Blog Arşivleri
Amerika bektaşileri
Amerika bektaşileri
Amerika’daki Arnavut Bektaşiliğinin önemli bir ismi olan Recep Ferdi Baba,1901 yılında Arnavutluk’un güneyinde Cirokaslar isimli bir köyde doğmuştur. Genç yaşlarda Tepedelendi Ali Paşa tarafından Tirhala Derviş Kolejine yazdırılarak Metafizik eğitimi almıştır. Jirokastro şehrinde klasik lise eğitimi gördükten sonra medreseye giderek ünlü müderris Molla Rakip Efendi’den Arapça, Farsça öğrenmiştir. Türkçe, Arnavutça, Sırpça, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Yunanca lisanlarına da iyi derecede vakıftır (Koca, 2002: 16; Trix, 1993: 2).
Recep Ferdi Baba, Ergiri Dergâhı Post-nişini olan Selim Ruhi Baba’nın tekkesinde derviş olmuştur. Recep Ferdi Baba’nın yanında uzun yıllar kalarak muhabbetlerine (derslerine) katılan Frances Trix, onun muhabbetini ve itimadını kazanmış Amerikalı bir akademisyendir1 Trix’in Recep Baba’yla olan sohbetlerinden edindiği bilgiye göre Recep Babanın dervişi olduğu “Selim Ruhi Baba tekkesine giden yolun iki yanı kavak ağaçları ile doludur. Bu yolun sonunda ise her zaman açık olan büyük bir taş kapı mevcuttur. Kapının dışında ise dervişlere ait olan taştan sarıklı mezar taşları bulunmaktadır. Kapıdan geçince büyük bir avlu karşımıza çıkar. Avlunun içinde tekkenin kurucusuna ve diğer dervişlere ait olan başka mezar taşları bulunmaktadır. Tekke üç ana binadan oluşmaktadır. Sol tarafta misafirlerin ve dervişlerin kaldığı misafir evi, ortadaki binada mutfak ve yemek odası. Onun arkasında da hayvanların kaldığı yer, sağ tarafta ise tekkenin babasının dinlendiği, ibadet ettiği bina, holün altındaki küçük özel tören odası, yani meydan odası ve bu meydandan sorumlu kişinin odası yer almaktadır. Bu odaların içinde en önemli oda babaya ait olanıdır. Bu odada baba misafirlerini ağırlar, muhabbetlerini gerçekleştirir ve derslerini yapar (Trix, 1993: 156-157).
Recep Ferdi Baba, İkinci Dünya Savaşı başladığında tekkenin başına geçmiştir. Recep Ferdi Baba, Arnavutluk’ta bulunduğu yıllarda Bektaşi erkân-namesini ve Süleyman Çelebi’nin mevlidini Arnavutça’ya çevirmiştir (Koca, 2002: 17).
Arnavutluk’taki rejim sebebiyle inancını rahat bir şekilde yaşayamayacağına inanan Recep Ferdi Baba,1944 yılının sonunda Arnavutluk’u terk etmiştir. İtalya’da değişik mülteci kamplarında geçen dört yıldan sonra Kahire’ye gitmiş ve burada hâlâ faaliyetlerini sürdüren Arnavut tekkesinde (Abdal Dergâhı) dört yıl geçirmiştir (Clayer, 2004: 241).
30 Ocak 1949 tarihinde Mısır’da bir araya gelen Hür Dünya Babaları oy birliği ile Kaygusuz Dergâhı’nın postnişi olan Ahmet Sırrı Baba’yı Dede Baba seçmişlerdir. Ahmet Sırrı Baba Bektaşiliğin geleceğinden endişe duyduğu için Recep Ferdi Baba’ya Babalık icazeti vererek Amerika’ya görevli olarak göndermiştir (Koca, 2002: 17).
Recep Ferdi Baba,1952 yılında New York’a yerleşmiş olan kız kardeşinin yanına giderek, tekke kurmak için uygun bir mekân arayışına girmiştir. Araştırmaları neticesinde Detroit şehri yakınlarında Taylor isimli Arnavut yoğunluklu bir yerleşim bölgesi bularak gerekli girişimlerde bulunmuştur. Tekke kurmak için uygun bir mekân olan bu bölgede bir çiftlik ve büyük bir arazi satın alınarak gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bu tekke yasal olarak 15 Mayıs 1954 yılında hizmete açılmıştır (Clayer, 2004: 241). Kahire tekkesinin babası olan Ahmet Sırrı Dede’nin hazırlamış olduğu kurallara göre de Recep Baba tekke babalığına seçilmiştir. (Clayer, 2004: 241)
Recep Baba, Kahire’den gelirken yanında bazı dervişlerini de getirmiştir. Recep Babayla gelen dervişlerin isimleri de şunlardır: Ergirili Derviş Lütfi, Avlonyalı Derviş Arşi,2 Yakovalı Derviş Bayram, Derviş Ali ve Derviş Abbas Mürteza (Koca, 2002: 17)
Recep Baba, tekkenin kurulmasından sonra Amerika’da Bektaşiliğin felsefesini ve ilkelerini her kesimden okuyucuya taşıyabilmek amacıyla tekke komisyonunun desteğini de alarak Zeri I Bektashizmas (Bektaşiliğin yolu)3 adında altı ayda bir yayımlanan bir dergi çıkarma kararı almıştır. Editörün ilk sayıdaki dergiyi çıkarma amaçlarını ve Amerika’daki Arnavut Bektaşilerinin Bektaşiliği nasıl algıladığını izah eden yazısı önemlidir. Editörün yazısındaki “Bektaşilik İslâmi bir mistisizm olduğundan, mistisizme ve tarihine ve İslâm’ın genel kurallarına de değineceğiz” açıklaması yukarıdaki düşüncemizi teyyit eder doğruluktadır.
Bektaşiliği tanıtmanın yanı sıra Amerika’daki Arnavut Bektaşilerinin de birlik ve bütünlüğü açısından önem teşkil eden tekkenin bu yayın organı maddi imkânsızlıklar sebebiyle yayın hayatını fazla sürdürememiştir. Recep Ferdi Baba Misticisma dhe Bektashizma (Bektaşiliğin Mistisizmi) adlı eserinde dergiyi niçin çıkaramadıklarını da izah etmiştir (Clyer, 2004: 244).
Recep Ferdi Baba, 24 Haziran 1990 yılında Amerika’ya davet ettiği Bedri Noyan Dedebaba’dan halifelik icazeti almıştır.4 Recep Ferdi Baba, bütün gayretleri ile Anadolu’daki Bektaşiliğin sesi olarak Amerika’da Bektaşiliğin devamını sağlamıştır. (Clayer, 2004: 242).
Recep Baba, 14 Eylül 1995 tarihinde Hakk’a yürümüştür. Vefatından sonra dergâha Arnavutluk’tan Feramul Baba Postnişîn olmuştur.
Bektaşi tarikatının, Alevi süreklerinden farklı olarak Balım Sultan ile başlayan mutlak erkân-name uygulaması vardır. Bu erkân-name, “Balım Sultan Erkân-namesi” olarak anılmakta olup bu tüzük ile Bektaşilikteki mekânsal düzenlemeler, ritüeller pratikler standartlaştırılmıştır. Böylece tarikat içinde yaşanılabilecek müstakil açılımlar önlenmiştir. Geçmişten bugüne günümüze dünya üzerindeki tüm Bektaşi birimlerinde aynı yaklaşım var olmuştur. Bunun günümüzdeki en önemli örneklerinden birisi de Detroit’deki Bektaşi Tekkesidir.
Amerika’da sadece Bektaşilerin değil Bektaşiliğe sempati duyan farklı milletlerden insanların uğrak yeri olan tekke kompleksi, büyük bir bahçe içinde üç ana binadan oluşmaktadır.5 İlk bina tekkenin ana binasıdır. Tekke binasında ilk dikkati çeken çatının üstüne yerleştirilmiş kubbesi on iki terkli olan beyaz Bektaşi “tac”ıdır. Aynı Bektaşi tacı Recep Ferdi Babaya ait olan türbenin de çatısında bulunmaktadır. Yeni Dünyadaki bu Bektaşi tekkesinin çatısında bulunan on iki terkli beyaz taç, adeta tekkeye gelenlere şunları söylemektedir:
Külâh-ı Hâcı Bektaş-ı Velî’yi
Giyen İdrâk ede sırr-ı Ali’yi
Olur âyine-i kalbi musaffâ
Derûnunda bulur nûru celî’yi
(Noyan,1995:241)
(Hacı Bektâş külahını başına giyen Hz. Ali’nin sırlarına erer. Gönül aynası parıldar ve içinde nuru bulur.)
Tekkenin içinde misafirlerin kabul edildiği büyük bir salon bulunmaktadır. Alevi-Bektaşi öğretisinde yer etmiş ve bir kıymet hükmü taşıyan “mihmân (misafir) ev sahibinin gülüdür” düşüncesi burada da bütün incelikleri ile yaşamaktadır. Tekkeden içeri girildiğinde misafirlerin ağırlandığı bu salonda Arşi Baba’nın ev sahipliğinde, değerli araştırmacı, meslektaşım Frances Trix’in rehberliğinde ağırlanmanın mutluluğunu ve zevkini yaşadım. Tekkeye ziyaretim esnasında gördüğüm misafirperverliği, Arşi Baba’nın ve diğer tekke sakinlerinin duygularını Hatayi’nin şu dörtlüğü çok güzel anlatmaktadır.
Yine mihmân gördüm gönlüm şâd oldu
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz
Kar kış yağar iken bahar yaz oldu
Mihmânlar siz bize safâ geldinizBu büyük misafir salonunda Amerikan ve Arnavutluk bayraklarının yanı sıra Recep Baba’nın Hacı Bektaş Velî’nin, Hz. Ali’nin, Ehl-i Beyt’in fotoğraf ve resimleri, muhtelif ayetlerin panoları yer almaktadır.
Bina içinde ayrıca Babanın yatak odası, selamlaşma odası, çalışma odası, muhabbet odası kütüphane ve yemek yenilen, toplantı yapılan büyük bir salon bulunmaktadır.
Frances Trix, kitabında tekkenin çalışma odasını şöyle anlatmaktadır. “Babanın sandalyesinin yanında, ayak ve başucunda seccadelerle örtülü olan bir sedir vardır. Duvara yastıklar yaslanmıştır. İnsanlar ayaklarını altlarına toplayıp sedirin üzerinde oturup sırtlarını yastıklara dayıyorlardı. Yerler Balkanlar’dakine benzeyen halılar ile kaplıydı. İnsanlar bu halıların üzerinde ayaklarını altlarına alarak oturuyorlardı. Babanın sandalyesinin diğer yanında bir masa vardı. Üzerinde 1901’de İstanbul’da Arap harfli basılmış altı ciltten oluşan bir ansiklopedi, Dielli (Arnavut- Amerikan gazeteleri), 16.yy’da Hüseyin Vaiz’in yorumladığı Kuran ve Bektâşilik savunmalarının bulunduğu kitaplar mevcuttu. Tabiî ki birçok da şiir kitabı. Bu kitaplar Türkçe ve Farsça idi. Nesimi, Fuzuli, Pir Sultan Abdal, Niyazi Mısri ve antolojiler. Bu antolojiler Türkçe yazılmıştı ve Türkiye’de yaşayan Bektaşiler tarafından hediye gönderilmişti. Baba çoğunlukla Arap harfleriyle yazılmış Türk şiirini okumayı tercih ediyordu. Duvarda bir ay takvimi asılıydı. Takvimin yarısı Babanın vatanı Arnavutluk’un suluboya resminden oluşuyordu. Hemen onun karşısında çerçeveli kadifenin üstüne altın harflerle yazılı “Besmele” asılıydı. Sedirin üzerinde de Necef’in (Hz. Ali’nin şehri) resmi vardı. Tekkenin her yeri hediye edilmiş eşyalarla döşenmişti. (Trix, 1993: 1-3 )
Bütün bunların tam aksine Babanın yatak odası oldukça sadeydi. Duvarda Babanın Hocası olan Selim Baba’nın fotoğrafı asılıydı.
İbadet yapılan özel oda da çalışma odasına pek benzemiyordu. Bu büyük oda Bektaşilerin çiftlik evine yapılan ilk bölmeydi. Bu odada mobilya yoktu ve her yer halı kaplıydı. Uçuk mavi boyalı duvarlar çıplaktı. Bütün dikkat mihraplara çekilmişti. Baba mihrapta oturuyordu ve sağ yanında mum basamakları vardı” (Trix, 1993: 1-2).
Tekkede klasik Bektaşi tekkesindeki meydan evi tasarımına uygun olarak kutsal eşik, küre mekânı, üzerinde çerağların bulunduğu Taht-ı Muhammed, niyaz taşı ve baba postu başta olmak üzere postlar bulunmaktadır. Tekkede ayrıca küçük bir meydan evi mevcuttur. Burada ocaklık, Hz. Ali’nin ve Bektaşi Babalarının resim ve fotoğrafları yer almaktadır. Tekkenin mutfağı ve yemek salonu zemin katta 400 kişinin yiyebileceği kapasitededir. Tekkenin mutfağında yemek pişirilen büyük boyuttaki tencereler Dede Korkut hikâyelerindeki toplu yemeklerin hazırlandığı “kara kazanları” hatırlatmaktadır. Mevlânâ’’nın Divân-ı Kebiri’ndeki “Gel, aramıza gir, Biz Hak Ã�şıklarıyız, gel aramıza katıl da sana aşk bahçesinin kapısını açalım…” (Can, 2004: 142) daveti gibi bu tekkede de Nevruzda Bektaşilerin yanı sıra her milletten ve her inançtan insan buluşmaktadır. Nevruzda toplantılar yapılmakta ve yemekler verilmektedir.
Trix’i tekkenin mutfağı ile ilgili şunları anlatmaktadır. “Daha az resmi olan konuşmalar da burada yapılmakta ve kahveler içilmektedir. Uzun masanın başında Baba rahatça oturur ve başkanlık ederdi. Babanın oturduğu yerin arkasında yerleştirilmiş siyah sobanın sıcaklığı üst kattaki sınıfları da ısıtmaktaydı. Yemek masasının etrafındaki konuşmalar, yemekten sonra sofra başında yapılan dualar Baba ile olan özel diyaloglarımız idi. (Trix, 1993:6-7) Baba yemeklerden sonra mutlaka dua ederdi. Duasını bitirdikten sonra sağ elini kalbinin üzerine koyup, başını öne eğip “HÃ�” derdi. (Trix, 1993: 10).
Tekkenin mutfağı ile bitişik yemek yenen büyük salonun bir köşesinde de ayaklı panolara asılmış olan Recep Ferdi Baba’yı ve Arnavut Bektaşilerini anlatan resimler mevcuttur. Resimlerin sergilendiği panoda resimlerin üstünde Recep Baba’nın hayatını kronolojik bir anlatması sebebiyle “Recep Baba’nın tarihi” yazmaktadır.
Tekkede Türkçe, Osmanlıca, İngilizce ve Arnavutça kitapların bulunduğu küçük bir de kütüphane mevcuttur.
Tekkenin yemek yenen salonu dahil istisnasız bütün odalarında Hz..Ali ve Hacı Bektaş Velî’nin resimleri mevcuttur.
Tekke binasının solunda bulunan sıra sıra evler ise tekkenin harcamaları için kiraya verilmektedir. Burada oturanlar ayrıca tekkenin hizmetinde de bulunmaktadırlar. Recep Baba’nın gömüldüğü türbe ise bahçenin içindedir. Bu türbenin Anadolu’nun her hangi bir yerindeki türbeden hiçbir farkı yoktur. Sanduka, üzerinde yeşil ayetler yazılı olan yeşil bir örtü ile kaplanmıştır. Recep Ferdi Baba belediyeden özel bir izinle tekkenin bahçesine gömülmüştür.
Frances Trix, Recep Baba hakkında kitabında şunları söylemektedir “Baba büyük bir otoriteye sahipti, tekkenin başıydı. Tekkeye gelen insanlar onu selamlamak için yanına giderlerdi. Bu selamlama el öpüp başa koymaktan ibaretti. Tekkenin üyeleri babanın avcunun içini öperken dışardan gelenler elinin üstünü öperlerdi. Onun bulunduğu odadan ayrılırken geri geri giderler ve eğilerek saygılarını gösterirlerdi. Bütün bu davranışların arkasında Baba’ya saygı ve sevgi vardı. Baba 21 yaşında dervişlik ve evlenmeme yemini etmiş, o zamandan beri kendine Allah’a adamış ve topluluğuna hizmet etmeyi sürdürmüştür” (Trix,1993: 3).
Recep Ferdi Baba, tekkesinde Arnavutluk’un güneyinde bulunan Gjirokater’deki Asım Baba tekkesi geleneği üzerine genel ve yaygın temayüllerin aksine alkol kullanımını da yasaklamıştı. Aynı şekilde Asım Baba tekkesinde de Ali Hak Baba tarafından alkollü içeceklerin içilmesi yasaklanmıştı (Clayer, 2004: 246)
Amerika’da bütün dini mabetler için gösterilen saygı, Bektaşi tekkesi için de gösterilmektedir. Bir gazetedeki beyanatında bundan bahseden Recep Ferdi Baba “Biz dergâhımızla iftihar ederiz. Bütün Bektâşi dergahları gibi bizim dergahımız da her millet ve dine mensup insanlar için daima açıktır” (Noyan, 1995: 58) demiştir. Bütün Bektâşi tekkeleri içinde bu tekke ve Recep Baba ayrı bir mevkiye sahiptir. Bu tekke Amerika’da Arnavutların birliği ve Bektaşi öğretisinin sesini duyurması açısından önemli bir görev icra etmektedir.
Çaldıran Savaşı(1514)
Çaldıran Savaşı(1514)
Osmanlı ordusu 22 Ağustos Salı günü Tebriz üzerine yürüyerek akşama doğru Çaldıran
alanına ulaştı. Osmanlı ordusu bu alanın kuzeybatı tepelerine arka vererek durdu. Vadiye hakim olan
doğu tepelerinde ise Şah İsmail’in çadırları görülüyordu. Yavuz selim o gece divanı topladı. Burada
hemen hücum etmek ile aç ve yorgun hayvanları 24 saat dinlendirmek şıklarından birisini tercih etmek
gerekiyordu. Çoğunluk orduyu dinlendirmekten yana idi. Sadece Defterdar Piri Mehmet Çelebi bu
görüşe katılmadı. Onun görüşü şöyle idi: “Eğer derhal savaşa başlanmazsa orduda özellikle akıncılar
arasında Alevi olan kimselerin düşmanla ilişki kurarak o tarafa geçmeleri, öyle olmasa bile isteksiz
savaşma ihtimalleri vardır. Buna meydan vermemek için şafakla savaşmaya başlanmalıdır.” Yavuz
Selim, “İşte yegane görüşü bulunan kimse… Yazık ki vezir olmamış” diyerek derhal hücuma
geçilmesini emretti(Hammer, 1990).
Şah İsmail’in 10. 000 kadar atlı zırhlı askerleri vardı. Atlı asker sayısı Safevi ordusunda daha
fazla iken Osmanlı ordusu ateş gücü bakımından Safevi ordusundan daha üstündü. Bütün bunlara
rağmen iki ordu güç bakımından birbirine denk görünüyordu(Ercan, 2002).
İki asker “Şah” ve “Allah” naralarıyla birbirlerine girdiler. Şah İsmail kendi idare ettiği hücumda
başarı sağladı. Yavuz’un sol cenahı artçı ordusuna kadar püskürtüldü. Fakat sağ kanada Beylerbeyi
Sinan Paşa, Ustaçlı-oğlu’nun düzenini bozmaya muvaffak oldu. Sinan Paşa’nın askeri saflarını
açacak yerde , düzenli şekilde toplara doğru çekilerek , zincirleri geçtiler. Bu hareket o kadar süratle
yapıldı ki, İranlılar birdenbire kendilerini topların önünde buldular. Topların önü açılır açılmaz Şah
İsmail safları arasına ölüm saçmaya başladılar. Bir an için savaş alanı ölülerle doldu. İlk ölenler
arasında Ustaç-oğlu’nun bulunuşu yenilgiyi tamamladı. Yavuz Selim bu tarafta üstün geldikten sonra
sol kanadın yenilgisini de onarması gerekiyordu. Subaylar, neferler Şah İsmail’in hızlı saldırışı
karşısında çekiliyorlardı. Padişah’ın emri üzerine yeniçeriler, arkasında siper almış oldukları
arabalardan kurulu seddi bozarak tüfek atmaya başladılar. Bu sırada Şah İsmail’in askeri gevşemeye
başladığı sırada Şah İsmail kolundan ve bacağından yaralanarak attan düştü. Bir Osmanlı süvarisi
elinde mızrağı ile Şah İsmail’in üzerine yürüdü, eğer Şah İsmail’in subaylarından birisi, kendisini feda
etmiş olmasaydı, Şah İsmail öldürülmüş olacaktı. Şahın yakınlarından Mirza Sultan Ali, Şah benim
diyerek askere doğru koştu ve esir edildi. Bu sırada Hızır adında birisi kendi canını tehlikeye sokarak
atını şah İsmail’e verdi. O savaşın kesin kaybedilmiş olduğunu görerek atını olanca hızıyla sürerek
savaş alanından kaçtı. Askerlerinden orada savaşmakta olanlarda ona uyarak kaçtıklarından savaş
alanı Osmanlı ordusuna kaldı(Hammer, 1990). Şah İsmail’in sevgilisi veya eşi Taçlı Hanım, Vidin
Sancak Bey’i Mesih Bey’in adamlarınca esir edilmiştir(Hammer, 1989).
İki taraf da Çaldıran’da çok kayıp vermiştir. Şah İsmail’in ordusundan 14 han, Yavuz
ordusundan da 10 sancak beyi savaş alanında hayata gözlerini yummuşlardır. Şah İsmail bütün gece
kaçarak ertesi günü şafak vakti Tebriz’e ulaştı, fakat kendisini başkentinde güven içinde göremediği
için Dergezen’e doğru çekilmeye devam etti(Hammer, 1989).
Ertesi günü sabah vakti Yavuz Selim, vezirlerinin ve askerlerinin resmi kutlamalarını kabul etti.
Daha ertesi günü padişah Tebriz üzerine yürüdü. Üç gün yüründükten sonra Tebriz’e ulaşıldı. Tebriz’e
girişin ertesi günü 6 Eylül 1514’te Sultan, Yakup Camii Kebir’ine giderek –hutbesi kendi adına okunan-
Cuma namazını eda etti. Bu güzel yapının tamirini emretti(a.g.e). Yavuz Selim, Tebriz’de 8-9 gün
kaldıktan sonra İstanbul’a dönüşünde Tebriz’de sanat erbabı, tüccar, şair gibi işe yarar bin haneyi
İstanbul’a getirdi. Bunların arasında Timur’un torunlarından Bediüzzaman da vardı(Uzunçarşılı, 1949).
Prof. Erol Güngör(1975)’e göre İstanbul’a gelenler arasında pek çok bilim ve düşünce adamı da
vardı. Bunlar Şah İsmail’in halkı kılıç zoruyla Şii yapma siyasetine karşı çıkıyorlar ve mezheplerini
değiştirmek istemiyorlardı. Hepsi İstanbul’da şereflerine uygun makamlara getirildiler.
Kış esnasında Yavuz Selim Amasya’da –İran Şahının kendisine kıymetli hediyeler getirmiş olanelçilerini
kabul etti. Elçiler Çaldıran Savaşı’nda sonra Padişah’ın eline esir düşmüş olan Şah’ın zevcesi
Sultan’ın hürriyetinin geri verilmesini rica etmekle görevli idiler. Yavuz onların isteklerini dinlemedi ve
elçileri tutuklattı. İkisi İstanbul’a ikisi de Dimetoka’ya gönderilerek orada hapse konuldular. Şah’ın eşi
olan Sultan da Taç-zade Cafer ile evlendirildi. Hammer’e göre, bu olaylarla milletlerarası hukuk
çiğnenmiştir. İslam Hukukuna göre de: Elçilere zeval yoktur. Yenilmiş olan asker İslam dininde
bulunduğuna göre, onun eşini üstün gelenin almasına da izin verilmemiştir(Hammer, 1990).
Çaldıran Savaşından önce Akkoyunlu devleti yıkıldığı için Diyarbakır Safevilerin eline geçmişti.
Çaldıran savaşından sonra Meşhur tarihçi İdris-i Bitlisi’nin aracılığıyla 25 kadar mahalli bey biraraya
gelerek Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler. Vaktiyle Akkoyunlu merkezi olan Diyarbakır böylece
Safevilerin elinden çıktı. Fakat Şah İsmail, Çaldıran’da ölen Ustaçoğlu Mehmet Han’ın kardeşi
Karahanı göndererek Diyarbakır’ı kuşattırdı. Halkın Yavuz Selim’den yardım istemesi üzerine
gönderilen Bıyıklı Mehmet Paşa ile Şadi Paşa komutasındaki kuvvetler gelince Karahan kaçtı ve
böylece Diyarbakır Osmanlı toprağı oldu ve Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır beylerbeyi olarak atandı
ve Karahan’ı takip etti. Mardin yakınlarındaki savaşta Karahan vuruldu ve başı kesilerek öldürüldü.
Böylece Güneydoğu Anadolu tamamen Osmanlı hakimiyeti altına girmiş oldu(Güngör, 1975).
Sonuç
Şah İsmail’in Anadolu’da kendisi için propaganda yaptırması ve zaman zaman buraya fiili
müdahalede bulunması, Yavuz Selim’in babasını tahtan indirerek yerine geçmesine ve ülkesinin
güvenliğini sağlayabilmek için Şah İsmail yanlılarına karşı çok sert ve acımasız tedbirler almasına
sebep olmuştur.
Yavuz Selim ile Şah İsmail arasındaki mücadele ve Çaldıran savaşı Anadolu’da Alevi-Sünni
ayrılığını derinleştirdi. Bundan sonra Anadolu’daki pek çok Alevi can güvenliği sebebiyle kent
merkezlerinden dağ başlarına çekilerek tecrit hayatı yaşadı, böylece pozitif bilgi ve dini bilgilerden
mahrum kaldılar. Daha çok geleneklere dayalı kulaktan dolma şifahi kültürle yetindiler. Bunda Erdebil
tekkesi ile Anadolu Alevilerinin ilişkilerinin kesilmiş olması da etkili olabilir. Gerçi başlangıçta bilim ve
tasavvuf eğitimi yapan bu tekkenin zamanla bunu önemsemeyip siyasete ağırlık vermesi sebebiyle
çökmüş olduğu söylenebilir.
Mehmet Kırkıncı(1990)’ya göre bu savaştan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasında kesin sınır
çizildi. Erdebil tarikatının Anadolu’da kalan mensupları, kendi dışındaki Müslümanların Ehl-i Beyt
sevgisinden mahrum oldukları şüphesine kapıldılar. Diğer gruplarla aradaki bu soğukluk zamanla
ihtilafa dönüştü.
Prof. Fuat Bozkurt(1993)’e göre Çaldıran Savaşının sonucu Osmanlı Devleti’nin başına büyük
sorunlar açmıştır. Bundan sonra Alevi veya Sünni bütün çiftçi halkın yaşadığı köyler ayaklanma
kaynağı olmuştur. Bundan tarikatçılar yararlanmış işşiz-güçsüz insanlar mezhep ayrılığı söz konu
olmadan ekmek parası bulabilecekleri ümidi ile isyancıların bayrağı altında toplanmışlardır. Bu durum
o dönemdeki Osmanlı ekonomisinin sanıldığı kadar güçlü olmadığını göstermektedir.
Anadolu’da yönetime yaklaştırılmayan fakir köylü Türkmenler ve tımarlarını kaybetmiş sipahiler,
ayaklanmalarını siyasal ve ekonomik sebeplere dayandırmayıp dinle(Alevilikle) açıklamışlar, Yavuz
Selim de buna karşı koyan hareketini dinsel bir temele(Sünniliğe) dayandırmıştır. Ayrıca her iki taraf
da hareketlerini meşrulaştırabilmek için bunu yapmışlardı. Çünkü dönemin referans çerçevesi sadece
dindi. O tarihlerde Türkmenlerinin ayaklanma ideolojilerini sosyalizm veya milliyetçiliğe dayandırmaları
beklenemezdi. Çünkü henüz bu ideolojiler doğmamıştı.
Burada bir garip tecelli dikkati çekmektedir. Çaldıran Savaşı sırasında Yavuz Selimle Şah İsmail
arasındaki mektuplaşmada Şah İsmail hep Türkçe yazarken, Yavuz selim yazdığı üç mektuptan ikisini
Farsça kaleme almıştı. Bugün ise Yavuz’un ülkesinde resmi dil Türkçe’dir. Buna karşılık Şah İsmail’in
ülkesi olan İran’da ise resmi dil Farsça olup orada yaşayan insanlar Farsça konuşup Farsça
yazmaktadırlar. Prof. Niyazi Öktem'(1995)e göre Anadolu Aleviliği Şah İsmail ile ortaya çıkmıştır.
İran’daki Şii mollalar için Şah İsmail(Hatai)’in hiçbir anlam taşımamaktadır.
Hammer, gerek Yavuz ve gerekse Şah İsmail’in elçilerini karşılıklı olarak öldürmelerini uluslar
arası hukukun çiğnenmesi olarak değerlendirmektedir. Bu galiba yanlış bir gelenek olarak günümüze
kadar ulaşmış olmalı ki, 20 ve 21. yüzyıl Türkiyesinde, “anayasayı bir defa çiğnemekle bir şey olmaz”
diyen cumhurbaşkanları ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin gizli oyla yapılmasını emreden yasaya
rağmen, bu seçimlerde oyunu açıktan kullanan Başbakanları görülebiliyoruz. Ayrıca hukuka uyulup
uyulmadığı konusunda Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki tartışmalara tanık olabiliyoruz.
Yine o dönemin dinsel inancına göre bir Müslüman’ın karısı diğer Müslüman’a cariye
yapılamamaktadır. Dönemin hukuk anlayışına göre de bunun aynı zamanda hukuka aykırı olması
gerekir. Buna rağmen Yavuz’un Şah İsmail’in karısını Taçzade Cafer’e cariye olarak vermesi,
Yavuz’un ya hukuka uygun davranmadığı ya da Şah İsmail’i Müslüman olarak kabul etmediği şeklinde
yorumlanabilir.
YENİÇERİ OCAĞI(14-19. Yüzyıllar)
Yeniçeri Ocağının Kuruluşu ve Gelişmesi
Osmanlıların Rumeli’yi ilk istilası sırasında fetihlerin devamının, sürekli ve muvazzaf bir ordu ile
mümkün olacağının anlaşılması ve Türklerden oluşan yaya kuvvetlerin yeterli olmaması ve bunların
bazı yolsuzluklara karışmaları göz önüne alınarak 1. Murat Bey zamanında Acemi Ocağı ve Yeniçeri
Ocağı adıyla Hıristiyan çocukların devşirilmesi suretiyle yeni bir askeri güç oluşturulmuştur. Yeniçeri
Ocağı Edirne’nin fethini takip eden günlerde(Uzunçarşılı, 1988) Anadolu Selçuklularındaki hassa
ordusu örnek alınarak Çandarlı Kara Halil Paşa’nın teklifi ve Molla Rüstem’in yardımıyla
kurulmuştur(Ünal, 1998).
Acemi oğlanlar ocağı, yeniçeri ocağına asker yetiştirmek üzere kurulmuştur. Seferlerde esir
alınan Hıristiyan gençleri belli bir eğitimden geçtikten sonra yeniçeri ocağına alınmaya başlanmıştır.
Anadolu’daki Türk çiftçi ailelerine verilip burada 3-8 yıl arasında kalıp Türkçe öğrenip Müslüman
olduktan sonra 1 akçe yevmiye ile Gelibolu Acemi Ocağına geçmeye başlamışlardır. Burada belli bir
eğitim alan acemiler daha sonra yeniçeri ocağına kaydedilirlerdi. İstanbul’un fethinden sonra burada
da bir acemi ocağı kurulmuştur(Ünal, 1998).
Acemi oğlanlar ocağını besleyen üç kaynak vardı. Birisi savaş esirlerinin beşte birisi, diğeri
devşirme yoluyla alınan Hıristiyan çocukları, bir diğeri ise kapıkulu mensuplarının çocukları yani kul
oğlanlarıdır. Devşirme memurları çocukları devşirirken o bölgenin kadısı, sipahisi ve köy kedhüdası vs.
hazır bulunurdu. Çocukların 14-18 yaşları arasında olanlar tercih edilirdi(Ünal, 1998). Ailenin tek
çocuğu olanlar, öksüz, yetim, çoban, kel, fodul, evli olanlarla Türkçe bilenler alınmazdı(Bozdemir,
1982). Kanun gereğince asil ailelerin çocukları tercih edilirdi. Yahudilerden devşirme alınmazdı(Ünal,
1998).
Yeniçerilik, Osmanlı ordusunun merkez kolunu oluşturan ve Türk askerliğini dış dünyaya
tanıtan; maaşlı, sürekli ve profesyonel bir ordudur. Bu niteliğiyle çağdaş orduların öncüsü ve habercisi
sayılabilir. Nitekim Yeniçerilik, bir çok Avrupa ordusuna örnek olmuştur. Başlıca özellikleri;
Osmanlıların egemenliği altındaki Hıristiyan halkların çocuklarından kurulan, ömür boyu bekar, aile ve
toplum bağlarından koparılmış, İslamlaştırılmış, sultanın kayıtsız şartsız emrinde olacak biçimde
yetiştirilmiş, seçkin bir askeri örgüttür. Bu örgüt, Osmanlı toplum ve devlet anlayışı üzerinde son
derece ciddi ve kalıcı etkiler bırakmıştır. Hatta ortadan kalktıktan sonra da onun simgelediği devlet ve
ordu anlayışının daha uzun süre yaşadığı söylenebilir(Bozdemir, 1982).
İlk olarak 1. Murad’ın Uç beylerini bağımsızlaştırarak yarı-feodal güç odakları oluşturmalarına
engel olmak için merkezi bir askeri güç kurmak istemesiyle başlatıldığı sanılan yeniçerilik yalnız
askere alma yöntemleriyle değil, aynı zamanda eğitimiyle de çağdaşlarından değişik bir askeri eğitim
uygulayarak dikkat çekmiştir. Bu askeri eğitim, eski Roma diktatörlerinin en sadık askeri olan
Preterienlerle günümüz robotlarını andıran bir savaşçı türünü yaratmaya yönelmiştir. Burada tam bir
meslek ordusu söz konusudur ve meslek ordularında görülen hizmetine girdiği otoriteye sonsuz itaat
olgusu burada en yüksek noktaya ulaşmıştır(Bozdemir, 1982).
Türklerin yerleşik düzene geçişle birlikte ortaya koydukları bir askeri örgüt olan yeniçerilik, eski
geleneklerinden bir ölçüde değişik bir nitelik taşımaktadır. Çünkü şimdiye kadar kendileri üstlenmiş
oldukları savaş işinin bir kısmını Yeniçerilerle birlikte başka halklardan topladıkları tutsaklara
gördürmeye başlayacaklardır. Burası son derece önemlidir. Devlet güvenliğini halk güçlerinin
katkısıyla sağlamak demek olan eski askerlik ve şimdiki sipahilik karşısında Yeniçerilik, toplumda
bütünüyle bağlarını koparmış, neredeyse toplum dışı bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Yalnızca toplum
dışı değil aynı zamanda toplumüstü bir varlık olarak, sipahilere oranla devlet ve toplum gözünde
onlardan daha üstün bir prestij kazanmıştır. Çünkü Neredeyse kutsal bir dokunulmazlıkla korunarak
devletin kilit noktasında bir konumda yer almıştır. Yabancı bir gözlemci, Jean Thevenot, “Yeniçeriye el
kaldıran birini ölümden kurtaracak zenginlik dünyada yoktur” demektedir(Bozdemir, 1982).
Seçilen Hıristiyan çocukları özel bir eğitimden geçirilerek kendi halk ve ailelerine bütünüyle
yabancı bir ideolojinin ve kişinin(sultan) hizmetine verilmektedir. Sonunda çarpıcı bir görünümle
karşılaşmaktayız: Balkanlardan toplanmış Hıristiyan ailelerin çocukları dönüp halklarına, belki de kendi
ailelerine karşı Türklerden daha gözü pek bir savaşkanlıkla saldırmakta, hatta Sultanı Türklere karşı
bile koruyacak ve Sultandan çok sultancı bir bağlılığın örneklerini vermişlerdir. Fakat henüz milliyetçilik
dalgasının kavrayıcı bir biçimde yayılmadığı, güvensizlik, karışıklık içindeki Avrupa’da Osmanlıların
bazen kurtarıcı ve geçim kapısı olarak da gördükleri olurdu. Onun için onların her zaman devşirmeyi
bir çeşit “kan vergisi” ve Osmanlıları zalim ve çocuk hırsızı görmediklerinin örnekleri vardır. Zamanla
yeniçerilik öylesine çekici bir iş olacaktır ki, pek çok Hıristiyan genci Büyük sultanın hizmetine
girebilmeyi bir düş gibi görecektir(Bozdemir, 1982).
Yeniçeri ocağının bayrağı ve müziği vardı. Yeniçeriler başlarına börk adı verilen beyaz keçeden
başlık giyerlerdi; börkün arkasında yatırtma denilen ve omuza kadar inen parça, yeniçerilerin ensesini
ve kısmen sırtını örterdi. Yeniçeriler börklerini eğri ve zabitleri ise düz giyerlerdi.(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçerilik Hıristiyan halklar için bir çeşit toplumsal yükselme olanağı yaratırken Türklerden,
bazıları çocuklarını Hıristiyan göstererek Sultanın ayrıcalıklı kulları arasına sızmaya çalışmışlardır. Bu
da gösteriyor ki artık Yeniçerilik Kurumu Türklerin Orta Asya geleneklerine bir anlamda kopukluk
getirmiştir. Eskiden Türklerin tekelinde olan savaşçılık mesleği bu kurumla yabancılara geçmiştir.
Üstelik sadece ordu ile sınırlı tutulmadığından devlet görevlerine yükselme olanaklarından yararlanır
olmuşlar hatta siyasal piramidin en yüksek zirvesine kadar yükselebilmişlerdir. Osmanlı Devletinde 3
Hırvat, 2 Rum, 2 ermeni 2 Arnavut, 1 Rus, 1 Macar ve 1 İtalyan sadrazam olarak görev
yapmıştır(Bozdemir, 1982).
1560 yılından sonra İstanbul dışında sancaklarda da yeniçeri garnizonları kuruldu. Böylece
kapıkulu ordusunun nüfuz ve etkisi Anadolu’ya da yayılmış oldu. Öte yandan yeniçeriler başkentteki
iktidarı tayin eden en başta gelen unsurdu. Fatih’in ölümünden sonra II. Beyazıt’ın tahta geçmesinde
önemli rol oynadılar ve kullardan başkasını devlet yönetimine getirmeme konusunda ondan söz aldılar.
Yavuz’un başa geçmesini de yeniçeriler sağladı. Başlangıçta şartlar Yavuz’un tamamen aleyhinde
görünürken yeniçerilerin ısrarı sonucu tayin etti(Ünal, 1998).
Bu ayrıcalıklar giderek yeniçerileri devlet içinde en etkin topluluk konumuna yükseltmiş ve saray
içinde güç dengelerinde karar merkezi durumuna getirmiştir. Öyle ki, ortadan kaldırılmaları gereği
anlaşıldığında bunun gerçekleşmesi için ayaklanmalar, sultan değişiklikleri vb. ciddi devlet sorunları
yaratmışlardır(Bozdemir, 1982).
Bazı kaynaklarda yeniçeri ocağını bizzat Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu belirtilse de bu doğru
değildir. Çünkü Hacı Bektaş Veli 1270-71 yıllarında ölmüştür. Yeniçeri Ocağı ise 1363’te
kurulmuştur(Noyan, 1998).
Ocağa alınan bireylerin adları, künyesi ve şekilleri ile yevmiye miktarları, Miktar-ı kütük denilen
ana deftere kaydolunur, bu suretle ocağa gelişi güzel adam alınmazdı(Uzunçarşılı, 1988).
Askerlik sürekli olduğundan ocak bireyleri ilk dönemlerde bekar idiler. Onun için bunlara özel
odalar yaptırılmıştı. Her yeniçeri odasının yani bölüğünün orta bireylerine mahsus oda denilen koğuşu
ve daireleri vardı. İlk yeniçeri odaları, Edirne’de bulunuyordu(Uzunçarşılı, 1988).
Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı olan Yeniçeri Ocağı bireyleri savaşlarda hükümdarın
bulunduğu merkez konumda bulunurdu. Savaş zamanında hükümdar bunların arkasında ve ortasında
at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın çevresinde bulunup onu
korurlardı(Uzunçarşılı, 1947).
Yeniçerilikte Askeri Eğitim ve Zabitler
Yeniçeri askeri eğitimin temelleri, eski Türk geleneğinden alınmıştır. Öyle ki, Ortaasya’dan gelen
kazan ve ocak gelenekleri Yeniçeriliğin terminolojini oluşturmaktadır. Askeri rütbeler bile mutfak
sözcüğünden alınmıştır. Tek örgütsel yenilik, eskiden daha çok atlı askerlik egemen iken Yeniçerilerle
birlikte piyade savaşçıların orduda yerlerini almasıdır(Bozdemir, 1982).
Yeniçeriler sıkı bir eğitim görürlerdi. Ok, yay, kılıç, balta ve gürz gibi çağın silahlarını en iyi
şekilde kullanırlardı. XV. Yüzyılın ortalarından itibaren tüfek de kullanmaya başladılar. Bu konuda II.
Beyazıt büyük gayret gösterdi ve yeniçerileri ateşli silahlarla donattı. Yeniçeriler piyade olarak
savaşırlar ve savaş sırasında merkezde, padişahın yanında bulunurlardı. Padişah sefere gitmeyip
veziriazam veya vezirlerin birisi sefere gönderildiğinde yeniçerilerin bir kısmı buna katılırdı(Ünal,
1998).Cephede kendilerine siper kazmak için cebeci ocağı tarafından kazma ve kürek
verilirdi(Uzunçarşılı, 1988).
İlk kurulduğu sırada 1000 kişilik bir kuvvet olan yeniçeriler 100″er kişilik birliklere ayrılmış ve bu
birliklere yayabaşı denilen subaylar atanmıştır. Bu durumda ocak ilk kurulduğunda 10 ortadan(bölük)
ibaretti. Daha sonra cemaat de denilen bu yaya bölüklerinin sayısı 101’e çıkmıştır(Ünal, 1998).
I. Murat zamanında sekban bölükleri teşkil olunmuştur. Fatih devrine kadar yeniçeri ocağından
ayrı bir teşkilata sahip olan sekbanlar 1451’den sonra ocağın cemaat ortalarına dahil edilmişlerdir.
Sekbanların komutanına sekbanbaşı deniliyordu. Sekbanların asıl görevi av için tazılar beslemek,
padişah ava gittiğinde ona eşlik etmekti. Çoğunlukla yaya olan sekbanların bir kısmı da süvari idi(Ünal,
1998).
XV. asrın sonlarında ise bölükler ve ağa bölükleri ihdas edilmiştir. Her bölükte 50 kişi mevcut
olup toplam 61 orta teşkil edilmişti. Bölüklüler denen bu zümrenin kumandanı Baş Bölükbaşı idi.
Böylece 101 cemaat, 34 sekban ve 61 ağa bölükleri olmak üzere toplam yeniçeri orta ve bölüklerinin
sayısı 196 idi(Ünal, 1998).
Yeniçeri komutanına yeniçeri ağası denirdi, protokolda sadrazamın da önünde bulunan yeniçeri
ağası, arza ondan önce girerdi. Çünkü yeniçeri sadrazama değil doğrudan padişaha bağlıydı. 1451’e
kadar ocaktan yetişenler arasından çıkan yeniçeri ağaları sonraları sekbanbaşılardan tayin edilmeye
başlandı. XVI. ve XVII. yüzyıllardan sonra yeniçeri ağalarının bir çoğu sonradan sadrazam
olmuştur(Ünal, 1998).
Yeniçeri ağasından sonra seksanbaşı ocağın en büyük subayı idi. Üçüncü büyük amir ise kul
kethüdası idi. Onu zağarcıbaşı, seksoncubaşı, turnacıbaşı ve 4 adet hasekiler takip ediyordu. Yeniçeri
taburlarına orta denirdi. Binbaşı rütbesindeki ortaların komutanına ise çorbacı denilirdi. Bundan
başka kethüda odası, vekil harç ve bayraktar denilen subaylar vardı(Ünal, 1998).
Yeniçerilerin Diğer Görevleri
Yeniçeriler savaş zamanları dışında çeşitli koruma görevleri yaparlardı. Başta İstanbul olmak
üzere şehir ve kalelerdeki yeniçeriler, bulundukları yeri korumakla görevli idiler. Ayrıca yangın
söndürme, emniyeti sağlama görevleri vardı(İpşirli, 1998).
Yeniçeriler İstanbul’da bulundukları zaman içtima günlerinde nöbetle divan-ı Hümayun
muhafızlığı yaparlar. Yeniçerilerin kalelerdeki muhafızlıkları üç sene sürer ve bu görevleri sırasında
maaşları dışında yevmiye de verilir(Uzunçarşılı, 1988).
Kapıkullarının hakimiyeti sadece başkentle sınırlı kalmadı. Vergi toplamak ve devlet işlerini
yürütmek gibi görevlerle memleketin dört bir yanına yayılarak eyaletlerde çiftlikler kurdular ve sürüler
beslediler. Vergiden muaf olduklarından ticarete başladılar. Zamanla eyaletlerdeki gelir kaynaklarına
da el attılar ve iltizam işleriyle uğraşmaya başladılar. XVII. Yüzyılda taşradaki yeniçerilerin zulmünden
bıkan halk, onlara karşı yer yer isyan ettiler. Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa(1623-28)
yakaladığı yeniçeriyi öldürttü(Ünal, 1998).
Yeniçerilerin Oda Kıdemleri ve Terfileri
Yeniçeriler; yeteneklerine ve savaşta gösterecekleri gayrete göre terfi ederlerdi. Zamanla
yeniçeri ağalığına ve hatta devlet kademelerinde sadrazamlığa kadar yükselebilirlerdi.
Yılda bir elbise ve üç ayda bir yevmiye hesabı üzerinden ulufe denilen maaş alan yeniçeriler,
kapıkulu ordusunun en itibarlı birlikleri arasında idi. Padişahın kendisi de 1 numaralı yeniçeri idi(Ünal,
1998). Yeniçeri yaşlanınca emekli olurdu. Öldüğünde evli olup çocukları varsa onlara büyüyünceye
kadar yetim maaşı verilir ve sonra ocağa alınırdı. Bir organını kaybeden yeniçeri rütbesi ne olursa
olsun iki kat maaş alırdı(Uzunçarşılı, 1988).
Daha önce hiç evlenmeyen yeniçerilerin sadece yaşlılarına Yavuz selim zamanında
evlenmelerine izin verildi. Fakat bu zamanla gençlere de yayıldı. Kuloğlu denilen yeniçeri çocukları
doğrudan Acemi Ocağına alınmış ve kendilerine ulufe bağlanmıştır. Ölen yeniçerinin malları orta
sandığı veya kara sandık denilen yere alınır. Bunun gelirleri ocağın ihtiyaçlarına sarfedilirdi. Varisleri
varsa malları ona da intikal edebilirdi(Uzunçarşılı, 1988).
Ortak kaderi paylaşan yeniçeriler arasında güçlü bir dayanışma vardı. Nitekim padişahın kendisi
de 1 numaralı yeniçeri olmasından dolayı o yeniçerileri, yeniçeriler de onu korurlardı. Yeniçeriler
arasında disiplin hakim iken bütün varlıklarıyla padişaha bağlı idiler; hükümdarı, kendi velinimetleri
bilirler, padişah da onlara kulum diye hitap ederdi. Harp esnasında padişahı korumayı kendileri için en
büyük görev ve şeref bilirlerdi. Ayrıca yeniçeriler, özürlü arkadaşlarına kendi aralarında para da
toplarlardı(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeriliğin Bektaşilikle İlgisi
Osmanlıların ilk zamanlarında Edebali, Ahi Hasan, Candarlı Kara Halil, Şeyh Mahmut gibi
nüfuzlu Ahi tarikatı mensupları Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda çok önemli rol
oynamışlardır(Uzunçarşılı, 1984). Osman Gazi kılıcını Ahi usulüne göre kuşanmış ve Orhan Gazi ise
Ahiliğin önemli bir savunucusu olmuştur(Akgündüz, 1999). I. Murat’ın da bizzat Ahi reisi olduğu
gözönüne alındığında Osmanlı Devleti’nin Ahilik üzerine kurulduğu açık bir şekilde
görülmektedir(Uzunçarşılı, 1949).
Yaklaşık 15. Yüzyılın ilk yarısı içinde genel adı Babai olan tarikatın asıl adını bırakarak Babai
Şeyhlerindean Hacı Bektaş Veli’nin adını alıp Bektaşilik adı altında yayılmaya başlarken, Ahilik artık
eski gücünü kaybetmiş bulunuyordu. Başlangıcı Ahilik üzerine kurulan yeniçeri ocağı bir süre sonra
Bektaşiliğe tabi olmuştur(Uzunçarşılı, 1988).
Prof. Fut Bozkurt(1993)’a göre Osmanlının Bektaşiliği seçmesi Şeyh Edebali ile olan ilişkisine
dayanır. Şeyh Edebali Eskişehirde tekkesi bulunan bir dervişti. Osman Bey, Şeyh Edebali’nin kızı ile
evlenmiştir. Edebali hem Ahilerin şeyhi hem de Baba İlyas’ın halifesi idi. Böylece Osmanlı Ahilerin
etkinliğinden yararlanmıştı. Ahiler ise Hacı Bektaş tekkesiyle sıkı bağlantı içinde idiler, Böylece hem
Ahi Ocağının hem de Hacı Bektaş Tekkesinin desteğini sağladı.
Yeniçeriliğin Bektaşilikle ilgileri ocaklarının kapatılmasına kadar sürmüştür. Bunların ocaklarına
Ocağ-ı Bektaşiyan; kendilerine de Taife-i Bektaşiye, Güruh’u Bektaşiye, ocaktaki terfi derecelerine
göre silsile-i Tarik-ı Bektaşiyan gibi tabirler kullanılırdı(Uzunçarşılı, 1988).
Her ne kadar Hacı Bektaş Veli ile Orhan Gazi aynı dönemlerde yaşamamış olsalar da ocağın
kuruluşu ile ilgili şöyle bir rivayet anlatılmaktadır: “Bektaşilikle yakından ilgilenen ve onlara sempati
duyan Orhan Gazi, devşirme çocuklardan kurulu orduya kutsal bir özellik vermek için bunlardan bir
grubu alarak Sulucakarahöyük’e götürdü ve Hacı Bektaşi Veli’den haklarında dua ve niyaz etmesini
istemiştir. Hacı Bektaş Veli, çocuklardan birisinin başına elini koyarak “Bunların adı yeniçeri olsun,
Cenab-ı Hakk. Yüzlerini ak, kılıçlarını keskin eylesin”, diye dua etti. Daha sonra Hacı Bektaş pir
evinden kutsal bir kazan alındı ve yeniçeri ocağına götürüldü, bu kazan sonraki yıllarda yeniçerilerin
çeşitli haksızlıklara tepki olarak kaldırdıkları kazandır(Noyan, 1998).
Yeniçeri duası şöyledir: ” Allah Allah illallah, baş üryan, sine püryandır. Kulluğumuz padişaha
ayan; üçler, beyler, yediler, kırklar, gülbang-ı Muhammed-i Nur-i Nebi, kerem-i Ali pirimiz, sultanımız
Hacı Bektaş Veli demine devranına Hu, diyelim, Hu…”(Noyan, 1998).
Hacı Bektaş Dergahında bulunan baba ölünce, yerine geçen yeni baba İstanbul’a gelir, bu
babayı Bektaşi ocağına bağlı olan yeniçeriler karşılayarak bir alay meydana getirirler ve ona ağa
kapısına götürürlerdi. Yeniçeriler Ağası 12 dilimli tacı yeni babanın başına geçirirdi. Buradan da alay,
babayı Bab-ı Ali’ye götürürdü(Şener, 1989).
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Bektaşi tarikatı yasaklanmıştır. 60 yıldan önceki
yapılmış tekkeler dışındaki bütün tekkeler yıkıldı ve Bektaşi ileri gelenlerinden birkaçı idam, bazıları
ise Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgün edildiler. Bektaşilik yönetim çarkının dışına itildi, inanç töre ve
eski hoşgörü kalkmıştı (Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeri Ocağının Bozulması
Yeniçeri ocağı kuruluşundan itibaren 16. Yüzyılın son yarısına kadar aşama aşama gelişerek
olgunlaşmış ve bu asrın ortalarında bütün örgütü ile tam ve olgun bir hale gelmiştir. Ocağın düzeninin
bozulmasında birinci derecede güçlü elin ocak üzerinden kalkması; iltimas, iltizam ve himaye ile
yeniçeri ocağına kanun dışı adam alınması ve bir de makam ve mevki hırsı ve can kaygısıyla vezir
ağalarının kendi arzularına hizmet etmek üzere ocağı isyan için tahrik etmeleri bir sebep
olmuştur(Uzunçarşılı, 1988).
Tarihte görülen ilk yeniçeri hareketi 1444 senesinde Edirne’de olmuş ayaklanıp II. Murat’ı
hükümdar yapmışlardır(Uzunçarşılı, 1988).Yeniçerilerin ilk isyanları Fatih zamanına kadar uzanır. Bu
isyanın sebebi, padişah ile sadrazam arasındaki nüfuz mücadelesi idi. Fakat genç padişah bu isyanı
bastırdığı gibi Çandarlı Halil Paşayı bertaraf ettikten sonra kapıkulu ordusunu, devleti genişletmek ve
merkezileştirmek için etkili bir şekilde kullandı. XV. ve XVI. Yüzyılda genellikle dirayetli padişahlar
tahta geçtiğinden yeniçeriler isyan edemediler(Ünal, 1998).
Çaldıran seferine giderken yeniçerilerin vükela’nın ocağı tahrik ederek geri dönmek üzere
ayaklanmaları ve padişahın otağına kurşun atacak kadar ileri gittikleri görülmüştür. Ayrıca devleti idare
eden vezirlerin durumlarını güçlendirmek için ocakları tahrik ettikleri 16. Yüzyılın son yarısından
itibaren adeta bir silsile halinde devam etmiştir(Uzunçarşılı, 1988).
Kanuni’den sonra padişahların yeniçerilerin başında savaşa katılmamaları yeniçeri ocağında
disiplinin bozulmasına ve bu ocağın zayıflamasına yol açmıştır. Nitekim padişahı korumakla görevli
yeniçeriler Haçova meydan muharebesinde padişahı yalnız bırakmışlardı(Uzunçarşılı, 1988).
17. yüzyılda yeniçeri ocağı ile saray arasında çeşitli ihtilaflar ortaya çıktı. İlk ıslahatçı padişah
olarak bilinen Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesi bu ihtilafların sonuçlarından birisi idi.
Yeniçeriler 17. Yüzyılda büyük bir güç oluşturarak istemedikleri padişahları, sadrazamları tahtan
indirebiliyorlardı. Yeniçerilerin kazan kaldırması uzun bir dönem boyunca yönetim için en tehlikeli
olaylardan birisi idi(Şener, 1989).
I. Murat zamanında konulan mutlak itaat usulü, Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar
devam etti ve bu dönem içinde ocakların kanunları kontrol altında tutulduğu için yolsuzluğa meydan
verilmemiştir. Ocağın disiplinin bozulması III. Murat zamanında başlar. Bu dönemde yeniçeriler
arasında esnaf olanlar ve evlenenler görülmeye başlamıştır. Bunların esnaflıktan yasaklanmaları için
bir taraftan kanunlar çıkarılırken diğer taraftan III. Murat bu kanuna aykırı olarak dışarıdan bazı
sanatkarların yeniçeri olmasını idare ediyordu(Uzunçarşılı, 1988).
Bundan başka rüşvet ve iltimasla genç ve dinç bir takım kişiler korucu yapılmaya başlanmış ve
hatta II. Selim zamanında başlayan bu yolsuzluktan dolayı yeniçeriler hükümdara şikayette
bulunmuşlardı(Uzunçarşılı, 1988).
Asker sınıfı dışından halk ve köylülerden adam alınması, vergi ve rüsumdan muaf tutulmak
amacıyla yeniçeri olmak isteyenleri, bazı zabitlerin rüşvetle yeniçeri kaydetmeleri ve ölen yeniçerilerin
isimlerinin bildirilmeyerek hazineden onların adına maaşlarının alınması gibi sebeplerle yeniçeri ocağı,
bozulmuştu. 1768 Rus savaşından sonra artık iyice bozulan yeniçeri ocağının Halil Hamit Paşa
zamanında düzeltilmesine dair bazı girişimler olmuşsa da bu gerçekleşememiştir(Uzunçarşılı, 1988).
1787’de Rusya ve onun müttefiki olan Avusturya’ya açılan savaşın 5 sene sürmesi zaten bozuk
olan ocağa önemli bir darbe daha vurmuştu. Yeniçeri ocağında savaşa gitmeyip efendilerine hizmet
edenler bol yevmiye alırken düşman karşısında savaşan yeniçeri az yevmiye alıyordu. İsmen mevcut
olan fakat cismen mevcut olmayan bu insanlar maaşlarına düzenli olarak alıyorlardı. Bu yolsuzlukların
önüne geçilmek istendiğinde de çıkarlarına zarar gelecek olan ocak ağaları tahriklerle kanlı olaylara
sebep oluyorlar ve yeniçeri ocağının düzeltilmesine kimse cesaret edemiyordu(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçerilerin artık işe yaramayacaklarını ve ıslah edilemeyeceklerini kesin olarak anlayan III.
Mustafa olmuştur. Disiplin iyice bozulmuştu yeniçeriler sokaklarda nara atarak yürüyen bir serseriden
başka bir şey değildi. Bunu bilen padişah yeni bir askeri teşkilata ihtiyaç duyulduğu için eğitimli bir
asker kurmuştu. Bu durumdan yeniçeriler hiç memnun değillerdi. Bununla beraber II. Selim
Anadolu’nun bazı yerlerinde Nizam-ı Cedid adıyla bir ordu kurmuştu. Fakat bir darbe ile II. Selim
öldürülüp Nizam-ı Cedid dağıtılmıştı. Yine II. Mahmut’un cülusu ve Alemdarın sadrazamlığı sırasında
Sekban-ı Cedid adıyla yeniçerilerden ayrı eğitimli bir asker ocağı oluşturulmuştu. Bu da Alemdarın
ölümü ile kaldırıldı. İşte iki defa oluşturulan eğitimli asker kanlı olaylarla kaldırılınca yeniçeriler iyice
şımarmışlar ve 18 sene süren bu devirde her dediklerini yaptırmışlar ve her işe müdahale
etmişlerdi(Uzunçarşılı, 1988).
II. Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra iyice şımaran yeniçeriler IV. Murat’ın
işleri eline almasına kadar hükümet işlerine de müdahale ederek ne istedilerse yaptılar ve yaptırdılar;
sarayı basıp II. Osman’ın yerine akıl hastası Mustafa’yı ikinci defa hükümdar yaptılar, sonra onu indirip
IV. Murat’ı geçirdiler. Bu durum ocağın ne derece bozulduğunu gösterdiğinden güçlü bir icraat ile
bunun önüne geçilebilirdi. IV. Murat bizzat takip ederek kapıkulu ocaklarına göz açtırmadı, küçük bir
harekete ağır ceza uyguladı, onun zamanında Kara Mustafa’nın himmetiyle hem asker mevcudu
makul şekle indirildi hem de para ayarı düzeltildi(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeri Ocağının Kapanması
II. Mahmut zeki bir devlet adamı idi ve tarihten gerekli dersleri almıştı. Hemen bu örgütü
kaldırmayı denemedi ve 17 yıl bekledi. Önce askerlerini ocağından seçerek ve Şeyhül İslam Tahir
Efendi’den kapatma fetvasını alarak Mayıs 1825’te Eşkinci Ocağı denilen eğitimli ve düzenli bir
ordunun çekirdeğini oluşturdu. Artık yeniçeriler bütün propagandalarına rağmen ulema da dahil bütün
destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu arada başta yeniçeri ağası Celalettin Ağa olmak üzere kendi
ağalarının çoğunluğu da padişahın yakın adamları ve Nizam-ı Cedid’in taraftarları idiler. Gönüllü
yeniçerilerden oluşan bu askerler eğitime başlayınca yeniçeriler adetleri üzerine kazan kaldırıp isyan
ettiler(Akgündüz, 1994).
Artık her istediğini yaptıran yeniçeriler; ocağın kapanmasına kadar kadın ve erkeklere
saldırmak, birbirleriyle mücadele etmek, haraç kesmek, meyhanelerde rezalet çıkarmak gibi
hareketlerde bulunmuşlardır. Bunlardan korkulduğu için de kimse sesini çıkaramamıştır. Yalnız II.
Mahmut metanetini bozmayarak ocağı kapatmak için hazırlanıyordu. Padişah ocakta kendisine sadık
kalacak adam arıyordu. Bundan dolayı da sık sık ağaları değiştiriyordu. II. Mahmut’un seçtiği ocak
ağalarından Ruscuklu Hüseyin Ağa idi. Hüseyin Ağa işe ocak ustalarından başlamış, ocakta ileri
gelenleri temizlemişti. Daha sonra suikasta kurban gitmemesi için Hüseyin Ağa görevden
alınmıştı(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeri Ağasına suikast düzenlemek için 1826 Haziranında toplanan yeniçeriler, ağayı
bulamayınca ağa kapısını yağmalayıp et meydanında toplanmaya başladılar. 1000 kadar yeniçeri
sadrazamın hazinesini yağmaladılar. Bunun üzerine sadrazam saraya gitmiş, durumu padişaha anlatıp
çevreye haberler yollanarak adam toplanmıştır. Sultan Mahmut Sancağı Şerifi sadrazama verdi.
İstanbul’un Eyüp, Üsküdar, Galata taraflarına tellallar gönderilerek ehl-i İslam olanlar Sancağı Şerif
altında toplansınlar, diye halk saraya davet edildi. Bu sırada 3 bin kadar medrese öğrencisi ve halk
sarayın önünde toplandı. Yeniçeriler halkın toplanmasına engel olamıyorlardı. Halka silah dağıtıldı,
halk yeniçerilere saldırıp onları mağlup etti ve yakalanan yeniçeri başı idam edildi(Uzunçarşılı, 1988).
Daha sonra yeniçeri kışlaları topa tutulmuş ve birkaç saat içinde bütün kışlaları yerle bir
edilmiştir(Bozkurt, 1993). Tarihte bu olay, Vakay-i Hayriye olarak adlandırılmıştır. Yeniçerilerin 4-5
saat içinde dağıtılması herkesi hayret içinde bırakmıştır(Uzunçarşılı, 1988).
Sonuç
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı Devletinde muvazzaf bir ordu oluşturmak maksadıyla I. Murat Bey
zamanında Hıristiyan çocuklar devşirilmek suretiyle Edirne’nin fethinden hemen sonra Çandarlı Kara
Halil Paşa’nın desteğiyle kuruldu. Yeniçerilik bir çok Avrupa ordusuna örnek olmuştur. Bu örgüt,
Osmanlı toplum ve devlet anlayışı üzerinde kalıcı etkiler bırakmıştır.
Yeniçeriler, Osmanlı Devleti’nin güçlü bir devlet olmasında ve devlet otoritesinin kurulmasında
önemli görevler üstlenmişlerdir. Fakat devletin çöküşüne paralel olarak onlar da bozulmuş üzerlerine
düşen görevleri yapmamışlardır. Bundan başka siyasete karışarak padişah ve sadrazamları görevden
almak ve onları göreve getirmek gibi kendileriyle ilgili olmayan konularla uğraşmışlardır. Sonunda
varlıkları devlet için bir problem haline gelmiş ve her kurum gibi fonksiyonlarını yitirdiği için
kapatılmıştır.
Hacı Bektaş dergahındaki baba ölünce yeni baba İstanbul’a gelir, bunu Bektaşi ocağına bağlı
olan Yeniçeriler bir alay meydana getirerek bir tören düzenlerlerdi. Yeniçeriliğin kaldırılması ile Bektaşi
tarikatı yasaklanmış, Bektaşi tekkelerinin bir kısmı yakılmış bazı üyeleri idam edilmiş, bazıları da
Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgün edilmiştir. Bunun sonunda Bektaşi töresi bozulmuştur.
GENEL SONUÇ
Bu araştırmada Aleviliği oluşturan tarihsel ve sosyal olaylara bir bütün olarak bakılmaya
çalışılmıştır. Amaç, tarihi yargılamak değil yapılan hataların farkında olmak ve bunlardan gerekli
dersleri çıkarabilmektir. Zaten sosyoloji biliminin amaçlarından birisi de budur. Ayrıca sonuçta bir
ölçüde de olsa tarih felsefesi yapılmaya çalışılmıştır. Tarihin olguları incelemesine karşılık tarih
felsefesi, olması gerekenler üzerinde de durur. Yani olaylar başka türlü olsalardı nasıl bir sonuç
çıkabilirdi? vb.
İslam tarihinde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki halifelik mücadelesi, Mekke’de İslam öncesindeki
Haşimi-Emevi çatışmasına bir çeşit dönüş idi. Emevi sülalesinden olan Halife Osman’ın valiliklere ve
devletin çeşitli kademelerine kendi akrabalarını getirmesi bu çatışmanın yeniden alevlenmesine ve
ölümünden sonra da iyice gün ışığına çıkmasına yol açmıştır. Sonra Hz. Ali’nin halife olmasını
Muaviye kabul etmediği için ikisi arasında Sıffın Savaşı yapılmış ve tam Hz. Ali’nin galip geleceği
sırada Muaviye bir hile düşünerek askerlerin kılıçlarına Kur’an sayfalarını taktırmıştır. Hz. Ali
taraftarlarından bazıları, biz Kur’ana kılıç çekmeyiz, diyerek savaştan vazgeçmişler ve halifelik işi
hakeme bırakılmış bu da bir çözüm getirememiştir. Hz. Ali’nin ölümünden sonra halifeliği Muaviye ele
geçirdi, onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Yezid’in askerleri Hz. Hüseyin’i Kerbela’da şehit
etmişlerdir. İşte bu olaylar Alevi-Sünni zıtlığının tarihsel temellerini oluşturmuştur.
Hz. Muhammed’in sağlığında Müslümanlar arasında bu dini anlama ve yorumlamada pek fazla
bir farklılık yoktu. Başlangıçta tamamen siyasal sebeplere dayanan Ali ve Muaviye taraftarlığı zamanla
dinsel anlayışta da kendisini göstermiştir.
Anadolu’daki Alevi-Sünni farklılaşmasının tarihsel temelleri ise Anadolu Selçuklular dönemindeki
Babai ayaklanması, Osmanlılar dönemindeki Şeyh Bedrettin, Şah Kulu isyanları ile Yavuz Selim-Şah
İsmail arasındaki mücadele ve Çald
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.