini hatırlamaktır. Veli Baba, bu hal üzere devamlılık sağlayan ve Ehl-i Beyt’i seven bir kimsenin istidat derecesi ve kabiliyetine göre "Kim Allah ‘a ve Rasûlü ‘ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar" âyetine muhatap olacağını haber vermektedir. Veli Baba, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’e duyulan muhabbetin, onların yolundan gitme eylemini beraberinde getirmesi gerektiği görüşündedir. Aksi takdirde, âhirette onlarla birlikte olmak mümkün olmayacaktır:
"Şu halde Cenab-ı Allah’a istiğfar ve tazarrû edip günahlarından pişman olmalısın. Rasulu’llah Efendimiz’e ve Ehl-i Beyt’ine muhabbet etmeli ve salât ü selamlarına kemâl-i hırsla devam etmelisin. Emirlerini icra edip; nehyettiklerinden kaçınarak onların yolunda çalışmalısın ki; Rasulu’llah Efendimiz ve Ehl-i Beyt ile haşrolasm."
Bektaşî kaynaklarında Peygamber sevgisi ile birlikte Hz. Muhammed’in ahlâkı üzerinde de yoğun bir şekilde durulduğu görülmektedir. Bu anlatımlar sırasında, dervişlerin ahlâkî eğitimleri sürecinde, onlara yol gösterecek ahlâkî ilkelere ağırlık verilmiştir.

Gölgesi yere düşmezdi o şâh-ı cihanın,
Nur idi başdan ayağa o rûh-ıı musavver,
Kim kötülük ederse, ol ona iyilik ederdi,
Saklamazdı kalbinde kudret-i müsekker.

Kendisine kötülük edenlere bile iyilik eden Hz. Peygamber, Hz. Ali ile devam edecek olan fütüvvet mesleğinin kaynağıdır. Bektaşî Tarîkatı’mn en önemli erkânı olan dört kapı da, Hz. Peygamber’e dayandırılmaktadır:
Ol Muhammed Mustafâ’dır canımız, Rûz-ı mahşerde bizim Sultân imiz, Hem şeriat, hem tarikat kânımız, Ma ‘rifet sırrı hakikat canımız
Hak hepimizi Hz. Muhammed’in, Ehl-i Beyt’in ve Onik İmamların şefaatine nail kılsın; onların yolundan katarından ayır
Dipnotlar
Âyetin anlamı: "Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yatan bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele." Bkz. Saf, 61/13; âyet metninin geçtiği icazetnameler için bkz. Bir Bektaşî İcazetnamesi (Yazma Belge), Doğan Ulusoy (Hacı Bektâş Velî evladı) Öze) Kütüphanesi; Bir Bektaşî İcazetnamesi (Yazma Belge), Hüseyin Aygün Dede Özel Kütüphanesi.
Bkz. Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektaşîlik ve
Alevîlik, Ankara, 2000, Ardıç Y, s. 144.
Bkz. Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî, haz: Abdülbâki Gölpmarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabeyi, s. 1; İmam Cafer-i Sâdık Buyruğu, haz: Adil Ali Atalay, İstanbul, 1998, Can Y., s.
11.
Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994,AyyıldızY., s. 62.
Aşık Vîranî Dîvânı, haz: M. Halid Bayrı, İstanbul, 1957, Maarif Kitaphanesi., s. 33-34.
Niyazi’Dîvânı, İstanbul, Maarif Kitaphanesi, s. 72.
Şevki Koca, Melâmi-Bektâşî Meta/orunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil, İst, 1999, Nazenin Y., s. 12.
Feyznâme-i Misâlî Gülbaba (I.Bölüm), haz: Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 15., ss. 95-105, s. 103.
Bkz. Velî Baba Menâkıbnâmesi, haz: Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y, s. 181-184.
10 Müslim, Müsâkât, 107. ,
11 Âl-iİmrân, 3/31.
12 Velî Baba Menâkıbnâmesi, s. 172-173.
13 Nisa, 4/69.
14 Velî Baba Menâkıbnâmesi, s. 177-178.
15 Bkz. a.g.e„ s. 1 78.
16 Şeyh Safî Buyruğu, s. 62.

Ehli beyt muhabbeti..

Ehli beyt muhabbeti..

ehl-i Beyt Muhabbeti
Doç. Dr. Osman Eğri
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Ehl-i Beyt, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in ailesidir. "Ey Peygamber’in Ehl-i Beyt’i! Şüphesiz Allah, sizden kusuru giderip, tertemiz yapmak ister" âyeti nazil olduğunda, ashabın Peygamber Efendimiz’e Ehl-i Beyt’in kim olduğunu sormaları üzerine, Allah Resulü Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına çağırarak, abasının altına almış ve onların Ehl-i Beyt’i olduğunu ifade etmiştir. Bu olay nedeniyle Ehl-i Beyt, "Al-i Aba" olarak da isimlendirilmektedir. Kültürümüzde ise Al-i Abâ, "beş esma" şeklinde telaffuz edilmiştir.

Onlar Hazret-i Peygamber’in hayatına yakından şahit olan, sürekli onun terbiyesi ve kontrolü altında yetişen ve sonuç olarak da Hazret-i Peygamber’in örnek ahlâkını en güzel şekilde yansıtan şahsiyetlerdir. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed’e giden en kestirme yol Ehl-i Beyt’ten geçmektedir. Ehl-i Beyt’e sırtını dönen bir kişinin Allah Rasûlü’ne yüzünü dönmesi mümkün değildir. Onların en önemli özelliği ise yukarıdaki âyette Allah Teâlâ’nın buyurduğu üzere; kudret-i ilâhî eseri olarak pâk ve tertemiz bir nesil olmalarıdır. Öylesine paktırlar ki zenginlerin servetlerinin kiri olan zekât, fitre ve sadakayı kabul etmemişlerdir. Yemeyip yedirmenin, giymeyip giydirmenin ve yaşatma şevkiyle ölmenin sembolü olmuşlardır.

Hz. Ali, sağlığında Hz. Muhammed’in övgüsüne mazhar olmuş bir sahâbî, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve damadıdır. "Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur Yâ Ali! Sen dünyada da âhirette de benim kardeşimsin" "Her Peygamber’in nesli kendisinden, benimkisi ise Ali’den olacaktır" hadîsleri, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından ne kadar sevildiğini göstermektedir. Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi sadece övmekle kalmamış, kendisinden devam edeceğini söylediği nesli olan Ehl-i Beyt’ini, Kur’an’la birlikte insanlara mîrâs bırakmıştır.
Hz. Peygamber’in bu mesajı, tekke ve dergâhlarda iyi algılanarak, Hz. Ali’ye karşı derin ve güçlü bir muhabbet beslenilmiştir. Hz. Ali, İslâm Tasavvuf Düşüncesi’ni derinden etkilemiştir. Onun ilmi, adaleti, ahlâkı, zühd ve takvası, sûfiler tarafından örnek alınmasını beraberinde getirmiştir. Gerek Bektaşî dervişleri, gerekse diğer tarikat erbabınca, Hz. Ali’ye "Şâh-ı Velayet", "Sultân’ül-Evliyâ" lâkabları uygun görülmüştür.

Âşık Vîrânî’ye göre, Hz. Ali’ye duyulan sevgi, Allah’ın inayetine sebeptir. Çünkü, velayet kabzasını elinde tutan Hz. Ali, Allah’a giden yolların öğreticisi olmuştur:

Her kim ki sever cân ile Şâh-ı Velayeti.
Hakk’ın anadır çünkim bilesin inayeti.

"Haydar-ı Kerrâr", "Şâh-ı Merdân" sıfatlarıyla da anılan Hz. Ali, ilmi yanında cesaret ile de örnek alınmıştır. Onun İslâm’ın yayılması için canı ve malı ile gayret göstermesi, talip ve dervişlere örnek olmuştur. Özellikle savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar, destanlaştırılarak Cenknâmeler’e konu edilmiştir. Yemînî, Fazîletnâme’sinde onun İslâm’ın yayılması İçin yaptığı fedâkârlık ve kahramanlıkları şöyle anlatır:

Nice putperest ehl- zünnâr (Hıristiyan)
Dîn-i Ahmed’e eylediler ikrar

Nice ger zât kişi ateşperesti
Yıkıp tahtın yüzünü yere bastı

Zülfikâr korkusundan ehl-i zünnâr Muhammed dînine etmiştir ikrar.
Hz. Ali İslâm’ı, doğduğu bölgenin dışına götüren bir îman cengâveridir. Bu yönüyle, Allah uğrunda savaşan Yeniçeri’ye, bütün Gazî’lere ve Alp’lere örnek olmuştur.

Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, hikmetlerinde Ehl-i Beyt sevgisini işlemiş bir Hak âşığıdır. O, İslâm’ın yeryüzüne yayılması sürecine önemli katkılarda bulunan Hz. Ali’nin kahramanlıklarını şöyle destanlaştırmıştır:
Sıfat kalsam Ali şîr-i Hüdâ’dur, Ki şemşîr birle kâfiri kıradur. Ali islâm üçün kanlar yutadur, Ki İslâm tuğını muhkem tutadur.

Hadîs olarak rivayet edilen ve Hz. Ali’nin kahramanlığını anlatan; "Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr" metni
tekkelerde zevkle okunan Zülfikârnâme’lere "redif"
Yeniçeri Ocağı’nın sancağına "sembol" olmuştur.
"Fetâ (genç, yiğit, kahraman)" kelimesinden türetilmiş olan "fütüvvet", Hz. Ali’nin ilim, cesaret, kahramanlık ve ahlâkını sembolize eden bir kavramdır. Vîrânî Baba, Lâ fetâ illâ Ali redifli bir dörtlüğünde, haşir sırasındaki kurtuluşu, Hz. Ali’ye tâlib olmaya bağlamaktadır:

Gel dilersen tâlibseb bulmaya ömr-ü necat,
Görüne rûşen gözüne âlem içre müşkilât,
Hayy olasın haşr olunca içesin Âb-ı Hayât,
Vird edip söyle dilinde lâ fetâ illâ Ali,

Fütüvvetin sıfatları Allah’ın isimleri, yapraklan Peygamberlerin isimleri, yemişi mü’minin sıfatı, kökü vahdet, dalları hilim, meyvesi ilimdir.
Fütüvvetnâme ve Erkânnâme’lerde fütüvvetin on iki şartı olduğu ifade edilmiştir: 1. Eline, beline
2. Diline sahip olmak (edeb)
3. Aşına, işine
4. Eşine sahip olmak (erkân)
5. Küşâde-i Pîşânî
6. Küşâde-i dil
7. Küşâde-i hınca olmak
8. Hamûş olmak
9. Ayıp pûş olmak
10. Zehir nûş olmak
11. Sofrası, alnı ve gönlü açık olmak
12. Gazabını yutmak, gördüğünü örtmek, görmediğini söylememek.
Bektaşî dervişi, fütüvvetin Peygamberlerde şu sıfatlarla tezahür ettiğini kabul eder ve Peygamberleri fütüvvetle alakalı davranışları açısından da örnek alır. Hz. Adem’de saf yüreklilik, Hz. Nuh’da kurtarıcılık, Hz. İbrahim’de cömertlik, Hz. Musa’da vefakârlık, Hz. Dâvud’da gerçeklik, Hz. Ya’kub’da gözü yaşlılık, Hz. Eyyûb’da sabırlılık, Hz. isa’da insanlık, Hz. Muhammed’de merhamet. Hz. Ali’de ise, ilim ve cesaret olarak tezahür etmiştir.

Hz. Ali’nin fütüvveti ile ile ilgili yaşanmış örneklerin sunulduğu en önemli eserler, kuşkusuz Cenknâme’lerdir.1 Cenknâmeler, tekke ve dergâhlarda yoğun bir şekilde okunmuş, Hz. Ali’nin İslâm’ın yayılması için yaptığı mücâdeleleri anlatan menkîbeler, dervişlerin zihin ve gönüllerine kazınmıştır. Dervişlerdeki cesaret, kahramanlık, fedâkârlık ve vefakârlık gibi duyguların gelişmesinde bu menkîbelerin tesiri büyük olmuştur. Bektaşî tekkelerinde, Hz. Ali ile ilgili olan ve çok okunan kitaplar şunlardır: Fazîletnâme (Hz.Ali’nin kerametleri anlatılmaktadır) Hutbetü’l Beyân (Hz. Ali’nin sözleri yazılıdır), Emirname (Hz. Ali’nin Mâlik bin Eşter’e yazdığı mektup)
Bektaşî dervişinin zihninde Hz. Ali, dîn ve îmanla özdeşleşmiştir. Onun ahlâkını örnek alanlar, örnek olmuşlardır.

Ehl-i Beyt’in diğer bir mensubu Hz. Fâtıma olup Hz. Peygamber’in en küçük kızıdır. Hz. Peygamber’e vahy gelmesinden beş yıl sonra, mîlâdî 615 yılında dünyaya gelmiştir. Ona, Fâtıma (kesilmiş) isminin verilmesinin sebebi, Allah’ın onu ve onu seven dostlarını ateşten (Cehennem’den) kesmiş olmasıdır. Hz. Muhammed, bir hadîsinde sevgili kızı Fâtıma hakkında şunlan söylemiştir: "Hakîkaten Allah, kızım Fâtıma’yı ve onun evlâtlarını ve onları sevenleri ateşten uzaklaştırmıştır." Kendisine "beyaz, parlak ve aydın yüzlü kadın" anlamına gelen "Zehra" da denilmiştir. "Betül" denmesinin sebebi ise, kendi zamanının kadınlarından fazîlet, din ve soyluluk yönünden ayrılmış (ve seçkinlik kazanmış) olmasıdır.
Hz. Peygamber, mü’minlerin gönlüne Hz. Fâtıma sevgisinin yer ermesinde önemli bir yeri olan bir başka hadîsinde de, şöyle söylemiştir: "Kızım Fâtıma, geçmiş, gelecek, bütün kadınlardan üstündür. O, vücûdumun bir parçası, gözümün nuru ve kalbimin meyvesidir."

Peygamberimizin soyu, Hz. Fâtıma’nın çocuklarıyla devam etmiştir. Hz. Hasan’in soyundan gelenlere; "şerîf", Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise "seyyid" denmiştir. Hz. Peygamber’in, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i çok sevdiğini ve bu sevgisini de açıkça ifade ettiğini kaynaklar nakletmektedir. Sık sık, Hz. Hasan’ı sağ yanına, Hz. Hüseyin’i de sol yanına alarak, onlarla birlikte namaz kılmış, namaz sırasında onların sırtına, omuzuna çıkmasına ses çıkarmamıştır. Selam verdikten sonra, onları kucağına alarak, öpüp koklamış; "Allah’ım! Ben bu ikiyi (Hasan ve Hüseyin’i) severim ve onları seven kimseyi de severim" buyurmuştur. Bir gün, Hz.Peygamber minberde hutbe okurken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, düşe kalka mescide gelmişlerdir. Hz. Peygamber, konuşmasını yarıda keserek, aşağı inmiş, onları yanına oturtarak, konuşmasını kaldığı yerden sürdürmüştür. Ama ne acı ki, Peygamber çiçeği olan bu iki yiğit, fitne ve tefrikalara kurban edilerek şehit edilmişlerdir. Bununla birlikte, onların soyundan gelen seyyid ve şerîfler, Fâtıma ananın emânetleri olarak görülmüş, her zaman sevgi ve saygıya mazhar olmuşlardır.

Yunus Emre, gönlündeki Ehl-i Beyt sevgisini mısralara şu kelimelerle taşımıştır:

Şehîdlerin ser çeşmes
evliyanın bağrı başı,
Fatma ana gözü yaşı
Hasan ile Hüseyin’dir.

Hazret Ali babaları,
Muhammed’dir dedeleri,
Arşın iki gölgeleri
Hasan ile Hüseyin’dir.

Vîrânî Baba bir başka şiirinde ise yine Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’e olan sevgi ve bağlılığını şöyle dile getirmektedir:

Şehâdet vermişem ben Mustafâ’ya,
Gulâmım can u dilden Murtazâ’ya,
Ali evlâdının hak bendesiyem,
Muhibbem şah Hasan Hulk-i Rızâ’ya.

Alevî-Bektâşî geleneğinde Hazret-i Peygamber’in, ümmetinin selâmeti ve İslâm’ın evrensel değerlerinin devamı için Hazret-i Hüseyin’i kurban verdiğine inanılmaktadır. Bunun nedeni "Hazret-i Hüseyin zulme başkaldınp, adaleti temin etmek için Kûfe’ye yönelmeseydi İslâm bugünlere kadar ulaşamayacaktı" anlayışıdır. Herhangi bir nedenle kurban kesilirken (tığlanırken) okunan duada, Hazret-i Hüseyin’in ismi anılmaktadır. Bir kurban duası şöyledir: "Bismişâh Allah Allah. Tekbîr-i nida, fermân-ı Hüdâ, kurban-ı Muhammed Mustafâ, nûr-ı dîde-i Aliyye’l-Murtazâ, ciğerpâre-i Fâtımate’z-Zehrâ, can fedâ-yı şâh-ı Hüseyn-i Kerbelâ"

Sonuç olarak Hânedân-ı Ehl-i Beyt gönül sultanlarıdır. Onların Hazret-i Peygamber’in incelik, zerâfet, şefkat ve merhametini yansıtan hoş söz ve davranışları inanan ve inanmayan insanları derinden etkilemiş, pek çok insan İslâm’ın bu hoş meltemine kendisini bırakarak aşk ve şevk denizinde zevkli yolculuklara girişmiştir. Hesap ve kitaba gelmeyen, zaman ve mekâna sığmayan nice güzellikler Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin yaşandığı dönemlerde milletimizi ve insanlığı kuşatmıştır.

Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş Velî, Seyyid Nesîmî, Yemînî, Hacı Bayram Velî, Mevlâna * Celâleddin-i Rûmî, Yunus Emre, Âşık Vîrânî ve Niyâzî Mısrî gibi Hak âşıkları bu gerçeği insanlara anlatmaya kendilerini adamışlar, bu mesleğe ömürlerini vermişlerdir. Onların Hak sözleri insanların gönül kilitlerini açmış, ulaştıkları coğrafyalarda kurtla kuzu kucaklaşmıştır. îmândan gümân ayrılmış, akıl tahtasından yapılan gemilerin yelkenleri aşk yeliyle dolunca, sulh ve sükûn sahillerine selâmet içerisinde ulaşılmıştır. Hayatlarının her anını Hakk’a doğru yürümekle geçiren Ehl-i Beyt nesli, cedlerinin dîni İslâm’ı yedi iklim dört kıtaya taşımışlar, vücûd şehirlerinin Ka’besi olan kalpleri kılıç kullanmadan fethetmişlerdir. Yazdıkları eserlerdeki aşk ve sevgiyi dile getiren cümleler, beyitler anlaşılmayı ve anlatılmayı beklemektedir.

Dipnotlar
Ahzâb. 33/33.
Tirmizî. Menâkıb, 3714.,
Tirmizî. Menâkıb, 3722.,
Taberânî, el-Mecmeu’1-Kebîr, no: 2630.
5 Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 77, 3790.
Aşık Vîranî Divanı, s. 110.
Yemînî, Fazîletnâme, İsmail Ozmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100, s. 92.
Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, haz. Hayati Bice, Ankara, 1993, T. D. V. Yayını, s. 56.
Hadîs olarak rivayet edilen bu metin hakkında yapılan tartışmalarla ilgili olarak bkz. el-Aclûnî, Keşfü’1-Hafâ, c. II., s. 363.,
Zülfikârnâme örneği için bkz. Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektaşîlik ve Alevîlik, cilt III., s. 257. ,
Âşık Vîranî Divanı, s. 84
Koca, Melâmî-Bektâşî Metaforunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil, s. 229.
Bkz. ibrahim Arslanoğlu, Yazarı Belli Olmayan Bir Fütüvvetnâme, Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Y,, s. 40.
Koca, a.g.e., s. 231.
Cenknâmeler hakkında bkz. İsmet Çetin, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknâmeleri, Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Y
Bkz. Yemînî, Fazîletnâme, Veliyettin Ulusoy Özel Kütüphanesi.,
Hutbetü’l-Beyân ve Emirname, İmam Ali Buyruğu olarak bilinen eserin içinde bölümler halinde bulunmaktadır. Bkz. İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdûlbâki Gölpmarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphanesi.
Bkz. el-Müttakîel-Hindî. Kenz’ül-Ummâl, c. VI, s. 219.
Bkz. en-Nihâye, "Betele" maddesi.
Meclisi, Bihârü’l-Envâr. c. 28, s. 37.
Bkz. el-Hindî, Kenzu 1-Ummâl, c. XIII, s. 648.
Yunus Emre Dîvânı, İstanbul, 1954. Maarif
18 19 20 21 22
Kitaphanesi. s. 274.
Âşık Vîranî Divanı, s. 31-32.

Dersim Aşiretleri’nde Zazalık

Dersim Aşiretleri’nde Zazalık

Dersim bölgesinde Zazaca ve Kurmançca konuşan aşiretlerle ilgili bir yazı buldum. Ancak yazı daha çok Zazaları kapsamakta. Akademik seviyede bir yazı. İddaa’dan öte kanıtların yazıldığı bir metin. Lakin önceden söylemek istiyorum amacım Kürt olanı Türk, Türk olanı Kürt göstermek filan değildir. Yararlı olacağını düşündüğüm için paylaşıyorum. Buyrun canlar.
Zazalar’ı incelerken ikiye ayırarak incelemek gerekir. Bu ayırım: 1) Alevi olup Zazaca konuşanlar 2) Sünni İslam’ı benimseyen Zazalar.Bu grubu da kendi içinde 2’ye ayırmak gerekiyor: a) Hanefi Zazalar b)Şafii Zazalar. Zazalar arasındaki görünüşte basit gözüken bu İslam içindeki dinsel farktan kaynaklanan ayrım ayırt edici bir öneme sahiptir.Bir araştırmacının dediği gibi; “Alevi ve Şafii” Zazalar taban tabana zıt iki toplumsal yapıyı gösteriyorlar.”(6) Bu taban tabana zıt denen tesbit o denli isabetli görünüyorki Alevi Zazalar’ı Deylem’den 1100-1200 yıllarında Anadolu (Dersim)ya getiren tarihten beri Alevi Zazalar ile Sünni (Şafii) Zazalar birbirine hiç dost olmamışlardır. Bin yıllık bir toplumsal tepki vardır. Bu iki yapı nasıl aynı milliyetin parçaları olabilirler.
ZAZALAR

Zazalar, Türkiye’deki özgün etnik gruplardan biridir. Nufusları 1 milyon civarında tahmin edilmektedir. Dini inanç olarak yarıya yakını Alevi, çoğunluğu Sünnidir.

Zazalar yerleşik olarak yoğunlukla Tunceli, Bingöl, kısmen Erzincan ve Sivas, Urfa, Mardin arasına serpiltilmiş olarak, Diyarbakır merkez ve değişik oranlarda ilçelerinde yaşarlar. Göç nedeniyle çok sayıda Zaza büyük şehirlere yerleşmiş durumdadır. Malatya, Erzurum, Elazığ, illerinde de Zazalar mevcuttur.

Birçok kaynak yanlış olarak Zaza’ların Kürt ve Zazaca’nın Kürtçenin bir lehçesi olduğunu belirtir. Bu kaynaklar ciddi bir araştırmaya dayanmazlar.
Konunun uzmanı ciddi araştırmalar ise Zaza’ların Kürtlüğünü kesinlikle reddederler.

V. Minorsky; İslam Ansiklopedisi’nin daha doğru olan İngilizce nüshasında açıkça "kesinlikle" ibaresini kullanarak "20. yy.’da Kürtler arasında KESİNLİKLE Kürt olmayan bir unsurun -Zaza- tespit edildiğini" belirtir, "Zazaların Kürtçeden çok farklı bir Kuzey – batı lehçesi konuştuklarına" değinir, Zaza kelimesinin geçtiği her yerde "gerçek Kürt olmayan" notunu düşer.

Minorsky aynı şekilde Zazalarla ilişkilendirilen Güran’larında Kürtlüklerini kesinlikle reddeder. Esasen Güranlar bir Türk boyudur ve Zazaca’nın en yakın olduğu dil Güranca’dır.

Ayrıca bu konunu en yetkili uzmanları kabul edilen O. Mann, David McKenzie ve Haddank, Hollandalı araştırmacı M.V. Bruinessen’in Ağa Şeyh ve Devlet isimli kitabında belirtildiği gibi Gran, Hewrami ve Zazaların Kürtlüklerini KARARLILIKLA reddetmektedir.

İlaveten Japon asıllı araştırmacı ünlü Prof. Goichie Kojima Zazaca’yı ayrı bir dil olarak sınıflandırmakta, hatta daha ileri giderek bir Kürt dil grubunun bulunmadığını, diğer lehçelerin de ayrı bir dil hüviyeti taşıdığını belirtmektedir.

Doç. Yalçın Küçük; Kürtler Üzerine tezler adlı kitabında "Zazaca çokça sanıldığının aksine Kürtçe’nin bir lehçesi değildir. Zazaca Kürtçe dışı kalıyor" demektedir, Ayrıca, Zazaların kültürel değerler yönünden de Kırmanç’lardan (Kürt) farklı yönleri oldukları tespit edilmiştir. Örneğin köklü bir bahçe kültürleri vardır ve yerleşik düzene aşinadırlar.

Zazalann; Deylemliler’e bağlayanlarda mevcuttur. (Deylemlikler Türklük karışından tartışmak bir topluluktur.) Bunun nedeni uzak bir ses çağrışımı olup kendilerine ‘dimili’ demelerinden kaynaklanmaktadır. Oysa Minorsky’nin dediği gibi ilke olarak ulusların kökenlerini etimoloji yoluyla kanıtlamak tehlikelidir; etimolojiler tarihi ve coğrafi olgulara da-yandırılmalıdır.
Türkiye dışında yerli olarak Zaza’ya rastlanmaz.

Zazaların kökenleri, Horasan, Harezm, Gür Türkleriyle ilişkilendirilir. Zazanların yaşlılarının önemli bir bölümünü kendilerinin bu kökenlerden geldiklerine inanır.

1937 Tunceli’de incelemelerde bulunan Nazmi Sevgen burada bir çok yaşlıların kendisine biz Horasan Türkmenleriyiz dediğini belirtiriz.
Zaza kimliği üzerinde geniş bir araştırma yapmış olan, kendisi de Hormek aşiretine mensup alevi bir Zaza olan M. Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi isimli eserinde, yörenin Zazalarının bir kısmının İç Anadolu’dan bir kısmının ise daha eski zamanlarda Horasan ve Harezmden geldikleri belirtmiştir. M Şerif Fırat aynı eserinde Hormek aşiretinin kökeninin Türk olduğunu ortaya koyan Orhan Gazi ve Sultan Murat tarafından onaylanmış, 12 nesilik soy kütüğünü kanıt olarak göstermekte ve Zaza bölgesindeki pek çok yer, aşiret, kişi, türbe isminin öz Türkçe olduğunu belirtmektedir, 1938 yılındaki Tunceli (Dersim) isyanının Alevi Zaza lideri Seyit Rıza, devlete yazdığı mektupta "….şayet hükümet, hizmet ve sadakatimizden şüphe ederse abavu ecdadınızın eskiden geldikleri Yukarı Türkistan, Horasan vilayetine bütün mensubini aşiretimizle hicret etmeğe himmet buyursun" diyerek Zazaların ana yurtlarının yukarı Türkistan’da olduğunu belirtmiştir.

Ayrıca ,Tunceli Koçgiri aşiretlerinden olan Alişir’de bir şiirinde " "ceddimiz Şeyh Hasan, Şah-ı Horasan" dizesinde Zazaların Horasan kökenli olduğunu söylemektedir.

Aynı eserde, kendisi Zaza ve Tunceli’li olan (Pertek, 1880- 1959)ve Tunceli’de yıllarca kaymakamlık yapmış olan M. Zülfü Yolga, Timur’un Horasan’ı ele geçirmesinden sonra büyük bir topluluğun bu bölgeden Anadolu’ya geldiklerini ve Dersimlilerin de kendilerini Horasanlı olarak tanımladıklarını belirtir, Kendide de Zaza ve Alevi olan değerli araştırmacı Cemal Şener, Alevilerin Etnik kimliği adlı eserinde (2. baskı), hem alevi Zazaların hem de Kürtlerin köken olarak Türkmen olduklarını tartışılmaz şekilde ortaya koymaktadır. 400’den fazla köy dolaşmış Binlerce Zaza ve Kürt’le görüşmüş olan Cemal Şener bu gerçeği şöyle ifade ediyor. " Özellikle 60 yaş ve üzerindekiler kendilerinin ısrarla ama ısrarla Kürt ya da Zaza olmadıklarını, Türk olduklarını ifade ediyorlardı. Kürtçe ya da Zazaca konuşanların veya Kürtçe ve Zazacanın yanında ikinci dil olarak Türkçe konuşan Alevilerin neden ısrarla Kürt olmadıklarını ifade ettiklerini anlamaya çalıştım. Bu çalışma BU ÇIĞLIĞI anlamaya yönelik bir çabadır."

Yazar bu değerli eserinde özellikle Alevi Zazaların ve Kürtlerin kökenine ilişkin sağlam kaynaklara dayalı şu bilgileri vermektedir.

"Martin Van Bruinessen; "Alevi Kürtlerin Etnik Kimliği Üzerine Tartışma" başlıklı yazısında şöyle demektedir:

"Ritü-el dili olarak neredeyse tamamen yalnız Türkçe kullanan ve hatta çoğu Türkçe aşiret adlarına sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan Alevilerin varlığı birçok yazarın izahat kabilinde hayal gücünü meşgul etmiş bir vakadır. Hem Türk, hem de Kürt milliyetçilerinin bu grupların muğlak kimliklerini kabul etmekte güçlükleri olmuş ve bunlar sıkıcı ayrıntıları örtbas etmeye çalışmışlardır."

"Dersimli’lerin nereden geldikleri sorusunu akla getiren ve hem resmi tarih ekolüne bağlı olanlar, hem de liberaller olmak üzere, birçok Türk akademisyence bu soruya verilen cevap, bunların Kürtleştirilmiş (ya da Zazalaştırılmış) Kızılbaş Türk aşiretleri olduğudur. Bu varsayım o kadar mantıklı görünür ki bazı Batılı akademisyenlerce de hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir. Örneğin Melikof 1982, a:145."

"Bruinessen; Jandarma Genel Komutanlığı tarafından hazırlanan bir raporda şu bilgilerin yer aldığını yazıyor:
"Zaza Aleviler’e gelince:

Bunlarda mezhep ve ibadet dili Türkçe’dir. Ayinlere iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyettir ki Alevi Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği halde Türklük’ten pek de uzaklaşmamış, Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartı ile Türkçe meram anlatmak mümkündür." Açıklamasından sonra raporda 2030 yaşlarından yukarı olanlarla Türkçe ile anlaşmak mümkün iken 10 yaşından küçük çocuklarla Türkçe konuşmak imkanı ortadan kalkmak üzeredir dendiği yazıyor. Raporun sonlarına doğru ise; "Bu netice, Dersim Alevi Türkleri’nin de benliklerini kaybetmeye başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilemeyeceğine delildir" açıklaması yapılıyor, Cemal Şener, ayrıca kitabının 25. sayfasında, "Alevilikte dedelik, ocak geleneği ile yaşar. Babadan oğula geçerek yaşar. Sahte dede veya ocakzadeler türemediği sürece dede ocaklarının bozulma şansı çok azdır. Bu nedenle Dersim bölgesinde dede ocaklarının tümü kendilerinin Horasan’dan gelen Türkmen Aşireti olduğunu savunur." demekte ve Alevi Zaza ve Kürtlerin Horasan Türkmeni olduklarını vurgulamaktadır.

Cemal Şener, kitabında Zazaların ve Kürtlerin Türkmenliğini kanıtlayan belgeler olarak Melinkof ve Moltke’nin tespitlerine de yer vermektedir.
"Melinkof diyorki, Araştırmalarım beni Kurmanca denen ve Kürtler olarak tanınan insanlar arasında kalmaya götürdü. Töreleri Orta Asya’ya kadar uzanan Türk töreleri idi. Ölümle ilgili adetler… Al inanışı . . . Türklerin On İki Hayvanlı takvimlerine, eski yeni yıl bayramları olan Hızır bayramının kutlanması vb. Sorduğumda, kaynaklarımdan birisi bana soy olarak biz Kürt değiliz, fakat inançlarımız dolayısıyla çok eza gördük, dağlara sığındık, Kürtlere karıştık ve Kürtler olarak adlandırıldık,

"Alman Feldmareşal Moltke, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Doğu Anadolu’nun birçok yerlerini gezer ve gözlemlerini "Türkiye Mektupları" adlı kitapta toplar.

Konumuzla ilgili bir gözleminde General Moltke 6 Nisan 1837’de yazdığı mektupta bazı kesimlerce Kürt-Alevi olduğu iddia edilen Maraş ve yöresinde yaşayan Alevi aşiretleri için bakın ne yazıyor:

"Pazarcık ovasını geçtik. Bu ovada üç Türkmen kabilesi: Atmalı, Kılıçlı, Sinemililer konaklamıştı. Bu üç kabile halkı 2000 çadırda oturuyordu. Reşit Paşa, en nüfuzlu Kürt beylerinin akıllarını başlarına getirdikten sonra bu Türkmenler de hükümete karşı olan sevgi ve bağlıklarını ilan etmişlerdi ve 400 kese akçelik (20.000 florin) bir salyana (yani vergi) ödüyorlardı."

Görüldüğü gibi bu yöredeki üç büyük Alevi aşiret olan Atmalı, Kılıçlı ve Sinemililerin Türkmen aşireti olduklarını Alman Mareşal ifade ediyor. Üstelik bu tanımı bilinçli yaptığını cümlenin devamından anlıyoruz. Çünkü Reşit Paşa’nın nüfuzlu Kürt beylerinin akıllarını başlarına getirdikten sonra Türkmenlerden alınan vergiden söz ediyor, Alman mareşal Moltke’nin 178 yıl önce söz ettiği Türkmen Rişvan aşireti bugün Adıyaman, Maraş ve Gaziantep’te yaşamaktadır.

Küçük bölümü Ankara’nın Haymana ve Bala ilçelerindedir. Dr. Mahmut Rişvanoğlu’nun araştırmasına göre Rişvanlar, Ciğil ve Çepni Türkmenidirler.

İki boya ayrılırlar:

a) ATMALI,
b) SİNEMLİ.

ATMALI aşiretinin Maraş ve Adıyaman’daki köylerinin isimleri hiç değiştirilmemiştir ve öz Türkçe olup Oğuz boylarının, totemlerinin isimleridir. Bunlar, TİLKİLER, HAYDARLI, SADAKALAR, KARAHASANLAR, AĞCALAR, KABALAR, KİZİRLİ, KIZKAPANLI, KETİLER, KARALAR, TURUÇLU, MAHKANLI’dır.

Adıyaman merkez ilçeye bağlı bir köyün de eski adı Kartı’dır. (Yeni adı Ağaçkonak) Kartı ismi Kardu’dan gelmektedir. Karduların Saka Türklerinin bir kolu olduğu düşünülür. Kartı, Orta Asya’da Tiyenşan’da bir Türk köyünün adıdır.

Yine Adıyaman’da merkez ilçeye bağlı Aşağı Sakallı ve Yukarı Sakallı köyleri mevcuttur. Sakallı Orta Asya’da Yomut Türkleri’nin bir boyunun adıdır. Altay Türklerinde de SAKALLI bir oymaktır.

Asli kökenleri Türkmen olan bu köylerin halkı Alevi olup bugün kendilerini Kürt olarak tanımlamaktadırlar.
Bütün bu bilgiler alevi Zazaların asli köken itibariyle Türk olduklarını belgeleyen kanıtlardır.
Alevi Zazaların bir kısmı ise kendilerini Harezm Türkü olarak tanımlar. Dersim (Tunceli) milletvekili Hasan Hayri bey, 1921 yılında TBMM’de yaptığı konuşmasında, alevi Zazalann kökeninin Harzem (harezm) Türkleri olduğunu ifade eder.

Bu konuşmasında Hasan Hayri Bey; Harzem’den gelen ve Türkçe konuşan atalarına Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın buralara yerleşme izni verdiğini, Yavuz Sultan Selim zamanında Harzem’li Alevi Türklerin can güvenlikleri nedeni ile, Dersim dağlarına çekilmek zorunda kaldıklarını ve bu tecrit neticesinde kendilerini gizlemek için Kürtçe öğrendiklerini, süreç içinde Türkçe’den uzaklaşarak Kürtleştikle-rini belirtmesi çok anlamlıdır,

Kendisi Dersimli (Pertek) ve Zaza olan ve bu bölgede 1896 ve 1926 yılları arasında kaymakamlık yapmış olan Mehmet Zülfü Yolga’da Dersim Tarihi adlı eserinde,Zazaların kökenlerinin Horasan Türklerine, Karakoyunlular ve Akkoyunlulara ve Harezm Türklerine dayandığını belirtir ve Haydaran, Hormek, Balaban, Çarik, Bulan, Bahtiyar, İzolu gibi 12 aşiretin Harezmilik hususiyetini sıkı sıkıya koruduklarını belirtir,

M. Z. Yolga aynı zamanda, Bölgenin Türklüğünü, bölgedeki coğrafya, dağ, köy aşiret adlarını Türkçe, gelenek ve adetlerinin Türk gelenek ve adetleri olduğunu geniş biçimde açıklar ve de Pertek kalesindeki Karakuş heykelinin Türklüğün sembolü olduğunu belirtir, Araştırmacı Ali Kaya’da Dersim Tarihi adlı eserinde Zazaların Türklüğünü savunuyor ve Hasan Hayri Bey’in sözlerini doğrulayan şu bilgileri veriyor.
"İbni Batuta’nın 1333-34 yıllarında Kuzey Dersim’e uğradığında iki Türkmen kabilesi olan Karakoyunlu ve Akkoyunlular’ın birlikte Moğollarla sürekli savaştıklarını belirtiyor, (s.125) Bu kalıntıları bugün Dersim yöresinde mezar taşlarındaki koç resimlerinde izlemek mümkün. Yine Ali Kaya aynı araştırmasında; "Alaattin Keykubat, Bağm’ı ziyaretinde Şeyh Mansur’a bir seçere vermiştir. Bu seçere, Mazgirt ilçesinin Şöbek köyünde Seyyit Cafer oğullarının evinde muhafaza edilmektedir.

Seçere ile ilgili ise okuyucuya şu bilgiyi vermektedir:

"Bu şecerede 12 aşiretin Türk aşiretleri olduğu söylenmektedir. Bunlardan Hıran (Cafer’in kardeşi olup Ali dost oğullarıdır) Koçgiri, İzol aşiretlerinin yanı sıra Hormek aşiretinin de Şöbek köyünde oldukları söylenmektedir" diyerek Ali Kaya bu konuda verilen bilgileri doğrulamakladır.

Alevi dedesi Pir Ahmet Dikme dede de, Alevi Zazaların ve Kürtlerin kökenini Harzemlilere bağlamakta ve 1999 yılında yayaınladığı Haykırıp Duyuramadıklarım adlı eserinde bu konuda şu bilgileri vermektedir.

"Moğolların baskılarına dayanamayarak yurdunu terk etmek zorunda kalan Muhammet oğlu Celalettin Harzemşah’ta yer yer çarpışarak, batıya doğru ilerler ve bir çatışmada yaralanır. Yaralı olarak dostu ve sırdaşı olan Şeyh Hasan’ın yanma gelir ve orada bir Kürt tarafından öldürülür. Öldürüldüğü haberini alan 2. Alaattin Keykubat şöyle der "Celalettin Harzemşah bir Kürt babayiğidinin elinde can verdi. Allah’a hamdü senalar olsun."

"İşte bu şekilde öldürülen Celalettin Harzemşah, bizdeki kaynaklara göre, beraberindeki oğlu Mehmet’i Şeyh Hasan’a emanet eder. Şeyh Hasan evvela saygı duyduğu dostu Celalettin’in naaşmı götürüp Dojik Dağının zirvesine defneder ondan sonra da Celalettin’in oğlunu kendi himayesine alır, üç dört yıl sonra da Mehmet’i kendi kızı ile evlendirir."

Cemal Şener de konuyla ilgili olarak şu notu ekliyor.
Harzemşahlar’ın Türkistan’dan gelen Türkmen boylarından Beydilli Türkmen aşiretine mensup bir kol olduğu da bu yazılara eklenirse durum daha açıklık kazanabilir.Pir Ahmet Dikme işte bu tarihsel alt yapıyı bilerek, "Munzur dediği dağın güney yakasında bir tek Kürt yoktur. Orada yaşayan Şeyh Hasan Aşireti tamamen Horasan kökenli Türkmenlerdir. Daha doğuya, Pülümür’e doğru gelindiğinde ise, Areli, Lolanlı, Şahvelanlı, Kemanlı, Çerekanlı ve daha birçok aşiret oturmaktadır. Bu aşiretlerden hiçbiri Kürt değildir. Tamamı Türk kökenli aşiretlerdir. Ben bu konuyu her platformda tanışmaya hazırım" diye yazıyor,
Bütün bu bilgiler alevi Zazaların asli köken olarak Türklüğünü belgeleyen kanıtlardır.

Bugün Zazaların yoğun olduğu bölgelerdeki halkın aslen Türk oldukları, Türkçe konuştukları ve 20’nci yüzyıl başlarındaki Osmanlı kayıtlarında da mevcuttur. Bu belgeler Doç Dr. İbrahim Yılmazçelik’in 19’uncu yy. İkinci Yansında DERSİM SANCAĞI isimli eserinde yer almaktadır.

Dersim Mutasarrıfı Arif Bey’in 1903 yılındaki raporunda "Dersim öteden beri şayi ve zan olunduğu gibi umumen Kürt değildir. Çemişkezek ve Çarsancak kazaları halkı kamilen Türk’tür. Hozat kasabası ile İnceağa kariyesi ve Torot aşireti halkı Türk’tür ve fakat ihtilaflar neticesinde Kürtleşiyorlar. Mazgirt kasabası ile Ovacık Kazası’nın ova köyleri halkı da neslen Türk’tür. Ve halen lisan-ı Türki üzerine mütekellimdirler. Yalnız teessüf olunur ki Ovacık Türkleri hem Kürtleşmiş hem de Şiileşmişlerdir. Kızılkilise (Nazimiye) kamilen Şii ve Kürt’tür. Dersim sancağı Türklerin pek kadim mevasıdır. Türklerden gayri hiçbir neslin asar ve hatıratına tesadüf olunmaz"

Dersim Mutasarrıfı Celal Bey de 1906 tarihli raporunda daha da geniş bilgi vererek, Erzincan sancağı merkezinin, Kemah, Erzurum’un Kiğı, Diyarbakır’ın Palu, Elazığ’ın Harput ve Eğin kazalarının Dersime bağlı Çemişgezek ve Çarsancak halkımın Türk olduklarını belirtir, Zazalar’ın Gür Türkleri ile bağı da üzerinde durulacak bir husustur. Bugün İran’ın güneyinde yaşayan Güranlar’la Zazaların dini inanç ve dil bakımından yakınlıkları mevcuttur.
Hint Tarihi isimli eserinde Y. Hikmet Bayur, Gür Türkleri ile ilgili şu bilgileri verir.

"El-Utki"nin Kitabü-1 Yemini’sinde Kalaçların Hindikuş güneyinde yerleşmiş olduklarını ve Orta Asya’dan gelen diğer Türklerin Hindistan’ı fethinde çok önemli rol oynadıklarını yazarken, Gür devleti sultanı Alaüddin Cihansuzun Türk – Selçuk Sultanı Sancar tarafından esir edilmiştir." der.

"Orta Asya’da Türk uğurları arasında bulunan Gürler oldukça önemli bir yer tutar. Nitekim Oğuz Kağan destanında Oğuz Han’ın Hindistan seferinde Gürler ülkesine girip buradan Doğu Avrupa’ya Bulgar ülkesine hareket ettiği, seferden sonra Gürların reislerinin kendilerini Semarkant’ta karşıladığı belirtilir. Güran Türkman Taifesinden bahseder."

Yazar İran’daki Güranların da menşe itibariyle gürler anlamından Türkler olduğunu öne sürer, -an farsçada çoğul ekidir. Dolayısıyla Guran, "Gürler" anlamındadır der. Şeyh Sadi’nin ünlü Bostan adlı eserinde bir İranlı köylünün Gür hükümdarına "ey Türk" diye hitap etmesi de Gürlerin Türklüğüne bir kanıt olarak gösterilir.

İbn-i Haldun’da Mukaddime adlı kitabında Gurilerin Türklüğünü katı olarak ifade eder. Müneccim başı ve diğerleri Guri’lerin Hota (hita) Türklerinden olduğunu kabul ederler.

Dr. Mahmut Rişvanoğlu’da Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm adlı eserinde Zaza Aşiretlerinin Türklüğü konusunda geniş bilgi verir, (sf.113-131) Zazalar ve Gurların köken birliğini şu şekilde açıklar.

"Ortaçağda Afgan ile bugünkü Taberistan ve Yeni Delhi (Hindistan’ın kuzeyi)ne kadar geniş bir sahada imparatorluk kurmuş olan Gazneliler’in yıkılmasından sonra yerlerine "GUR-LUG" adlı güçlü bir yeni Türk uruğu geçmiştir. Guriler devletini kurmuşlardır (1284-1304). Ayrıca 1526-1830 seneleri arasında büyük Türk hükümdarı Babür Şah’dan sonraki Babüriğ hakanlarının devam ettirdiği Gurkaniye devleti de bunun devamı idi. Bu bakımdan daha evvelce yukarıda bir nebze kendilerinden bahsettiğimiz Kikiler ve Kalaçlar İslam fethi esnasında birleşik Uruğlar olarak Gurilerdir. Ayrıca Tabakat-ı Naşiri de Bengal Fatihi Melikü’l Gazi İhtiyaruddin Muhammed’den bahsederken bu kişinin Gur ve Keşmi/deki Kalaçlardan olduğunu yazar ki, bundan da Gurlu ve Kalaç-lafm bir arada bulunduğu anlamaktayız."

"Bugün Bingöl, Tunceli, Siverek’te bulunan ve Zaza, Çarekli, Dersim adıyla adlandırılan oymaklar işte bu Gurlu(Guran-ı )’larla gelenlerdir. Bir manada Toplayıcı bir ad olarak Zaza diye anılmaktadırlar."

Bütün bu tarihi gerçeklerin ışığı altında görmekteyiz ki, bugün Doğu Anadolu da hem Kürmanç ve hem de Zaza lehçeleriyle konuşan, aslında ilk geldikleri yerdeki eski Türkçeyi koruyan bu Türkleri Gürani Türkleriyle beraber, Afganistan ve kuzeyinde bulunan Karluk Türk devletinin yıkılmasından sonra Orta Asya Türk kavimlerinin göçleri ile Hazar’ın kuzeyinden, güneyinden Anadolu’ya gelmişlerdir. Özellikle Zaza Türklerinin konuştuğu lisanda Gurani Türkçe’sine ait kelimelerin fazla oluşu bunu belgelemektedir.

Ancak bugün hala Zazalar içinde Kürtlüğü reddeden, Kürtlük konusunda kararsız, Kürtlüğü bir üst kimlik olarak benimsemiş olmalarına rağmen özgün kimliklerini eşdeğer tutan Zazalar mevcuttur.

Toplum ve devlet olarak hala Zazalara Zaza gerçeğini anlatabilmek imkanına sahibiz. TV, basın ve eğitim imkanları bilinçli bir şekilde seferber edilerek bu sorunun çözümlenmesi zaman içinde hala mümkündür. Bunun için bir propaganda kampanyasına ihtiyaç yoktur, bilimsel verilerin yansız olarak ortaya konması yeterlidir.

Ancak ne yazık ki bugün hala hatada ısrar edilmekte, vatanseverliklerinden kuşku duyulamayacak önemli ve etkin kişiler hala geniş kitlelere hitab eden TV programlarında, basında hala Zazalara Kürt demekte ve Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi olarak tanımlamaktadırlar. Aynı hata devlet TV’sinde de tekrarlanabilmektedir. Asırlardır süren, toplumun ve devlet kurumlarının böylesine yoğun bir beyin yıkama kampanyası karşısında eğitimsiz ve Tunceli acısını da yaşamış Zazalar Kürtleşmeyip de ne yapsınlar!

Unutmamak gerekir ki 1938’de Tunceli sorunu çözülürken yaralar da açılmış ve bölgenin sorunları bugüne kadar çözümlenememiştir. Ve 1938 daha dün sayılır. Tunceli olaylarını 10-15 yaslarında yaşamış insanlar bugün dedeler olarak hayattadır ve çocuklarına, torunlarına acı hatıralar nakletmektedirler ve biz bu topluma haksız olarak hala siz Kürtsünüz demekteyiz. PKK terörü ve ona lojistik destek sağlayanlar içinde bugün bir grup Zaza da varsa bunun suçlusu bizleriz.

Yabancı kaynaklar dahi Kürtçü kesimin güçbirliği sağlamak yolunda Zazaların Kürtleştirilmesine ne denli önem verdiklerini, bu yolda gerçekleri nasıl tahrif ettiklerini açıkça belirtirken, ilgililerin, yetkililerin duyarsızlıklarına, gafletine, dalaletine isyan etmemek mümkün değildir.
Devlet bu konuya derhal eğilmeli ve tahrik niteliği ortada olan yanlışlara meydan vermeyi önleyecek önlemleri derhal almalıdır. Kaldı ki bilimsel gerçekte de bunu emretmektedir.

Türkiye, kültür politikasının önemini, kültür politikalarının temellendiren sosyal bilimlerin değerini idrak etmedikçe bunun ağır bedelini ödemek zorundadır. Kültür politikasındaki duyarsızlık ve ihmallerin sonuçları sadece milli birlik ve beraberliği tehdit eden gelişmelere değil daha pek çok yıkıma yol açar.
Kalkınmanın, milli birliğin, huzurun temeli kültürdür. Ekonomi ve teknoloji sadece sonuçlardır. Türkiye bu gerçeği artık kavramalıdır.

Kaynakça

Kitap: TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISI
Yazar: Ali Tayyar Önder

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.

Alevi Kütüphanesi

Bismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû