Blog Arşivleri

Hakikate Erenlerin Bahçesi (Başköylü Hasan Efendi)

Hakikate Erenlerin Bahçesi (Başköylü Hasan Efendi)
Hakikate Erenlerin Bahçesi ERZİNCAN / Çayırlı (1) ilçesi yakınlarında adı Başköy (2) olan eski bir yerleşim yeri vardır. Başköy Erzincan´a 145, Çayırlı ilçesine yaklaşık 25 km. mesafededir ve ilçenin kuzeyine düşer. Eskiden Bayburt / Gümüşhane kısmen buradan geçen yol üzerinden sağlanıyordu.Erzincan’ın kuzeyindeki sarp Keşiş Dağları (3) üzerinden ulaşılmak istendiğinde Erzincan´a uzakliği 45 km civarına inmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından sonra uzun bir dönem Çayırlı´ya bağlı bir Nahiye olan Başköy, ulaşım elverişsizliği, tarım ve hayvancılığın son yıllarda önemini yitirmesi sonucu hane sayısı küçülerek 15 haneli (4) küçük bir köy durumuna gelmiştir. Dağları çıplak, etekleri sulak olan bu engebeli ve şirin coğrafyanın günümüzdeki en önemli özelliği köyün girişindeki küçük ve yeni Türbedir. Başköylü Hasan Efendi´nin Türbesi olarak anılan bu mabet, özellikle yazın hergün üzerinde kurbanlarin kesildiği, dileklerin tutulduğu, bir birlerini hiç tanımayan insanların kaynaşmasına vesile olan bir ziyaretgahtır. Genellikle koçlarin kurban edildiği (5), lokmaların dağıtıldığı, niyaz ve dileklerin edildiği türbe köyün girişindeki mezarlığın sol tarafinda küçük bir tepe üzerindedir. Hasan efendi (6) olarak bilinen bu zat Erzincan ve çevresindeki Alevilerin Dede geleneğinden gelmektedir.Bu coğrafyanın Dede´lerinin hepsinden daha tanınmış, saygınlığı, güvenirliliği ve otoritesi bu coğrafyanin ötesine taşmıştır. (7) Bu yüzden de Başköy denince ilk akla gelen Hasan Efendi olmuştur. Hasan Efendi 01 Temmuz 1973 tarihinde Hakka yürüdü. Doğumu Hicri 1312, Miladi 1894 / 95 yıllarıdır. Hakka yürüdüğü tarihde yaşının 80 civarında olduğu görülüyor. Uzun saçlari ve sakalı vardi. Saçlari örülü ve başına taktığı Fes´e benzeyen baslığın altında toplanıyordu. Uzun boyu ve davudi bir sesi vardi. Uzun yıllar kendi deyimi ile HALKI AYDINLATMAK ve İKRARINI HATIRLATMAKiçin yörede ki tüm köy ve kasabaları dolasmıştır. Kendisine güvenen ve inanan insanların ona verdiği para, eşya, giysi gibi sadakalari hemen yanıbaşında yoksul insanlara dağıtırdı.(8)Hasan Efendinin aldığı sadakaları yöre Dede´lerinin genellikle yaptıklarından farklı olarak yanındaki yaşlı, yoksul ve yardıma muhtaçlara dağıtması onu çok saygın bir konuma getirir. Bir çok Dede bu uygulamadan rahatsız olur ve ona cephe alır. Ancak ilk başlarda bu konuda yanlız olmasına rağmen kendini tüm halk kesimlerine kabul ettirir. Başlangıçda karsı çıkan Dede´lerde süreç içinde pratiğine katılmamakla birlikte ona saygı duymaya başlarlar.Hatta yöredeki Sünni Hanefi inancına mensup insanlar üzerinde bile müthiş bir saygınlık kazanır. Zamanla hiç bir kimse açıktan kendisine cephe alamaz duruma gelir.Ve saygınlığı Erzincan yöresinin çok ötesine taşarak,Tunceli´den Sivas´a, Erzurum´dan Tokat´a kadar uzanan bir alanda tanınan bir Dede olarak toplumda ki yerini alır. Hasan Efendi yöre Dede´lerinin bir coğunun yaptığı Cem ayininde ATEŞ YALAMA ve KERAMET gösterme geleneğine itibar etmeyen az sayıda ki Dede´lerden biridir. “Kerameti Yezid´e, Mervan´a gösteriniz ki Hak yolunu görsünler, İnanan insann gösterişe ihtiyacı yoktur” derdi. Ancak buna rağmen söyledikleri ve önerdikleri şeyler her zaman doğru çıkmıstır. Kimileri bunu insanın 6. hissi olarak açıklasa da bir anlamda Diyalektik Materyalizmin sınırlarını zorlayan bir pratik söz konusudur. Bu anlamda Keramet 6. His midir? Yoksa Tanrının (Doğa üstü gücün) belirli insanlara verdiği bir özellik midir ? ayrışmasına girmek bu örnekte gereksiz görülmektedir. Hasan Efendinin kimince KERAMET, kimilerince de önsezi olarak değerlendirdiği yüzlerce olağanüstü beyanları vardır. Bu yörede yaşıyan her insan bu olgulardan haberdardır.(9) Bir çoğu bizzat yaşamıştır veya güvenilir insanlardan duymuştur. Materyalist dünya görüşüne inanan insanlar bile bu örnekler karşısında şaşırmaktadırlar. Kendisinin İmam Musa-i Kâzım soyundan geldiği var sayılıyor. Mahmud Hayrani soyundan geldiği sanılan Seyyid Mevali evlatlarından, Seyyid Mustafa Dede´nin torunu, İbrahim Dede´nin oğludur. Seyyid Kureyş seceresinden olduğu ileri sürülmektedir. Hüseyin Paşa ve İbrahim adlarında kendisinden küçük 2 kardeşi daha vardır. Eşi Elif E(A)mber Anadan 12 Erkek evladı olmuş ve hepsi küçükken vefat etmiştir. Kardeşi Hüseyin Paşa Dedenin oğlu Kamer (10) Dede´yi kendisine evlat edinmiştir. Başköy civarında ki Kureyş Kabilesi Dedelerine yöre halkı Kör KureyşÂ´ler adını takmıştır, Bu Ocağın talipleri yoktur. Ancak kendileri diğer Ocak geleneklerinde olduğu gibi bir üst Ocağa bağlıdırlar. 1930 lu yıllarda Hasan Efendi bir dönem kendini tamamen ziyaretlere vermiştir. Aylarca dağlarda, çeşitli ziyaretlerde ve mekanlarda insanlardan uzak yaşamıştır. Bu süre içinde ne yiyip-içtiği tam olarak bilinmiyor. Kendisini tanıyanlar koyun sütü ve yoğurdu yiyerek beslendiğini ileri sürmektedirler. Örneğin yörede Ağırgöl (Aygır gölü) denilen ve orada bir yatırın yattığı söylenen dağgölü (krater) havzasında 9 ay yaşamıştır. Gölü ziyarete gidenler kendisini görmekte ve orada yaşadıklarını bilmektedirler. Bu bölgede var olan tüm ziyaretlerde ve türbelerde aylarca, yıllarca kaldığı herkes tarafindan bilinmektedir. Hasan Efendi koyun eti, sütü ve yoğurdu dışında hayvansal gıda almazdı. Keçiyi hiç sevmezdi. Bunu da şöyle gerekçelendirirdi. “Bu hayvan doğaya çok zarar veriyor.Yeşil fidan ve ağaçları kemiriyor, kurutuyor. Sarp kayalara tırmanarak hilebazlık yapıyor“ Bu vesile ile evlerde keçi beslenmesine sıcak bakmazdı. Gerçekten de keçi ormanlara çok zarar verdiği bilinen bir hayvandır. Manda ve sığır cinsinden evcil hayvanların et, süt, yoğurt gibi hiç bir ürününü yemezdi. Kümes hayvanları ise ortalıkta beslendikleri ve sağlığa zararlı gıdaları yedikleri için, örneğin mayıs ve benzeri şeylerle beslendikleri için yemez ve tavsiye etmezdi. Arıları bal yaptıkları ve çalışkan oldukları için severdi. Halka imkânları dahilinde arıcılık yapmalarını tavsiye ederdi. Son yıllarında sabahları koyun yoğurdundan yapılma yağ ile balı eritir ve bir- iki kaşık alırdı. Sağlığına çok dikkat ederdi. Kaynak sularını bile kaynatır ve öyle içerdi. Kendi nefsini ıslah etmek için zevk ve eğlenceden tamamen elini çekmişti. Alkollü içki, sigara gibi şeylerin kullanılmasına sıcak bakmazdı. İnsan sağlığına zarar verebilecek her şeye karşı çıkar ve kullanılmamasını tavsiye ederdi. (11) Hasan Efendi kendi ifadesine göre 1937 Dersim Vakasına kadar yöredeki erenlerle ve yatırlarla Dersim olayının KANSIZ sona erdirilmesi için müzakerelere gider. 7 yıl “Kan akmasın / Suçlunun yanında masum ölmesin” diye desdek arar. Ama yatırlar Dersim´in ıslah edilmesi gerektiğini ileri sürerler ve buna karışmayacaklarını bildirirler. 1937 / 38 Dersim Vakası Hasan Efendinin hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Bu olaydan son derece etkilenmiştir. “Kuru´nun yanında YaşÂ´da yandı, Yatırlar seyirci oldu” diyerek bu tarihten sonra her gittiği ziyarete hakaretler yağdırmıştır. “Bu insanlar (12), yüzyıllardır size niyaz ediyorlar.Yalvarıyorlar. Yakarıyorlar. Bizi Zalimin zulmünden koru diyorlar. Siz ise yardımcı olmadınız. O halde ne için varsınız?” diyerek tüm ziyaretlere cephe almıştır. Gittiği her ziyaretin, yatırın taşlarını kırmış, tükürmüş ve küfür etmiştir. İlginçtir, kendisine engel olmak isteyen kim olmuşsa başına bir türlü bela gelmiştir. Halka dönerek “Kendine hayrı olmayanın size ne hayrı olur?” diyerek onları bu mabetleri ziyaretten men etmeye çalışmıştır.”O Erenler ki sizi Dersim katliamından bile korumadılar, artık onlardan ne beklersiniz?” diye ayrım gözetmeksizin hemen tüm ziyaretlere cephe almıştır.(13) Dersim (14) yöresinde her yıl yüzlerce kurban kesilerek ziyaret edilen Düzgün Baba ziyaretine de hakaret etmekten geri kalmamıştır. Ancak Dersim´de yapilan katliamların buyutlarının çok yüksek olması sonucu Düzgün Baba´nın son gün TOPUNU ATEŞLEDİĞİNİ ileri sürmüş (15) ve “Haso kendisine katliam çok ağır olacak, engel olalım dediğinde Haso´yu dinlememiştir, Sonra gördü ki zulüm ve katliam çok ağır, kendi de toplarını ateşledi. Ancak çok geç kalınmıştı” demiştir. Düzgün Baba´nın “TEK BİR TANE TOP atışı yaptığını ve Dersim´in ıslah edilmesi konusunda fazla ileri gidildiğine kendisininde sonunda kanaat getirdiğini” iddia etmektedir. Dolayısı ile Düzgün Baba´yı da aynı kategoride değerlendirmektedir. Kanunsuz Allahın kulları azgın olur, İsmi aleme Sultan Düzgün olur. Sultan Düzgün düşman ile dosttur, İt derisinde yapılan posttur. Sultan Düzgün Kureyşin evladı, İt gibi Alevilere havladı, Evladı Düzgün´ün Ömer´e oldu karı, Teslim etti ona küllü varı. Üç kere asker doldurdu Alevilerin içine, Alevilere sormadı, kusurun ne ? Suçun ne ? Ayrıca yörede ki Ağırgöl, Tüzük Baba, Bağır Paşa ziyaretlerine de çok kızgın olduğunu her firsatta dile getirmiştir. Dersim olayından hemen sonra kendini bir dönem insanlardan uzak yerlere atar. Uzun süre mağara ve ıssız yerlerde yaşar. Bir yandan aylarca ziyaretlerde kalırken, diğer yandan da ziyaretlere ateş püskürmeye devam eder. Tüm ziyaret ve yatırları katliama engel olmadıkları için adeta SUÇ ORTAĞI olmakla itham eder. Dersim olayında yatırlara yönelik yazdığı şiirlerden şu kesitler çok önemlidir. Sorulsa Dersim´in sebebi Mansur Daima işlediği, günahı kusur. Kırılan Alevileri Mansur kırdı Kureyşilerin candan Piriydi. Sey Hasanlıların sebebi Derviş Cemal (16) Alevileri kırdıran Mustafa Kemal ………………………. Sahipsizlerin sebebini soran olmadı Ziyaretler Hasan´ın sözünü kale almadı. Dersim civarında ki aşiretlerde yaygın olan eşkıyalık ve ahlaki çöküntünün bir felaketle sonuçlanacağını ve çözüm arayışlarına ziyaretlerden aradığı desdeği bulmadığını ise şu dizelerle vurgulamaktadır. Sahipsiz eşkıyaların yaptığı arşa dayandı Hasani uykuda kalktı uyandı. 1931 de Aşiretleri gördüm Bunların durumlarını sordum. Dediler, aç kaldık, susuz kaldık Dağbe dağ gezip uykusuz kaldık. Hasani aşiretleri hep gezdim, Gerçek ziyaretlere name yazdım. Terbiyesizleri edin terbiye, İşin sonu gider nereye ?. Terbiyesizleri terbiye eder mazlumların ahı, zarı Üzerine tayin ettirdi Celal Bayar´ı. Cevap vermezseniz Ulu Divan Pirine, Sizi atacaklar kıyamet yerine. Mitralyoza dizdi, süngüye taktı, Kimisini de gaz döküp yaktı. Hasan Efendi pek çok sohbet ve konuşmalarında Dersim olayına değinir ve bu davanın Ulu Divan´a kalacağını söylerdi. Zalimin ve suçlunun yanında mazlumun yandığını ifade eder ve figan eylerdi. Ancak Dersim olayının faturasını da genelde Atatürk yerine Celal Bayar´a çıkarırdı. Bunu sohbetlerde dile getirdiği gibi dizelerinde de yer vermiştir. Atatürk Dersimin programını çizmişti, Dersime gitmek için ordu dizmişti. Ordular Dersim´e doldu, İsmi sonunda Tunceli oldu. Dersimi ıslah edip öldürdü, Olmaz, yaramazı güldürdü. Olmaz yaramazdır Dersimin sebebi Yaraları sarmaya yoktur tabibi Yavuzun devrinde kaçmışlardı dağlara, Kimseler bırakmadı mor sümbüllü bağlara. Dersimlileri feci olarak ezdiler, Makineli tüfekle kurşuna dizdiler. Çocukları süngülere taktılar, Kimisini dahi ateş vurup yaktılar. Hamile kadınların karınların yardılar, Karnında ki çocukları süngülere vurdular. Hasan Efendinin şiir, beyan ve sohbetlerinden Dersim olayına özgü çıkardığım sonuç şöyle özetlenebilir. Bu olayın tarihsel kökü Hz. Muhammed´e uzanmaktadir. Dost katagorisinde görmesine rağmen sitem ettiği kişiler. A– Hz. Muhammed, Hz. Ali´ye “ Zülfikârı artık kullanmıyacaksın” dedi. Böylece o günün koşullarında İslamiyeti gönülsüz benimseyenler bu durumdan cesaret alarak fırsat kolladılar ve Hz. Muhammed´in Hakka Yürümesinden sonra Hz. Ali´ye cephe aldılar.Bu durumdan ilk sorumlu Hz. Muhammed´dir. B–Emevi Devletini 750 yılında yıkarak, daha sonra tüm yetkilerini Hz. Muhammed´in amcasi Abbas soyundan gelenlere devreden Abbasi Devletinin kurucusu Eba Müslüm 2. sorumludur. C-“Hacı Bektaş-i Veli, kuvveti Osmanlı oğullarına verdi. Alevilere zulmü hakaret ettiler. Aleviler içinde de haklı-haksız davası başlayarak bir birlerini kırdılar.” sözlerinden anlaşıldığı gibi Hacı Bektaşi Veli´yi de sorumlu tutmaktadır. D-“….Daha sonra Mansur, Hacı Kureyşi hazmedemeyerek ve Hacı Kureyşe ettiği ahdü peymanını bozarak ayrıldı. Millet içinde talip muhibabının ikrarı bu yoldadır diye tarikat kurarak, Ben Baba Mansur´um, o KureyşÂ´dir, diyerek aşiretler içerisinde tefrikatla yalan isnat edip KureyşÂ´e karşı Baba Mansur, Şıyh Hasaniler ile bir olup, Derviş Cemal´i millet içine göndererek -Ben de Pirim- diyerek milleti kandırdılar. Millet de Derviş Cemal´i Pir etti. Ondan sonra haksız-haklı seçilmez oldu. Derviş Cemal, Kureyşlilere karşı Şıyh Hasanilere kuvvet verip aşiret kurdu. Aşiretler bir birini kırdı. Böylelikle eşkıyalık başladı. Hükümet de bu yüzden eşkıyayı kırdı. Çocukları süngülere taktılar. Dersim´e olan zulmi hakaret hiç görülmemiştir“ Bu açıklamaya göre Alevi toplumunu bölüp-parçaladığı ve yönünü şaşırttığı için Mansur sorgulanmaktadır. F-Atatürk “Dersimi ıslah edin “ demiş fakat peşini takip etmemiştir. Yetkiyi alan Başbakan Celal Bayar ise ‘’Dersim´i ıslah edeceğim ‘’ derken (17) kırmıştır. Zulmi hakareti Celal Bayar´dır ettiren. Dünyayi fesada verip bir birine kattıran. Bu dizeleri ile suçun Celal Bayar´da olduğunu vurgulamasına rağmen onu denetlemediği için Atatürk hakkında da şu dizeleri söylemiştir. Batın erenleri Atatürk´ü öldürdü, Sahipsizleri şad edip güldürdü. Tarihsel süreçte yaşanan katliamların ve haksızlıkların sorumluluğu konusunda Alevi kaynakları ile hemen ayni fikirdedir. İlk 3 Halife ile başlayıp Emevi, Abbasi ve Osmanlı dönemlerinde devam eden süreci şiirlerinde işlemiştir. Akıcı bir dilde bol miktarda yazılan şiirlerinden bazıları şöyledir. Emevilerin yolu geliyor Yavuz´a, Yavuz´un isbatı herdem Tauz´a Milletlerin içine soktu ayrı bir din, mezhep, Milletler bir birine oldular kasap. ………………………………………….. .. İnsanlara Şeytan olursa kılavuz, Göz önüne alınır Sultanı Yavuz. ……………………………… Yavuz İslamları bir birine kattı, Alevilerin namusunu bir pula sattı. Yavuz´un elinden kaçanlar çıktı dağlara, Evleri yok, dağlarda sığındılar mağaralara. Aç kaldılar, çıplak kaldılar, Hırsız eşkıya oldular. Yakın tarihe özgü açık bir Demirel karşıtlığı görülür şiirlerinde. Gerek şeriatcılara açık desdek sunulmasından ve gerekse ekonomik ve siyasal politikaları ile merkez sağ siyasal cepheye karşı tavrını oldukca belirgin bir şekilde ortaya dökmüştür. Demirel´e kuvvet veren büyük pınar, İşleği, süreği, şeytana ayar. Lânet olsun Büyük pınar size, Düşman oldunuz hepimize. Davayı bir iken iki ettiniz, Yaralarımıza zehir kattınız.Şimdi Demirel´dir Alevileri öldüren, Saidi Nursi´leri şad edip güldüren. Hasan Efendinin derin bir bilgisi ve geniş dünya görüşü vardı. Osmanlı döneminde Lise dengi okul olan Rüştiyeden mezun olduğu söylenmekle beraber bu bana pek inandırıcı gelmemektedir. Zira Osmanlı dönemi Rüştiye okulları sayıca az olmakla beraber mezun olanları genellikle devlete bürokrat olarak geçerlerdi. Ancak kendi dönemine özgü iyi bir eğitim aldığı ve kendini geliştirdiği gerçektir. Bir dönem civar köylerde öğretmenlik yapmıştır.(18) Çok okur ve yazardı. Yazdıklarının bir kısmını HER NEDENSE daha sonra ateşe atar ve yakardı. Onu şahsen tanıyanlar geniş bilgi birikimi yüzünden ona DERYA-İ UMMAN (19) derlerdi. Sohbeti hoş bir insandi. Her gittiği yerde duyan bütün tanıyanlari sohbetine katılmak için akın akın yanına koşarlardı. Elini öpmek isteyenlere elini vermezdi.(20) Israrla elini öpenlerin o da elini öperdi. Bazen çok küçük yaştaki çocuklar ve gençler bu davranış karşısında şaşırırlardı. Kibirden nefret ederdi. Ona göre kibir Şeytan´a özgü bir şeydi. Gençliğinde bir takım kötü alışkanlıkları (21) olmasına rağmen bu zaafiyetlerinden kendini kurtarmıştır. Nefsini kontrol altına almış olup tüm dünya zevk ve sefasından elini çekmiştir. Fazla yemez içmezdi. Son yıllarında ancak belirli ailelere veya kişilere uğrardı.(22) Onun en büyük zevki yanında oturan kişilerle birlikte Cenk kitapları okumaktı. Hz. Ali´nin Hayber Cenkleri, Battal Gazi´nin kahramanlıkları, Kerbela Vakası … gibi kitaplardan bölümler okunur bu konuda saatlerce sohbet edilirdi. Yanlız başına kaldığında bir çok insan onun bir şeyler konuştuğunu duyardı.Veya birilerine ( Bir şeylere ) küfür ederdi. Yağcılığı, yalanı , dolanı, rüşveti… vs hiç sevmezdi. Herkesin kusurunu yüzüne karşı söyler ve kendisini toparlamasını önerirdi. Üzerinde en ciddiyetle durduğu konu İKRAR ´dı. Bu deyim halk arasında söz verme, sözleşme anlamında da kullanılır. Yörede ayrıca Kivra ve Musahiplik bağları olanlarda birbirlerine İkrar derler. Bir çok kimse ise bu sözün anlamini Hacı Bektaş Veli´nin EDEP sözcüğü ile eşdeğer görür. Öyle değerlendirir. Pir´ine, Mürşüd´üne, Rehber´ine bağlı olmanın yolu da karşılıklı verilen İkrar sözcüğünden geçmektedir. Silip pak eyledik, yoktur korkumuz, Ağır gölü mekan ettik yurdumuz, Kimselerde yoktur, asla korkumuz, İkrar, iman olmuş, yolumuz bizim. İkrar iman yoldaş olsa ne olur, Dünya ana cadde olur, yol olur, İnsan olan talip olur, kul olur, Hakka giden yoldur, yolumuz bizim. Hakka doğru giden ikrar, imandır, Hak ikrar bağında ulu mihmandır. Ulu divan kurulacak zamandır, Hakkın divanında davamız bizim. Hasan Efendinin bazı şiirleri düz mantıkla okunduğunda genellikle anlaşılmaz. Bu şiirlerine yükledigi GİZ´i bir çok insan farklı anlamda yorumlamaktadır. Nice bin kez gelip gittim. Ancak kemalet sırrına yettim. Özümü, sözümü kâmile kattım, Katılan söz ikrar imandır. Kendim Mustafayım, özüm İbrahim, İsmim Hasan, Haydar, İbrahimdir dayım, Yatağım Ali´den verildi payım, Verilen pay ikrar imandır. Hasani Saniyim, anamdır İsmet, Cavidan ilmi oldu kısmet. Babam Kambere verildi himmet, Verilen himmet ikrar imandır. Bazı şiirlerinde söylediklerini anlamak için de onun gözü ile bakmak gerekir. Kişi Aleviliğin 4 kapısını , 40 makamını bilir ve aynı mantıkla yaklaşırsa anlaşılması daha kolay olur. ——————————————————————————– Dünyaya getiren olmuşsun Ata, Yarattın mazlumu zalim mukadderata. Zalimi, zorbayı verdin azata, Cefayı çekene lazım değilsin. Ali´ye Zülfikâr verdir kırdırdın, Allahın emri diye emirler verdirdin. Helalı, haramı kendin yedirdin. Senden gelen bal olsa zehir olur lazım değilsin. Ali´nin emeklerini verdin suya, Kurban olayım o güzel boya. Ebu Cehil gibi düşersin kuyuya, Çikaran yoktur, lazım değilsin. Gizemli şiirlerinde öne çıkan ayrıntı her zaman öze dönüştür. Nefsini islah etmeyi ve ilme yönelmeyi tavsiye eden şiirlerinden şu örnek dikkat çkicidir. Şeriatla, tarikattan ikrarın bendini, İkrarda erkek, dişi yok, tanı kendini. Marifetle, hakikatta yokla kaydını, Nefsini öldürene alda gel beri. Nefsi Şeytan olan kendisinedir, Yıkılmış viran olmuş bir binadır. Çekmiş hançerini Şimir-i fenadır, Yol Yezidinden uzak olda gel beri. Şeriat nikâhtır, erkeği, dişisi hakdır. Tarikat ikrardır, erkeği dişisi yoktur. Marifetli, hakikatli diyen yalanci çoktur. Onlara laneti yapta gel beri. ……………………………….. Şeriatın yolu, tarikata gider, Tarikatta ikrar imana gider. Marifette canını Hakka kurban eder. Hakikatta niyazla, kurbanın alda gel beri. Yeryüzünde ki yanlışların arkasında gördüğü sebepleri ise şöyle değerlendirmektedir. Kanun görmemiş Allahın vücut azası, Mukadderatta yazdığı kader kazası. Kur´anla İncil´dir Allahın kanunu, Şeytanın eline vermiş her yanını. Edip eyleyen her şeye kadir Allahtır, Sözlerim doğrudur, yemini billahtır. Söz ve şiirlerinde tepki gösterdiği değerlerden biri de Boz Atlı Hızır´dır. Gerek Dersim Vakası nedeni ile ve gerekse diğer konularda sitem ettiğini görmekteyiz. Hızırda bir imdat olmadı, Alevileri düşman elinden almadı. Hızır Alevilere borçludur, Hemde gayet çok borçludur. Hızır nerde kaldı, kesilen kurbanları görsün, Tutulan oruçların ve lokmaların hesabin versin. Abayı ceddimizden bu ana kadar çağırıyoruz, Hızır kavuş carımıza diye bağırıyoruz. Hangi darlıkta, esirlikte kurtarmış ?, Düşman dibinden mi sarsıp aktarmiş ?. Düşman daima Alevilere galiptir, Aleviler düşmana daima mağluptur. Halka en çok önerdiği şey okumaktı.’’Okuyup devlet dairelerine yerleşin ve fakir fukarayı, mazlumu YENİ BİR DERSİM KATLİAMINDAN koruyun’’ sözünü sürekli söylerdi. Bu yüzden de gençlere çok önem verirdi. Gençlerini okutması için yaşlılara tavsiyelerde bulunurdu. Yoksulluk içinde çocuklarını okutan insanları takdir eder, oku(t)mayan insanlara da Cahil derdi. Gençlerin okuyup ailelerine, çevrelerine ve halkına faydalı olmalarını isterdi. Dünya malına fazla ehemmiyet vermezdi. Bununla birlikte oldukca tutumlu bir yaşam tarzı vardı. Lüzumsuz masraftan, süs ve lüks yaşam tarzından hoşnut olmazdı. Mertliğe, misafirperverliğe, dayanışmaya çok önem verirdi. Hiç kimseyi dışlamazdı. Varlıklı ailelerin zenginliklerini toplum içinde öne çıkarmasını hiç hoş görmezdi. Mali zenginliğin, gönül zenginliğine hizmet aracı olmasını arzu ederdi. Her zaman doğru olmayı, iyi ahlakı, büyük-küçük sevgisini, mütevazi ve alçak gönüllülüğü, önermiş, kan davalarından, kinden, nefretten, kibirlikden, zalimlikten, şiddetden, yalan-dolandan, kul hakkından uzak durmayı öğütlemiştir. O dönem yöre geleneklerinden toplumsal bir sorun olan Başlık parasına açıkca karşı çıkardı.(23) Başlık parasının bir yıkım olduğunu, bu geleneğin kesinlikle Alevilere yakışmadığını ve kalkmasını tavsiye ederdi. Anne- babalara “Allahın emri tek degil, çift taraflı olur. Bu yüzden evlendirmek istediğiniz kız ve oğlanın bir birlerine muhakkak gönlü olmalıdır” derdi. Feodalizmin çözülme süreci ile birlikte azalan Başlık parası geleneği , onun başlattığı girişimlerle Erzincan civarında daha süratle çözülmüş ve SÜT HAKKI adı altında kızın annesine sunulan küçük bir meblağ dışında oldukca azalmıştır. Gelinen süreçte Başlık parası artık yadırganır olmuştur. Kız veya erkek evladı arasında asla ayrım yapmazdı.”Hepsi de evlattır. Yeterki hayırlı olsun” derdi. Kadın hakları konusunda Hz. Fatma´yı öne çıkaran bir çok şiiri vardır. Erkektir, dişidir diyene lânet, Hatice, Fatimeden alındı himmet. İkrar kapısıdır, farz ile sünnet, Kablel Entemutu alda gel beri. Yol Yezidi daima yolu bozar, Şeytanın kuludur, eyleyin hazar. Hatice, Fatime ona lâneti yazar, Nâr-ı cehenemi sal da gel beri. ………………………………. Doğum ile isbat olundu vücut, Rahmet çesmesi Fatimeden mevcut. Cümlemiz bir birimize eyledik sücut, Talipten ötesi yok dediler. Evlilikte tek eşliliği savunan ayrıca şu şiiri vardır. Buyruğun gömleği ikidir, Biri nikâh çekmez çekidir. İki can bir gömleğin hakkıdır, Hakkın emri ceset ile candır. Hasan Efendi büyük bir yurtseverdi. Ulusal Kurtuluş savaşını desteklediğini ve Atatürk (Dersim olayında sitem etmektedir) devrimlerini onayladığını pek çok şiirinde dile getirmiştir.(24) Özelikle Ulusal Kurtuluş Mücadelesi hakkında pek çok şiiri vardır. İbadet düşmana karşı cephe almaktır, Düşmanı ülkeden sürüp atmaktır. Mustafa Kemal düşmanı çıkardı ülkede, Düşmandan bir eser kalmadı ülkede. Atatürk kötümü etti, hey gidi yaramazlar, Namusunu, vicdanını arayıp soramazlar. Namazı arayan düşman elinde esir olur, Olanca kazancını elinden çıkarıp fakir olur. Haince nankörlük yapmayın Atatürk için, Sizi düşman esaretinden kurtardı, düşünün. Mustafa adına Atatürk giydirdiler, Sırmalı kürkün hayırlı olsun dediler. Mustafa Kemal gitti Hacı Bektaşa, Malını has etti Cemal Kardaşa. (25) Cemal elini vurdu dalına, Kuvvet verdi, ayağına koluna. Alınan kuvvetle Rumları aldı, sattı ( 26) Sürdü Rumları denize kattı. Türkiye´nin kızlarını, namusunu düşman aldı, Düşman ordusuna ateş saldı. Şimdi Nurcular Ataya lânet okuyorlar, Yeniden halı, kilim örneği dokuyorlar. ( 27) Başköylü Hasan Efendi söz ve şiirlerinde açık bir şeriat karşıtıdır. Bunu sohbetlerinde de dile getirirdi. İbadetin şekil ve biçimde olmayıp özde olmasını savunurdu. Buna rağmen Erzincan civarındaki Sünni / Hanefi inancından olan vatandaşlar Hasan Efendiye çok yoğun bir saygı duyarlardı. Hiç kimse onu incitmeyi, onunla tartışmayı göze alamazdı. Bundan kaçınırlardı. (28) Tartışdıklarında ilahi bir gücün kendilerine ceza vereceklerine inanırlardi. Şeriat namazla, oruçla değil, Hakkın Cemaline, didarına eğil. Şeriatın manası şerri at, Gönlünü Hakkın emri rızasına kat. Doğru ol, dogru tut emri, At sırtındaki semeri.(29) Namaz, oruç, cami sendedir, Bilirmisin, imam, iman kandadır. Ahmak mihrapla kıbleyi senden ara, Önüne verme, çevir didara.(30) Nurcular Muaviye´nin dölü, Ömer´den alıyorlar yolu. İmamla, iman kalb evinde kimdir kurtaran seni, Kalpteki dev´i (31) çıkarırsan kalbin olur Hakkın evi. İnsan olan Hakkı ibadeti kendinden bilir, Şerri atmaz isen sana kim şefaat verir. Sonra şefaat menziline giremezsin, ( 32) Eğer Hakkı fehmedip kendinden bilemezsin. Hasan Efendi şeriatcıları, zalimleri ve riyakârları aynı kategoride değerlendirir. Yavuz´la Muaviye´nin tefrikatı birdir, Şeytan bunlar arasında gizlenmiş sırdır. İslam içerisinde çok tefrikat yaptılar, Hakkın emri rızasından dışarı saptılar. Hacabaş hiç kalmazdı İslam olurdu, Hakkın emri rızası yerini bulurdu. Hasan Efendinin bazı söz ve şiirlerinin anlamını pek çok insan farklı yorumlamaktadır. Bir çok şiirinde Alahı suçlayan sözleri için bazı kimseler “Güç ve kudreti eline geçiren zalim Devlet adamları için “ derken, bazı kimseler de “Anlamını biz bilemeyiz. Manevi anlamda söylemektedir” (33) Veya “ Bizim çapımızı aşar, Efendinin bir bildiği vardır” şeklinde değerlendirmektedirler. Allahtır sebep olanların başı, Kurumaz oldu gözlerdeki yaşı. Allahtır eşkıyaların başı, Hille, fırıldakla dönüyor işi. Fırıldağı çevirdikce Şeytanı kalkar, Milletleri bir birine düşman ederek yakar. Allahın emriyle Şeytan dönüyor, İnsanları yakıp yandırıyor. Sanmayın Şeytan Allahtan sürgündür, Allah ile beraber, toylu, düğündür. Biri birinden hilebaz, fırıldakcı desise, Yazdıklarımdan alın doğruca bir hisse. Allahın emrine, sözüne inanmayın, Sakın, sakın inanıpta kanmayın. Allahtır milletleri birbirine takan, Allah değilmidir, varıp kül edip yakan. Nice bin kez gelip gittim, Ancak kemalet sırrına yettim. Özümü, sözümü kâmile kattım, Katılan söz ikrar imandır. İmtihan olduk, imtihan bitti, Kırk birde defterine kaydetti.(34) İkrar, iman carımıza yetti. Dünya ahiret korkusu yok dediler. Alevi-Bektaşi inancında büyük yeri olan Pir kavrami için bağlılık ve karşılıklı denetleme anlamında şiirleri vardır. Pir´de taliptir kendini bilirse, Sarraf kıymetlidir cevahir alırsa. Talibi okutur, manadan dersini alırsa, Talip hırstan, nefsden beri olursa. Galip Hakkın emri kanun, buyruktur, Güzel manalı dersleri fazladır, çoktur. Haktan ayrı, gayrı yoktur, emrine tabidir, Ak defterde okunan talip hesabıdır. Bu yol talip üzerine kurulmuş, Haktan böyle emir fermen verilmiş. Ulu divanda talip olanı seçerler, Talip yoluyla Hakkın kapısını açarlar. Talip yolun buyruğu malıdır, Hal içinde hal olmuş, halidir. Başköylü Hasan Efendi, Cem ayininde kadın ve erkek, 7 den 70 e tüm Canların bir bütün olarak orada yerini alması gerektiğine inanır.Özellikle 40 lar Cem´ine çok önem verir. Buraya sadece Taliplerin girmesi gerektiğini ileri sürer. Bir beyanında şöyle demektedir. “ Sadece Cem evinde değil, her nerede olursa olsun kendi ailesi ve kocalarından başkası haramdır. Cem kapısı Fadime kapısıdır. O kapıya Talip olanlar girer. Başkası giremez. Aralarında erkek – dişi yoktur. Cümlesi birbirine kardeş, bacıdır. …..O kapıdan içeri Hak var. Hak, sağı, çürüğü, haklıyı, haksızı ayıracak Ulu divandır. Cem Hakkın evidir.Hakkın evinde yalan, dolan, fuşku, ficur, haset, fesat, kin, kibir, gurur, adavet, kıy, kıybet, dedikodu yoktur. Çünkü o Cem, şek(il)siz, şüphesiz Ulu Yaradanın Hak kapısır.(35)İslam dininin, Hz. Muhammed´in Hakka yürümesinden hemen sonra yolundan ve amacından saptırıldığını söyler. Hatta bu konuda Hz. Muhammed´in eşi Ayşe´yi, Ehl-i Beyte cephe aldığı için çok ağır dille suçlar. Kuran-ı Kerim´in eksik toparlandıgını, 116 sure 6666 ayet varken , şimdi elde 2 sure ve 365 ayetin eksik toplandığını (toplattırıldığıniı vurgular. (36) Yolun Emeviler döneminde iyice saptırıldığını, Eba Müslüm´ ün Horasan isyanı ile yıkılıp yerine Abbasi Devletinin ( Miladi 750) kurulmasından sonra, onlarında zulüm yapmakta Emevilerden geri kalmadığına değinir. Osmanlı döneminde Hacı Bektas-i Veli´nin , kurucu Osman Beye (1299) desdek sunmasını doğru bulmaz. Aynı şekilde Balım Sultan´ı da çok kötü suçlamaktadır. Ancak Yavuz Selim´in Anadolu Alevilerine yaptıkları katliamları çok daha ağır yermektedir. Cumhuriyetin kuruluşunu ve Atatürk devrimlerini açık bir şekilde desdeklemesine rağmen gelinen süreçte Türkiye Cumhuriyetinin, Alevilere yaklaşımda Osmanlının devamına dönüştüğünü vurgulamaktadır. Siyasal liderlerden Süleyman Demirel´i çok ağır bir dille eleştirmekte, onun Saidi Nursi ile birlikteliklerini, dolayısı ile şeriatcı ve gerici akımların sistem içerisinde ki rollerini irdelemektedir. Kısaca söylemek gerekirse bu gün yeni konuşulan boyutları 40- 50 sene önce söylemiştir. Türkiye´nin başına bela olan, ülkeyi çok yönlü siyasal çalkantı ve çıkmazlara sürükleyen sağcı iktidarların politikalarını sürekli eleştirmiştir. Hasan Efendi Başköy´de yaşadığı evde Hakka yürümüştür.(37) Anlatılanlara göre aynı gün şu şiiri kaleme almıştır. Mürşüd olanın doğrudur özü Hakka doğru gider yolu izi Nur ile nurlanır Cemali, yüzü Zatsız, sıfatsız mürşüd olurmu ? Mürşüdün kalbi nur ile doludur Hakkın emri-rızasının oğlu, kuludur İnsanların açılan sevgili gülüdür Kara çalıdan açılan gül mürşüd olurmu ? Ben mürşüdüm diyen yalancı kezzap Caferiyim deme, mezhebin hangi mezhep ? Narı cehennemde çekecek azap Hakkın emrini tutmayan mürşüd olurmu ? İkrarsız kimin malı helaldır kime ? İnanmıyan baksın kitabı cime Hakkı görmiyen gözler gelsin avucuma Kendini görmiyen kör mürşüd olurmu ? ( 38) Taus-u Melek´te Alim-i ulema idi Benlik gururla silindi kaydı Hakkın divaninda ayağı kaydı Özünde gurur olan mürşüd olurmu ? Gönlü gözü var dünyalıkta Yolu zulüm kalmış aralıkta Can gözü ile görmiyen kalır karanlıkta Canan´a ermeyen mürşüd olurmu ? Mürşüd şeriatın şerrini atar Malını tarikatın varına katar Marifette kıymetli cevahir satar Hakikat damgası olmayan mürşüd olurmu ? Bir bakış ile dört köşeyi görmeli Hakkın gizli sırlarına ermeli Dost evine edep ile varmalı Güzelde gözü olan mürşüd olurmu ? Hasaniyem , mürşüdüm dükkânı cevahirdir Nüfusu dağları, taşları eritir Diriyi öldürür, ölüyü diriltir Böyle bir makamda olmayan mürşüd olurmu ? Hasan Efendi, Erzincan ve çevresinde bir efsanedir. Onu yakından tanımayan, toplum üzerindeki etkisini görmeyen sağlıklı değerlendiremez. Hakka yürümesindenden bu yana uzun süre geçmesine rağmen unutulmamasını, ıssız Başköy yollarının gelen ziyaretcilerle dolup taşmasını anlayamaz. Onun toplum üzerinde bıraktığı derin etkiyi görebilmek için araştırmacı-yazarlar henüz hayatta olan ve onu yakından tanıyanlarla görüşüp fikirlerini almalı, bunun sosyolojik boyutlarını derinlemesine irdelemelidirler. Akın akın türbesine koşan bu ziyaretçilerin kimi ona bağlılığını yenilemekte,(39) kimileri de manevi mirasının gelecek nesillere aktarılmasını arzulamaktadırlar. (40) Ancak gerek köy ve gerekse Türbe, sosyal ve siyasal olumsuzlukların pençesinde can çekişen bir kültürün ayakta kalan son kalıntıları olarak Hasan Efendinin ağzından bizlere seslenmektedir. Millet sizin için yandım tutuştum, Gerçek erenlerin yurduna düştüm, Düşmanınıza dost olandan kaçtım, Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın (41) Aleviliğin ve Bektaşiliğin zengin kültür birikimini, felsefi güzelliğini ve evrensel kucaklayıcılığını omuzlayacak, ileriye taşıyacak emin eller aramaktadır. Bu felsefenin son erenlerinden biri mirasina el atılmayı, örneğin bir Vakıf kurularak kazanımlarının topluma aktarılması görevi ile karşı karşıyadir. (42) DIPNOTLAR 1-Çayırlı´nın eski ismi Mans´dır.Erzincan´dan 114 km.uzaktadır. Kuruluş tarihi bilinmeyen Mans, 1071 Malazgirt savaşından sonra sırayla Mengücekoğulları´nın, Anadolu Selçukluları`nın ve İlhanlılar´ın egemenliğine girer. 1401 tarihinde Osmanlıların eline geçti. Kısa bir dönem Timur imparatorluğunun ve Akkoyunlular´ın hakimiyetine girdi. 1473 de yeniden Osmanlının eline geçti.( Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ile Fatih arasında yaşanan Otlukbeli savaşının geçtiği yer Mans toprakları içindedir.) 1916 yılında Rus işgaline uğrar. 1917 Ekim devriminden sonra şubat 1918 yılında Rus ordusu geri çekilir. 2-Bir dönem Nahiye olan Başköy´ün hangi tarihlerde kurulduğunu tesbit edemedim. Eski Başköy harabe ve kalıntıları büyükce bir köyü andırır. Kanaatimce 80-100 hanelik bir yerleşim yeriydi. Sürekli göç veren ve giderek küçülen Başköy kısa bir süre önce yerini yeni kurulan köye bıraktı. Yeni Başköy 15 hanelik bir köydür ve eski köyden bir kaç yüz metre mesafededir. Yeşili olmayan, kendini yeterince ifade edemeyen bu köyden sayısız tahsilli insan, bürokrat çıkmıştır. 2000 Yılında köyü ziyarete gittiğimde yaşlı bir Dede çocuklarının tümünü okuttuğunu, oğlunun birinin Hakim, bir diğerinin ise Mühendis olduğunu söyledi. Ayrıca köyden çıkan eğitimli insan sayısının çok fazla olduğunu belirtti. Bunda Hasan Efendinin insanları okumaya teşvik edişinin payını bilemiyorum. 1970 Yıllarda Ankara Mezarlıklar Müdürü olan Alişan Canpolat, (Hasan Efendinin yakın akrabasıdır) daha sonra politikaya atılmış ve CHP Ankara Milletvekili secilmiştir. Eski Başköy´de gördüğüm diğer bir ayrıntı ise tarihi zenginliği oldu. Köyde ki hemen her mezar üzerinde çok çesitli figürler vardı. Örneğin dualar, maniler, koç ve benzeri hayvan figürleri, Türk bayrağının ay-yıldızı, çeşitli estetik görüntüler…vs. Bir mezartaşı ise bıyıklı- heybetli bir erkek heykelini andırıyordu. İstanbul´da ikamet eden ve o an izinli gelen bir bey bana tarihi evini gezdirdi. 108 yıl önce Michael adlı bir Ermeni taşustası tarafından yapıldığını söylediği, muazzam bir kültür hazinesini çağrıştıran evin çökmek üzere olması içimi sızlattı. Çeşitli oyma taşlar, taşüstü süslemeler, büyük emek verilerek yapılan kabartmalar, ağaç oymalar ve süslemeler..vs. Ev sahibi tavanda yarım kalan bir direk tepeliğini göstererek, Ermeni adam çok marifetli ve gururlu bir ustaymış. Bu tepeliği oyarken gece oyma bıçağını çalmışlar. Ve o da kızgınlıkla işi terk edip gitmiş. Bu yüzden bu oyma tepelik yarım kalmış” dedi. Bir küçük müzeyi andıran evin harap halini görünce fotoğraflarını çektim ve ertesi günü daha önce tanıştığım Çayırlı savcısı ile birlikte İlçe Kaymakamına giderek durumu arz ettim ve buranın koruma altına alınması için girişimde bulundum. Kaymakam Bey çok memnun kaldı ve durumu not ederek gereken girişimde bulunacağı sözünü verdi. 3-Keşiş dağının yüksekliği 3000 metredir ( Ali Kemali, Erzincan- 15 Ağustos 1931 Erzincan Valisi) ve üstünde ki krater Aleviler tarafindan kudsi görülen Ağırgöl (Aygır gölü) adında bir ziyarettir. 4- Bu tesbit 2000 yılı itibarı ile geçerlidir. 5-Başköylü Hasan Efendi sadece koyun eti yerdi. Sığır, manda, keçi ve kümes hayvanlarının etlerini yemezdi. Bazı kimseler keçi etini yememesini, keçinin kuyruğunu dik tutarak EDEP yerinin görünmesine bağlarlar. 6-Hasan Efendinin soyadı Canpolat´tır.Kendi tabiri ile adı Haso´dur. 7-Ancak Başköy ve yakın civardaki bazı köylüler, başta Hasan Efendinin aşireti olup halk arasında Kör KureyşÂ´ler olarak bilinen ve talipleri olmayan Dede´ler genellikle Başköylü Hasan Efendiyi sevmez ve ona çeşitli onur kırıcı unvanlar takarlardı. Örneğin Üçkağıtcı, yalancı…vs 8-Hasan Efendinin Hakka yürümesindan bir kaç yıl önce aldığı sadakaları yoksullara verme alışkanlığını bıraktığı, en azından zayıflattığı biliniyor. Bu konuda şunları söylemiştir. “Yaşlı eşime bakması için gelinimin gözünü doyurmaya mecbur kalıyorum” 9-Bu yazının sahibinin ailesi bu konuda yüzlerce örnek vermektedir. Örneğin —A—Babam´a (Yıl 1959. Çayırlı´ya bağlı Bulmuş / Balaban Çiftliğinde) “Birileri evinizi yıkmak isteseler bile onlara karşı silah kullanmayacaksınız, O zaman Haso sizinle beraberdir” dedikten çok kısa bir süre sonra arazi anlaşmazlığı yüzünden silahlanan bazı köylüler bize ait bir mereğin çatısını yıkarlar. Silahını kapan babama, komsumuz Şahhüseyin Sarıkaya Dedenin eşi engel olur ve “Hasan Efendinin sözlerini unutma” der. Babam sakinleşerek geri döner. Mahkemeyi, dolayisi ile sorunlu araziyi babam kazanır. —B-Babam ve Amcam anlatıyorlar. 1946 Yılında Tercan İlçesine bağlı Elmalı Köyünde mehtaplı bir gece de ışıl ışıl ışıyan Ay´a dönerek. Kürtce / Zazaca “Asme, Asme Amerikan be Ruş vejinere tu ser tu sere ci kene. Rındekiya tu bozmiskene” der. Türkçesi “ Ay, Ay, Amerikalılarla Ruslar üstüne çıkacaklar ve üstünde sıçacaklar. Güzelliğin, zerafetin bozulacak.” Anlamı ‚’’Ey Ay. ABD ve Ruslar seni keşfedecek ve sırlarını deşifre edecekler.Gizemin çözülecek.(K.B.) Henüz Uzay calışmalarının ve Aya Astronot gönderilmesinin teorilerinin bile olmadığı bir tarihte bu söz söylenmiştir. ABD ve Sovyetler Birliği uzay çalışmaları üzerinde yaptıkları yarış da ilk defa 27 yaşındaki Rus Askeri pilot Juri Gagarin 12 Nisan 1961 tarihinde Aya ayak basmıstır. —C— Babam anlatıyor. “Birgün ben, Hanım yengen, (amcam Mehmet Ali Balaban´in eşi) ve Kilise (Yeni adı Balyayla) köyünden Kudanlı Dedelerden Seyyit Mehmet Kudali birlikte Ağırgöl´e ziyarete gidiyorduk.(Amcam bu tarihin 1964 yılı olabileceğini söyledi) Görünürlerde hiç kimse yoktu ve biz bir vadiden geçerken yukarıdan taşların yuvarlandığını gördük. Seyyit Mehmet başladı Efendiye özenerek Milpet ziyaretine “Sen bana keramet mi göstermek istiyorsun ?” diye küfür etmeye. Ben bundan alındım. Ziyarette Hasan Efendiyi gördük. Lokmalar dağıtıldıktan sonra Seyyit Mehmet´in yolda ettiği küfürleri Efendiye anlattım. Efendi çok Celallendi (hiddetlendi) “Sen o taşları kendine attın” dedi. Sonra başladı anlatmaya.“Babam ben çocukken hakka yürümüş. Ben bir gün rüyamda babamı gördüm. Bana Dersim´de İbrahim Dedeye git, emanetini al dedi. Ben de kalktım İbrahim Dedeye gittim. Emanetimi almak için geldiğimi söyledim ve rüyamı anlattım.Bana 3 defa -“Sen İbrahim Dedenin oğlu musun?” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. Çıkardı bana Babamın beratını verdi ve “Sen artık serbestsin. Bundan böyle ziyaretlerden icazet almaya gerek kalmadı” dedi. Peki senin elinde beratın, mührün var mı? Neye dayanarak küfür ediyorsun“ ( Hasan Efendinin bahsettiği İbrahim Dede Sinemili Ocağındandır ve İmam Muhammed Bakır evlatlarından geldiği ileri sürülmektedir. Türbesi Erzincan´a yaklaşık 30 km. mesafede, Kemah´a bağlı eski adı ile Gamarik nahiyesi civarında, ulaşıma elverişli bir yerdedir. 1933 yılında Hakka yürüdüğü zannediliyor. Hakkında keramet sahibi olduğuna dair bol miktarda rivayet mevcuttur. Hasan Efendi bu zat için “Bizim üstadımızdır.Ben ondan feyz aldım“ deyimini kullandığını bir çok kişiden duydum. 10-Kamer Dede halk arasında Ağa ismi ile tanınır. Sıra ile Emine, Naciye, Ali, Makbule, Fadime, Hasan, Elif, Erengül isimli 8 çocuğu vardır ve hepsi evlenmişlerdir. İstanbul, Kartal / Yakacık´da ikamet eden Kartal Belediyesinden emekli Muhasebeci Ali, öğrencilik yıllarında bir dönem spora ilgi duymuş ve Boks dalında bir çok müsabakalara katılmıştır. Küçük kardeş Hasan da İstanbul, Alibeyköy´de ikamet etmekte ve inşaat işleri ile ilgilenmektedir. 11- Annem anlatıyor.” Bir yaz günü Efendi bizim evde idi. Masaya büyük bir karpuz getirdik ve kesdik. Karpuz oldukca kırmızı idi ve iştah kabartıyordu. Efendi birden bastonunu alarak sağına soluna sanki bir köpeği kovar gibi öfke içinde “ Hoşt defol, uzaklaş” seslendi. Biz hiç bir şey görmemiş ve anlamamıştık. Efendi ne oldu? Niye celallendin? Diye sorduk. Dedi ki “ Karpuz çok güzel görünüyordu ve nefsim çekti. Şeytan nefsimi bozmak ( irademi kırmak-K. B. ) için karpuz kılığına girmiş. Hemen fark ettim ve kovdum”. Efendi karpuzu yemedi. Anlamı. İnsanoğlu iradeli olmalıdır. Altına girdiği hükümlülükleri yerine getirmelidir. Nefsi konusunda iradesini zorlamayan, nerede durması gerektiği konusunda zorlanabilir.(K.B.) 12-Burada kast ettiği insanlar Alevi inancına mensup insanlardır. 13-Kendi deyimi ile adları Milpet Kardeşler olarak geçen 3 Yatır´ın sadece kendisini desdeklediğini ve onun yanında yer aldıklarını, azınlıkta kaldıkları için Dersim Vakasına engel olamadıklarını beyan etmiştir. 14-Tunceli 15-Halk arasında da Düzgün Baba´nın toplarının olduğu, Dersim Vakasının son günlerinde Düzgün Baba´nın top atışı ile Dersim savunmasına geçtiği inancı mevcuttur. Daha sonra Hasan Efendi, “Düzgün Babanın Topları” olarak bilinen bu taşları alıp firlatmış ve sağa-sola dağıtmıştır. 16-Derviş Cemal bu yörede bir ziyarettir ve aynı şekilde seceresi olan bir Ocak / Aşirettir. 17—-1.Bayar Hükümeti. 1 Kasım 1937—-11 Kasım 1938 —2.Bayar Hükümeti. 11 Kasım 1938…..25 Ocak 1939 18-Bu yörede Eşperek, Karataş”, Semek…gibi köylerde öğretmenlik yapmıştır. Bu köylerin bir kısmının isimleri gelinen aşamada devlet tarafından değiştirilmiştir. 19-Derya- i Umman Okyanuslar kadar bilgi sahibi olmak demektir. Bu deyim Alevi-Bektaşi, Şair ve Halk Ozanları tarafından da çok sık kullanılmaktadır. Anlamının Arap yarımadasında ki Umman Denizinden geldiği sanılmaktadır. 20-Yörede ki Aleviler yaşca kendisinden küçükte olsa Dedelere saygı gösterir ve ellerini öperler. Bu davranış ona saygı ve Ceddine bağlılık anlamına gelip, ayrıca alçak gönüllülük ifade etmektedir. 21-Evlatlığı Kamer Dede ve sözüne güvenilir bir çok insanın söylediklerine göre gençliğinde bir çok kötü alışkanlığı yanında Gülebağ´lı Postuklu Dede ile birlikte esrar içmişlerdir. Yirmiye kadar çok bela çektik, Bir iki tarlaya tohumu ektik. Yirmi birde nikâh altına girdik, Ondan sonra haram yok dediler. Bu şiire göre ve bazı beyanları ile kendisini yakından tanıyanlar “Bir zamanlar Hasan Efendinin 2 kadınla ilişkisinin olduğu” anlamında yorumlamaktadırlar. 22-Hasan Efendinin babaannesi Emine, dedem Mehmet Balaban´ın öz halasıdır. Aile büyüklerimin anlattıklarına göre 1934 / 35 yıllarında bir gün Tercan Elmalı köyünde ki evimize gelir. O sıralarda ailemiz oldukca yoksul düşmüştür ve dedem gurbettedir. Aile fertlerimize şöyle der. ”Rüyamda Nenemi gördüm. Bana dedi ki. Babam gilin evinin direği eğilmiş. Git onu düzelt. Siz Haso´ya yardımcı olursanız evin direği düzelecek. Bunun için doğru olun.Çalışın.Hileden, şerden kaçının. Haso o zaman sizinle beraberdir”. Bizimkiler Hasan Efendiye çok ilgi duyar ve bağlanırlar. Kendilerine adeta manevi bir kuvvet gelir. Kısa süre içinde aile toparlanır. Dedem ve ağabeyi Hüseyin Balaban, Türkiye Cumhuriyetinin en büyük ve en önemli projelerinden biri olan Devlet Demiryollarının yapımında yıllarca çalışır ve sonuçta bir dönem Türkiye çapında aranan Tünel uzmanları olurlar.Türkiyenin en büyük TCDD projelerinde onların imzası ve emeği vardır.Böylece ekonomik ve sosyal olarak toparlanırlar. Bizim kendi evimizde Hasan Efendinin ayrı bir yeri vardı. Kendisine SADECE GELDİĞİNDE YATMASI için ayrılan bir döşek, ayrı bir tenceresi, kaşığı , tabağı vardı. Hatta aile büyüklerimiz yıllarca gönüllü olarak kendisine evimizin mahsulü olan koyun yoğurdundan yapılan çökelek hazırlarlardı. Hiç kimse onun özel eşyalarını kullanmaz ve özel bir itina ile kollarlardı. Konağımızın oturma damının altındaki 5 ağaç direkten birinde onunla ilintili kutsal olduğuna inanılan taşlar ve sakalından teller falan vardı. Evde biri hasta olduğunda sakalı suyun içine tutulur ve bir kaç yudum içilirdi. Hasta olan kişinin çok kısa bir süre sonra iyileştiğine defalarca şahit olmuşumdur.( Bu hastalıklar kanser, verem gibi ağır hastalıklar değillerdir, örneğin baş ağrısı, mide bulanması, yüksek ateş…vs.) 23-1959 yılında bir gün bizim eve ziyarete gelir.(Bu olayı ailemde bir kaç kişiden dinledim) O gün tesadüfen komşularımızdan Şahhüseyin Sarıkaya Dedenin kızı Firdevs´in, Çayırlı / Mantara köyünden Zeynel Dedenin oğlu Ahmet ile düğünü vardır. Kızın babası , Hasan Efendiye gelerek düğüne gelmesini ısrar eder. Hasan Efendi .” Sen düğün sahibisin, bir hayli misafirlerin gelecek. Onlarla ilgilenmen gerekecek. Ayrıca gençler eğlenmek, oynamak belki içki içmek isterler. Ola ki benim orada bulunmam dolayısı ile rahat etmeyebilirler , ayrıca ben içki içilen sofraya oturmam, bu yüzden gelmiyeyim“der. Şahhüseyin Dede ise “Onların hepsi bir tarafa, sen bir tarafa“ diyerek ısrarla alır götürür. Bu arada oğlan babası Zeynel Dede, bazı misafirlere başlık parası olarak kesilen 1000 liranın, 500 lirasını ödemiyeceğini, hem mali durumunun iyi olmadığını, hemde zaten başlığın çok yüksek olduğunu fısıldar. Bunu duyan kız babası “ Zeynel Dede ne demek 500 lirayı kesmek. (birinin adını anarak) Filancanın kızına daha yüksek başlık parası kestiler, benim kızım ondan aşağı mı?, ben hakkımı kimseye bırakmam“ diyerek öfkelenir. Oğlan babası ise mali durumunun iyi olmadığını, anlayış göstermesini söylemesine rağmen ikna edemez. Tam o arada Hasan Efendi, kız babası Şahhüseyin Dedeye dönerek ”Şu milletin huzurunda 1000 liranın tümünü bağışlayacaksın” der. Kız babası şaşkınlıkla “Efendi bu olacak şey mi? Ne demek 1000 liranın hepsini bırakmak? Diye tepki gösterir. Hasan Efendi bunun üzerine “Madem sözümüz dinlenilmiyor neden beni düğüne davet ettin? Diye sorar. Zor durumda kalan Şahhüseyin Dede “ Efendi madem sen öyle takdir etmişsin, ben de almıyorum. Sana 1000 lira değil, bütün varım-yoğum, hatta canım feda olsun’’ der. Ve böylece başlık parası geleneğinin en etkili olduğu bir dönemde belki ilk defa başlık parası alınmamış olur. Hatta gelenekler çerçevesinde kızın ağabeyi Ali Baba´ya hediye (halet) edilmesi gereken saat de alınmaz. Hasan Efendi oradakilere şu nasihatte bulunur. “Başlık parasını bir yarış olarak kullanmayın. İlle de kızıma çok mal vereceğim diye de oğlan ailesini fazla başlık ödemeye zorlamayın.Oğlan ailesi AYIP OLMASIN diye sizin istediği parayı ya borç alarak, yada bazı mallarını satarak temin etmeye çalışacaktır. Düğün sonrası oğlan ailesi düğünün mali yükünü azaltmak için yeni evli oğlunu gurbete gönderecektir. Kaldi genç yaşta nikâh altına aldığınız gençlerin ayrı kalmasının vebali sizin omuzlarınızda olacaktır. Bunun için kızınıza fazla mal vermek için ne kendinizi zorlayın, nede oğlan ailesini… İmkanlarınız ne kadar müsaitse kızınıza o kadar mal verin ama SAKIN BAŞLIK PARASI ALMAYIN “ der. 24- Evlatlığı Kamer Dede bu konuda şöyle der. “Babam Atatürk´ü severdi. Yanliz Dersim olayından dolayı da sitem ederdi. Bir gün şöyle dedi . ‘’Eger Atatürk yurdu kurtarmamış olsaydı şimdi bizim ismimiz Konstantin falan olurdu“ 25- Hasan Efendinin burada kasettiği Cemal kardeş kanaatimce bir dönem Hacı Bektaş Dergahında oturan Cemalettin Efendidir. Mustafa Kemal , Erzurum ve Sivas Kongrelerini yaptıktan sonra Ankara´ya giderken yolda ( 23- 24 Aralık 1919) Hacı BektaşÂ´a uğrayıp Postnişin Cemallettin Efendiyi ziyaret eder. Hatta orada bir gece kalıp Cem´e katılır ve Ulusal Kurtuluş Savaşı için desdek ister. Cemalettin Efendi , Mustafa Kemal´ i dinledikten sonra sorar. “Paşam yurdu düşman işgalinden kurtardıktan sonra Cumhuriyeti kuracak mısınız ? “ Mustafa Kemal “Evet hedefimiz budur“ der. Bunun üzerine Cemalettin Efendi “ Paşam o zaman biz de sizin yanınızdayız“ diyerek Ulusal Kurtuluş Mücadelesine açık desdek verir. Daha sonra tüm Anadolu ve Balkanlarda ki Ocaklara ve Tekkelere elçiler göndererek Alevi ve Bektaşilerin bu savaşa aktif katılmasıne katkı sağlar. Cumhuriyet kavrami henüz çok yenidir, ancak özellikle Balkanlarda ki Bektaşi Tekkelerinde konuşulmaktadır. Aleviler ve bilhassa Bektaşiler Cumhuriyetin ne demek olduğunu biliyorlardı ve bu savaşa bilerek -isteyerek katılmışlardır. 26- Burada kastedilen Rum kavrami işgalcı batılı emperyalistlerdir. ( K. B.) 27- Bu mısrada kast edilen “Yeniden, halı, kilim örneği dokuyorlar“ sözünün anlamı tarafımdan anlaşılamamıştır. 28- Aile Büyüklerim dahil bir çok kişiden duydum. Hasan Efendi bir tarihte Hac´ca gider. Alevi olduğunu bildikleri için Hac´ca birlikte gidenlerin bir kısmı yolda kendisini denize atmak isterler. Efendi onlara “Beni denize atın ki Hac´ınız kabul olsun” deyince gelenler korkar ve bundan vazgeçerler. Ancak Cidde´ye giderken onu uçağa almazlar. İndiklerinde Hasan Efendiyi kendilerinden önce orada görürler. ——————————————————————————– 29- ’’At sırtındaki semeri’’ deyimi normalinde çok ağır bir ithamdır. Ancak hurafelere inanan, özü ve sözü bir olmayan veya gözü kapalı bir inancın peşinden sürüklenmenin İNSAN olmakla bağdaşmayacağı açıktır. Hacı Bektaş Veli de bir sözünde şunu söyler. OKUNACAK EN İYİ KİTAP İNSANDIR. 30- Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs´te, Mekke´de, Hac´da değildir. ( Hacı Bektaş Veli ) 31- Kalpteki Dev. Burada kast edilen kötü niyet ve düşüncedir. ( K. B.) 32- Şefaat İslam dininde Mahşer günü Hz. Muhamed´den niyaz dilemektir. Hasan Efendi bu şiirinde şeriatçıların bu şekilde Hz. Muhammed´den şefaat bekleyemeyeceğini ileri sürmektedir. ( K. B.) 33- Bakınız. Dipnotlar 9 C 34- Gerek İslam dininde ve gerekse Alevi inanç gurubunda 40 yaşı Kemalete ermek demektir. Hz. Muhammed´in 40 yaşında Peygamber olduğu bilinmektedir. Hasan Efendi bu şiirinde de 41 yaşında Kemalete erdiğini anlatıyor. (K.B.) 35- Varlığın Doğuşu. Beyan eden Başköylü Hasan Efendi. Yazan Pir Sultan ÖZCAN. Sayfa 138-140 . İstanbul 1992. 36- Kuran-i Kerim´in eksik toplandığını iddia eden ve tamamını kendi olanakları ile toparladığını iddia eden yazarlardan biri de Malatya´lı yazar Halil Öztoprak´tır. İddiaları üzerine hakkında çeşitli davalar açılmıştır ve hepsinden de beraat etmiştir. Halil Öztoprak bu konuda çok geniş ilmi araştırmaları olan bir yazardı. 3 tane kitabı yayınlanmıştır. Maddi olanakları yetmediği için Kuran-i Kerimi tevsirler halinde basma girişiminde bulunmuş ve bu teşebbüsünü tamamlayamadan 60 lı yılların başında hakka yürümüştür. Bir çok yakındımdan şunu duymuştum. Hasan Efendi, yazar Halil Öztoprak´ı çok içtenlikle desdeklemiş ve halkın ona Halil Kuran-i diye hitap etmesini tavsiye etmiştir. 37-Anlatılanlara göre o gün Hasan Efendinin misafirleri vardır. Efendi ev halkına bir kaç defa “ Acele edin, yoksa yemek ortada kalacak “ der. Misafirlerden biri “ Efendi ne demek oluyor bu ?” diye sorunca, cevaben “ Yolcu yolunda gerek” yanıtını alır. Acele edilip sofra hazırlanır. Yemek yendikten sonra Hasan Efendinin yatakta hareketsiz duruşu dikkati çeker. Yanına yaklaşılınca görülür ki Hakka yürümüştür.

Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat Kapıları

şeriat Kapisi

şeriat:düzen Kural Demektir
şeriat,in Sahipleri;peygamberler
Kavmi;abidler (ibadet Eden)
Asli;hava
Selami;esselam-ü Aleyküm Nuru şeriat Erenleri
Abdesti;su Ile Alinir Ve Tövbe Edilir
Bababi;öz Babasidir.bel Ogludur
şeriat Kapiinin Makamlari
1-iman Etmek
2-ilim ögrenmek
3-ibadet Etmek
4-helal Kazanç
5-nikah Kiymak
6-nefse Nikah Kiymak
7-sünnet Ve Cemaat
8-şefkatli Olmak
9-ari Yemek Ari Giymek
10-yaramaz Hallerden Sakinmak

Tarikat Kapisi

Tarikat;yol Demektir
Tarikat,in Piri;şahi Velayet Hz Ali,dir
Kavmi;zahitler (dini Kurallara Bagli)
Asli;ateş
Selami;esselamü Aleyküm Ey Nuru Tarikat Pirleri
Abdesti;pire Biat Etmektir
Bababi;yol Oglu

Tarikat Kapisinin Makamlari
1-pire Baglanma,el Alma Tövbe Etme
2-talip Olmak.(mürid Olmak)
3-sacini Kesme.libasini (hirka)giyme
4-mücahede Göyünmek,nefisle Mücahede,iyilik Yolunda Mücahede
5-hizmek Etmek
6-korku Duymak
7-ümidini Yitirmek
8-hirka,zembil,makas,seccade,ibret,hidayet
9-makam,cemiyet,nasihat,muhabbet Sahibi Olmak.
10-aşk,şevk Ve Fakir Olmak

Marifet Kapisi
Marifet: Ilim,irfan
Marifetin: Arifler
Kavmi: Arifler (ruh Yüceliği)
Asli: Su
Selami: Esselamü Aleyküm Ey Nuru Marifet Kamilleri
Abdesti: özünü Bilmek
Bababi: Kemal Oğlu

Marifet Kapisinin Makamlari
1- Edepli Olmak
2- Korku
3- Perhizkarlik
4- Sabir Ve Kanaat
5- Utanmak
6- Cömertlik
7- Ilim
8- Miskinlik
9- Marifet
10- Kendi özünü Bilmek.

Hakikat Kapisi
Hakikat: Sirra Vakif Olmak
Hakikat’in Sahipleri: Kamiller
Kavmi: Muhibler (tanri Dostu)
Asli: Toprak
Selami: Esselamü Aleyküm Ey Nuru Hakikat şahlari
Abdesti: Kendi Kusurunu Görüp,başkalarini örtmek
Bababi: Gök Atam Yer Anam.

Hakikat Kapisinin Makamlari
1- Toprak Olmak
2- Yetmişiki Milleti Ayiplamamak
3- Elinden Geleni Men Kilmak
4- Dünya Içinde Yaratilmiş Mecnu Nesne Ondan Emin Olmak
5- Mülk Issina Yüzün Sürmek,yüzün Suyun Bulmak
6- Sohbet (sohbette Hakikat Esrarin Söylemek)
7- Seyir
8- Sir
9- Münacaat (allah’a Yakarmak,ona Siginmaktir.)
10- Müşahade çalap Allah’a Ilaşmak,görmek,birşeyi Gözle Görebilmektir.gerçekleri Olarak Bilip Anlamaktir.

eyvallah can.. eyvallah..

ŞERİAT KAPISI
Şeriat kelimesi dilimize arapçadan geçmiş bir kelimedir. Bu yüzden, daha çok arapçada kullanıldığı anlamıyla tanınır. Oysa, Aleviliğin tasavvuf öğretisine göre bam başka bir anlama gelir. Şimdi bu iki anlamı da biraz açmak gerekir. Zira yeterince bilimediğini gördük. Çoğuncası şeriat kavramı dar anlamıyla bilinmektedir.
Önce dar anlamını açıklayalım:

Dar anlamda şeriat, Ortodoks yani şii ve sünnü islam anlayışının toplumsal alandaki dini ve hukuki icraatlarının tümüne denir. İslamın her iki büyük meshebinde de şeriatın aynı şekilde anlaşılmasının nedeni, ortak bir oluşum süreclerini yaşamış olmalarından ileri gelir. Dar anlamdaki şeriatın temel özelliğini anlamak için ortodoks islamın oluşum sürecine bir bakalım:

Hz. Muhammed insanlığa evrensel ilahi mesajı getirmeden önce Arap toplumu sert bir kabile geleneği yaşamaktaydı. Kervan basmalar, soygunlar, talanlar, yağmalar, köle ticareti sıradan bir olay gibi Bedevi-Arap toplumunun gündelik hayatını belirlemekteydi. Çok tanrıcılık ve putlara tapma geleneği sadece Mekke ve Medinede değil bütün araplarda yaygın bir gelenekti.
Peygamber böylesi bir ortamda zuhur etti. İçinden geldiği toplumu kökten değiştirmek için insanların sadece ruh dünyalarına değil onların toplumsal dünyalarına da seslendi. Adeta arap çöllerinde bir medeniyete öncülük etti, büyük reformlerı hayata geçirdi. Fakat peygamberin hakka yürüyüşünden sonra eski gelenekler tekrar canlanmış ve yeni ile eski olanın sentezi ortaya çıkmıştır.
Bu sentez çok geçmeden Muaviye ve oğlu Yezid’in iktidarını doğurmuştur. Muaviye devrinde İslamın temel kitabı olan Kuran yazımı son şeklini almış, İslam tarihinde yeni bir devir olan Emeviler devri başlamıştır. Bu gün bir buçuk milyardan fazla müslümanın bağlı olduğu dinin inanç içerikli geleneklerinin temeli Emeviler devrinde atılmıştır.Buna ortodoks islam da denilmektedir.

Bir çeşit dini –geleneksel hukuk (fıkıh) diyebileceğimiz şeriat, islam devletlerinde bugün de temel anayasa olarak işlev görmektedir. İslamın beş şartı veya imanın şartları, şeriat açısından islam dininin bir tarifidir. Oruç, namaz, zekat, hac, kelimeyi şahadet gibi dini vecibeleri dinin temel direği olarak görürler. Arap toplumunun örf ve adetleriyle şekillenmiş olan islam şeriatı sadece hırsızlığı, zinayı, gıybeti değil Allaha inanmamayı, şeriat buyruklerına karşı gelmeyi de büyük suç ve günahlar arasında görür. Şeriat hükümlerine göre suçlulara verilen cezalar el kesmekten taşlayarak öldürmeye kadar uzanmaktadır. Şeriat, dar anlamda budur. Şimdi de, şeriatın Alevi öğretisindeki yerine bakalım:
Anadolu Erenlerinin büyük evliyası olan Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin temel öğretisi’Dört Kapı Kırk Makam’ felsefesine göre şeriat, şii yada sünni islamda kullanılan anlamından başka bir manada kullanılır. Biz buna ‘geniş anlamda şeriat, ya da tasavvuf açısından şeriat’da diyebiliriz. Alevilikteki şeriata bakış açısıyla ortodoks islamın bakış açısı tamamen bir birine zıttır. Bu iki bakış açısı arasındaki fark, şeriatla tasavvuf arasındaki fark kadar büyüktür. Burada, kültürler arası fark kadar tarihsel farklılıklar da önemli rol oynamaktadır.
Büyük Alevi ozanı Yunus Emre bir nefesinde şöyle söylemekte ve şeriatın çift anlamını dile getirmektedir. ‘Şeriat var şeriattan içeri’.

Bir aydınlanma ve kamil insan olma yolu olan ‘Dört kapı kırk makama’ın kurucusu Hacı Bektaşi Veli’ye göre şeriat ‘Bir anadan doğmaktır’. Şimdi bu sembol diliyle söylenmiş bu sözü yorumlamaya çalışalım:

Her canlı doğum yoluyla zahir dünyaya gelir ve yaşamına dünyada devam eder. İnsan gibi diğer canlılar da doğdukları tabiatı bütün özellikleriyle beraber hazır bulurlar. İnsanlar ise kendileri seçmeksizin bir toplumda doğarlar ve o toplumun kültürel, ulusal, ananevi, geleneksel özelliklerini devralırlar. Milliyet, ırk, cins, dil, din hatta deri rengi gibi daha bir çok farklılıklar işte doğumla gelen bu aşamada bireyin hayatına girer ve onun bir parçası haline gelir. Birey artık kendini bu kapıda toplumdan devraldığı şekilsel farklılıklarla tanımlamaya başlar. Eğer, Hindistanda doğmuşs Hinti, Çinde doğmuşsa Çinli, Afrikada doğmuşsa Afrikalı, kutuplarda doğmuşsa Eskimo olarak kendini görür. Sadece kültür ve gelenek içinde yaşamaz, aynı zamanda o gelenek ve kültürün sorunlarını, görevlerini ve yaşam biçimini devralır. Örneğin, birey kandavasının olduğu bir ailede dünyaya gelirse, otamatilman kendiside bu meseleye tabii edilir. Kendi iradesi dışında gelişen bu olay bir müddet sonra kendi meselesi olmaya başlar.

Dünyaya ve kendimize dair ilk düşüncemizin oluşum sürecinde içinde bulunduğumuz toplumsal yaşam, gelenekler, örf ve adetler çok önemli bir rol oynarlar.
İnsan fiziksel açıdan olgunluğa erebilmesi için çeşitli evrelerden geçerler. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk vs…bu evrelerde insan birbirinden farklı özellikler ve olgularla karşılaşır. Kendini bekleyen bu sürecleri yaşar ve dünyaya ve yaşama yönelik bir tutum ve düşünce geliştirir. Daha önce dediğimiz gibi burda toplumsal olgular önemli bir rol oynar.

Şeriat kapısı, toplumsal şartlanmaların en yoğun olduğu ve doğumla birlikte gelen insanın kendi özüne en zabancı kaldığı devirdir. Dünya yaşanyısında olduğu kadar tanrı anlayışında da bir yüzeysellik ve şirk görülmektedir.Buna gizli şirk te denir. Fakat, şeriat ehli bunun farkında değildir.tanrı ona göre yerde yada gökte bulunmaktadır,insanlara oradan buyruklar yağdırmaktadır.ölümden sonra sevab çoksa yani gökteki tanrının yağdıdıkları emirlere içtenlike itaat etmişse, hurilerle dolu cennete; günahları çoksa, cayır cayır yanacağı cehenneme gideceğine inanır.
Milliyetçilik, ırkçılık, cins ayrımı, ideolojik bakış, kısacası insan ayrımlarının ve savaşların olduğu şeriat kapısı sadece toplumsal alandaki sorunları yaratmaz aynı zamanda bireysel yaşamı da tehlikeye düşürür. Çünkü, bir varlık olarak insanın en önemli yanlarından biri toplumsal bir yanının olmasıdır.

Her toplumun kendine göre bir şeriat şekli vardır. Musa şeriatı, Ortodoks İslam şeriatı, İsanın şeriatı…
Kültür ve geleneklerin oluşturduğu yaşam biçimini de şeriata benzetirsek, toplumların sayısı kadar şeriat yaşantısı vardır. İlkel toplumlardan gelişmiş toplumlara kadar bu böyledir.

Şimdi de Alevi toplumunun şeriat anlayışına bakalım: bilindiği gibi, her toplum kendi içinde toplumsal yaşamı imkanlı kılabilmek için bir adalet mekanızması geliştirmiştir. Hukuk kuralları, toplumdan topluma farklılıklar içerir. En esneğinden en katı kurallara kadar uzanır. Moder toplumlarda ise adaleti hukuk sistemi ve mahkemeler sağlar. Alevilikte ise halk mahkemeleri adını da vereceğimiz cemler vasıtasıyla toplumsal adalet sağlanır. Paylaşım, bölüşüm, yargının, beraberliğin en güzel örneği olan cemler, aynı zamanda, adalet sisteminin en gelişmiş örneklerinden biridir. Diğer adalet anlayışlarından amaç olarak ayrılır. Diğer sistemlerde amaç suçluyu cezalandırmak iken, Alevi hukukunda amaç, kişiyi irşad ederek işlediği suçu birdaha işlememesini sağlamaktır. Yani suça sebebiyet veren şartları ortadan kaldırmak, bireyi topluma kazanmak, irşat ederek aydınlatmak, ve toplumsal yanını güçlendirerek, sihatlı bir benliğe kazandırmaktır. (Bu konuda daha geniş bilgi için Cem broşürümüze bakabilirsiniz.)

Alevi gelenek ve göreneklerini yani Alevi şeriatını incelediğimizde temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, Musahiplik, tevella teberra, Semah, ocakların ulularının ziyareti, matem yası, lokma dağıtmak gibi şeyler bunun açık örnekleridir.
Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesine nisbeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir.
Yunus Emre bu kapının insanına ışık tutmak maksatıyla şöyle demektedir:’ Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan, mülk ta yalan, var biraz da sen oyalan.’

Şeriat kapısındaki bir insan kendisine düşünce olarak ne verilmişse onu alır. Varlığı şekilden ibaret sanır. Yüzeysel algılar, şekiller ve renklerin gerisindeki özü göremez. Algı dünyası beş duyuorganının sınırlarını aşmaz. Ne duygu ve ruh yönünden ne de bilgi yönünden bir olgunluğa ermemiştir. Sufiler buna ‘Hayvanı Natık’ yani konuşan hayvan demişler. Burda bir küçümsame yok. Aksine Kamil İnsan’la ham insan arasındaki farki dile getirmektedir. Başka bir örnek verecek olursak; gözleri doğuştan kör (ama) olan insanın algıladığı dünya ile gözleri gören insanın algıladığı dünya kadar farklıdır. Şeriat kapısındaki insanın henüz can gözü-kalp gözü açılmamıştır; henüz onun farkında değildir.
Kişinin Dünya içinda karşılaştığı olaylar, yaşadığı tecrübeler, ya da karşılaştığı kişiler şeriat kapısındaki kişinin olgunlaşmasına yolaçar. Kişi, şeriatın yetersizliğini ve darlığını anlar sonunda.

Hayatın anlamını ve kendi varlık sebebi üzerinde derinden derine düşünmeye başlayan şeriat ehli, zahiri dünyanın kendisini tatmin etmediğini anlar. Artık şeriat elbisesi kendisine dar gelmeye başlar. O,görünen ve beş duyu organıyla algılanan dünyanın sınırlılığını anlar. Görünenin arkasındaki görünmeyeni,dışı değil içi, şekli değil özü aramaya başlar. Ancak nerden başlaması gerektiğini bilemez.

Tasavvufa göre kendi kendine irşad olmak yani manevi ve ruhi açıdan aydınlanmak çok zordur. Kör insanın karanlıkta yol almasına benzer. Bir ustaya yani pire bağlanması en doğru ve emin yoldur. Pirin temel özelliği irşad edici olmasıdır. Sadece gönül gözündeki perdenin kalkmış olması yereli değildir. İrşad edebilmek yani ona hakikatı tattırmak özel bir kabiliyet ister.

Hacı Bektaşi Veli bir sözünde ‘ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır’ der. Başka bir sözünde mürşüdü, yani irşad ediciyi tanımlarken şöyle der. ‘Mürşit ilimdir’. Fakat bu ilim okuyarak elde edilmez. İçsel ve ruhi yaşantı vasıtasıyla elde edilen bilgidir.

Şeriat kapısındaki kişi aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir bulur. Şeriat kapısındaki kişi ruhi dünyası henüz karanlıkta olduğu için kendisine uygun bir seçmekte zorlanacaktır. Ancak pirlik makamına gelmiş bir usta kendisine gelen her talibi irşad edebilme yeteneğine sahiptir.

Bu arayışlar süresinde yeterli çabayı ve azmi gösterirse kişi, eninde sonunda kendisine uygun bir yolgösterici usta-pir bulur.

Bu aşamada, kişi şeriatı yavaş yavaş aşarken kendisini tarikat makamına doğru ilerlemiş olarak bulur. Hakka erişmenin yolunun ancak köklü bir ruhi bir tekamülden geçtiği gerçeğini idrak etmeye başlar. Kendisi için artık yeni bir doğumun başlamak üzere olduğunu anlar.Daha önceki doğumu ‘kanbağı vasıtasıyla doğmak’ olarak görür ve bu ikinci doğumun manevi-ruhi bir doğum olacağının bilincine varır. Ve sonu gelmez ruhi yolculuklarda ve içsel yaşantıda kendisine yol gösterecek olan bir usta aramaya başlar.

Dünyaya ve kendimize dair ilk düşüncemizin oluşum sürecinde içinde bulunduğumuz toplumsal yaşam, gelenekler, örf ve adetler çok önemli bir rol oynarlar.
İnsan fiziksel açıdan olgunluğa erebilmesi için çeşitli evrelerden geçerler. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk vs…bu evrelerde insan birbirinden farklı özellikler ve olgularla karşılaşır. Kendini bekleyen bu sürecleri yaşar ve dünyaya ve yaşama yönelik bir tutum ve düşünce geliştirir. Daha önce dediğimiz gibi burda toplumsal olgular önemli bir rol oynar.

Şeriat kapısı, toplumsal şartlanmaların en yoğun olduğu ve doğumla birlikte gelen insanın kendi özüne en zabancı kaldığı devirdir. Dünya yaşanyısında olduğu kadar tanrı anlayışında da bir yüzeysellik ve şirk görülmektedir.Buna gizli şirk te denir. Fakat, şeriat ehli bunun farkında değildir.tanrı ona göre yerde yada gökte bulunmaktadır,insanlara oradan buyruklar yağdırmaktadır.ölümden sonra sevab çoksa yani gökteki tanrının yağdıdıkları emirlere içtenlike itaat etmişse, hurilerle dolu cennete; günahları çoksa, cayır cayır yanacağı cehenneme gideceğine inanır.
Milliyetçilik, ırkçılık, cins ayrımı, ideolojik bakış, kısacası insan ayrımlarının ve savaşların olduğu şeriat kapısı sadece toplumsal alandaki sorunları yaratmaz aynı zamanda bireysel yaşamı da tehlikeye düşürür. Çünkü, bir varlık olarak insanın en önemli yanlarından biri toplumsal bir yanının olmasıdır.

Her toplumun kendine göre bir şeriat şekli vardır. Musa şeriatı, Ortodoks İslam şeriatı, İsanın şeriatı…
Kültür ve geleneklerin oluşturduğu yaşam biçimini de şeriata benzetirsek, toplumların sayısı kadar şeriat yaşantısı vardır. İlkel toplumlardan gelişmiş toplumlara kadar bu böyledir.

Şimdi de Alevi toplumunun şeriat anlayışına bakalım: bilindiği gibi, her toplum kendi içinde toplumsal yaşamı imkanlı kılabilmek için bir adalet mekanızması geliştirmiştir. Hukuk kuralları, toplumdan topluma farklılıklar içerir. En esneğinden en katı kurallara kadar uzanır. Moder toplumlarda ise adaleti hukuk sistemi ve mahkemeler sağlar. Alevilikte ise halk mahkemeleri adını da vereceğimiz cemler vasıtasıyla toplumsal adalet sağlanır. Paylaşım, bölüşüm, yargının, beraberliğin en güzel örneği olan cemler, aynı zamanda, adalet sisteminin en gelişmiş örneklerinden biridir. Diğer adalet anlayışlarından amaç olarak ayrılır. Diğer sistemlerde amaç suçluyu cezalandırmak iken, Alevi hukukunda amaç, kişiyi irşad ederek işlediği suçu birdaha işlememesini sağlamaktır. Yani suça sebebiyet veren şartları ortadan kaldırmak, bireyi topluma kazanmak, irşat ederek aydınlatmak, ve toplumsal yanını güçlendirerek, sihatlı bir benliğe kazandırmaktır. (Bu konuda daha geniş bilgi için Cem broşürümüze bakabilirsiniz.)

Alevi gelenek ve göreneklerini yani Alevi şeriatını incelediğimizde temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, Musahiplik, tevella teberra, Semah, ocakların ulularının ziyareti, matem yası, lokma dağıtmak gibi şeyler bunun açık örnekleridir.
Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesine nisbeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir.
Yunus Emre bu kapının insanına ışık tutmak maksatıyla şöyle demektedir:’ Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan, mülk ta yalan, var biraz da sen oyalan.’

Şeriat kapısındaki bir insan kendisine düşünce olarak ne verilmişse onu alır. Varlığı şekilden ibaret sanır. Yüzeysel algılar, şekiller ve renklerin gerisindeki özü göremez. Algı dünyası beş duyuorganının sınırlarını aşmaz. Ne duygu ve ruh yönünden ne de bilgi yönünden bir olgunluğa ermemiştir. Sufiler buna ‘Hayvanı Natık’ yani konuşan hayvan demişler. Burda bir küçümsame yok. Aksine Kamil İnsan’la ham insan arasındaki farki dile getirmektedir. Başka bir örnek verecek olursak; gözleri doğuştan kör (ama) olan insanın algıladığı dünya ile gözleri gören insanın algıladığı dünya kadar farklıdır. Şeriat kapısındaki insanın henüz can gözü-kalp gözü açılmamıştır; henüz onun farkında değildir.
Kişinin Dünya içinda karşılaştığı olaylar, yaşadığı tecrübeler, ya da karşılaştığı kişiler şeriat kapısındaki kişinin olgunlaşmasına yolaçar. Kişi, şeriatın yetersizliğini ve darlığını anlar sonunda.

Hayatın anlamını ve kendi varlık sebebi üzerinde derinden derine düşünmeye başlayan şeriat ehli, zahiri dünyanın kendisini tatmin etmediğini anlar. Artık şeriat elbisesi kendisine dar gelmeye başlar. O,görünen ve beş duyu organıyla algılanan dünyanın sınırlılığını anlar. Görünenin arkasındaki görünmeyeni,dışı değil içi, şekli değil özü aramaya başlar. Ancak nerden başlaması gerektiğini bilemez.

Tasavvufa göre kendi kendine irşad olmak yani manevi ve ruhi açıdan aydınlanmak çok zordur. Kör insanın karanlıkta yol almasına benzer. Bir ustaya yani pire bağlanması en doğru ve emin yoldur. Pirin temel özelliği irşad edici olmasıdır. Sadece gönül gözündeki perdenin kalkmış olması yereli değildir. İrşad edebilmek yani ona hakikatı tattırmak özel bir kabiliyet ister.

Hacı Bektaşi Veli bir sözünde ‘ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır’ der. Başka bir sözünde mürşüdü, yani irşad ediciyi tanımlarken şöyle der. ‘Mürşit ilimdir’. Fakat bu ilim okuyarak elde edilmez. İçsel ve ruhi yaşantı vasıtasıyla elde edilen bilgidir.

Şeriat kapısındaki kişi aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir bulur. Şeriat kapısındaki kişi ruhi dünyası henüz karanlıkta olduğu için kendisine uygun bir seçmekte zorlanacaktır. Ancak pirlik makamına gelmiş bir usta kendisine gelen her talibi irşad edebilme yeteneğine sahiptir.

Bu arayışlar süresinde yeterli çabayı ve azmi gösterirse kişi, eninde sonunda kendisine uygun bir yolgösterici usta-pir bulur.

Bu aşamada, kişi şeriatı yavaş yavaş aşarken kendisini tarikat makamına doğru ilerlemiş olarak bulur. Hakka erişmenin yolunun ancak köklü bir ruhi bir tekamülden geçtiği gerçeğini idrak etmeye başlar. Kendisi için artık yeni bir doğumun başlamak üzere olduğunu anlar.Daha önceki doğumu ‘kanbağı vasıtasıyla doğmak’ olarak görür ve bu ikinci doğumun manevi-ruhi bir doğum olacağının bilincine varır. Ve sonu gelmez ruhi yolculuklarda ve içsel yaşantıda kendisine yol gösterecek olan bir usta aramaya başlar.

TARİKAT KAPISI

Dört Kapı Kırk Makam inanç ve felsefesinde ruhsal takamülün ikinci kapısı olan Tarikat Kapısı, Hacı Bektaşi Veli’nin deyimiyle ‘ikrar verip bir yola girme’ kapısıdır. Bu kapıda yola girmek için pir talibi olgunluk derecesini ölçmek için bir imtihana tabii tutar. Bu imihan çeşitli biçimlerde olabilir. Kişi bu imtihanı başarırsa, o zaman tarikata (yola) alınır. Bu imtihan çeşitlerinden bir kaç örnek verelim:

Yakın çağda yaşamış Alevi bilgelerinden Meluli Bektaşi tarikatına girmek ister. Kendisine tabi kılınan imtihan şöyledir:yakın bir köye gidip orda anadan üryan soyunarak kendi köyüne kadar yürümesi istenir. Bu imtihanla Meluli’nin toplumsal baskıları ve horlanmayı ne oranda aştığını; ahlak anlayışının ne olduğunu bilmek isterler. Meluli tarikata girmek için kendisinden isteneni yapar. Meluli’deki bu cesareti gören bektaşi dervişleri hemen Meluli’yi yarı yolda karşılar ve kendisine yeni elbiseler verirler.

Bağdat şehrinin valisi olan Cüneydi Bağdadi, gençlik yıllarında tarikata girmek ve bir yola bağlanmak ister. Ustası Şibli, yola girmek için valiliği bırakıp, Bağdat sokaklarında dilencilik yapmayı göze alıp alamayacağını söyler. Cüneydi Bağdadi bunu kabul der ve eski yaşantısına dair ne varsa hepsini terk etmeye hazır olduğunu ispat eder. Bağdadi’ye piri Şibli tarafından önerilen ve bir çeşit imtihan niteliğinde olan bu öneriden maksat, Bağdadi’nin valilik yaptığı yıllarda edinmiş olduğu büyüklük hırsını (nefsini) törpülemektir.

Tarikat piri tarikata bağlanmak isteyen talibi çoğuncası sözlü olarak ta uyarır.’Gelme gelme, gelirsen dönme, gelenin malı dönenin canı’ ‚Bu yol ateşten gömleki demirden leblebidir, bu yola girmeye karar vermeden önce bir daha düşün’, der.

Hacı Bektaşi Veli bu yolun ne denli zor ve çileli olduğunu, her kişinin değil, er kişinin sürebileceğini söyler. Yolun(tarikatın) inceliğini şöyle anlatır: ‘Yolumuz barış, dostluk ve kardeşlik yoludur. İçinde kin, kibir, kıskançlık, ikircilik gibi huyu olanlar bu yola gelmesinler’ der.

Tarikat kapısının özelliklerinden biri de bu kapıda ikrar verip musahip (ahiret ve yol kardeşi) tutulmasıdır. Musahip evli ve yola girmek isteyen çiftler arasında olur. Yine geleneksel olarak pir, mürşidin ve rehberin de yardımcı olduğu bir ayin eşliğinde yapılır. Yola girenlere pir yolun duasını verirken diğer yandan da onlara öğüt verir. Onları Kamil ve olgun insan olma yolunda manevi yönden hazırlar. Cemiyet içerisinde olgun ve örnek insan olma yolunda ilerler.

Ikinci önemli özelliği ise ‚ mürşidi Kamile yani ustasına kendi rızalığıyla teslim olması ve ser verip tarikat sırlarını kimseye vermemesi, sağlam bir karikat disiplini elde etmesidir.

Tarikata giren insanın kendini ve tarikatını dışardan gelecek her türlü tehlikeye karşı koruyabilmesi için gerektiğinde nasıl takkiye etmesi (saklama’ sı) gerektiğini öğrenir.

Alevi tarikat geleneğinde düşünce ve inancını yeri geldiğinde takkiye etmenin iki önemli gerekçesi vardır: Toplumsal yaşamda kendilerini dış düşmanlardan korumak, onların saldırı ve baskılarını aza indirgemek ve her mertebenin bilgisini her insana söylememek, bu vesileyle, taşıyamayacağı bilgi yükünü o insana yüklememektir.

Tarikat Kapısı, ikrar ve musahip tutma kapsı demiştik. Musahipler, hayatın her alanında bir birinin yardımına koşar ve çıktıları ortak yolculukta birbirinin aynası olurlar. Bir çeşit ailesel komün anlamına da gelen musahiplik, dayınışmanın, yardımlaşmanın vebölüşümcülüğün en güzel örneğidir. Ünlü mutassavvuf Şey Bedreddin’in dediği gibi, Musahiplikte ‘Yarın yanağından gayri her şey ortaktır’. Sevinçleri, mutlulukları, güzellikleri olduğu kadar acıları, zorlukları da paylaşırlar. Musaibler birbirinin çocuklarını kendi çocuklarından ayrı tutmaz. Alevi geleneğinde bunun sayısız örneği vardır. Şayet musahiplerden biri hakka yürürse, diğer musahip, onun çocuklarının ve ailesinin geçimini üstlenir.

Anadolu Alevi geleneğinin dışında musaip tutmadan da tarikat kapısına gelmek mümkündür.

Tarikat kapısını, bir kendini arama, özünü bulma, kısacası bir içe kapanma kapısı olarakta tanımlayabiliriz. Sufiler bu hali tırtılın kelebeğe dönüşmesi için kendi etrafına koza yapma durumuyla da mukayese ederler. İpek böceği çevreden gelecek olan olumsuz etkileri azaltmak için kendi etrafına bir koza örer. Amacı bu koza içerisinde bir dönüşüm sürecinden geçerek rengarenk bir kelebeğe dönüşmektir. İşte, tarikat kapısını bu metafora benzetebiliriz. Sufiler tarikat kapısını, yani kişinin özede giden ve köklü bir ruhi dönüşümden geçen yolu bu sembolle ifade etmişlerdir.

Kişi bu mertebede pirinin yardımıyla hayatın ve eşyanın zahiri yüzünü bırakarak batini yüzüne döner. ‘Nereye dönersen Allahın sureti ordadır’ sözünden harekete, bilinç altına yerleşmiş mabutlardan birer birer uzaklaşır. Büyük sufi üstad Şeyh Bedreddin’in ‘kimi insanlar paraya, şana, şöhrete, mevki ve makama tapar da Allha taptığını zanneder’ sözünü anlamaya başlar.

Evliyalar şahı Hacı Bektaşi Veli’nin ‘Hararet nardadır saçta değildir, akıl baştadır taçta değildir, her ne arar isen kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hacc’da değildir’ sözleri tarikat kapısındaki bireyin iç dünyasına ışık tutar. Şeriat ehli gibi Allaha ulaşmak için Mekke’ye gitme gereği duymaz. Zira, Allaha bakış açısında ve bu açıyı elde edecek ruhsal olgunluğa erişmiştir. Onun için Allah , şekil ve biçimden uzak, varlığın özüne yansıyan kuvvet ve kudret olarak tasavvur edilir.

Anasırı erba öğretisine göre ateş elementini simgeleyen tarikat kapısı, dışsal ve yüzeysel kavranan dünyadan içsel ve deruni yaşantıya bir geçiştir. Şeriat kapısında öğrendiği kuralların bilinç ve ruhun tekamülü için bir araç olduğunu idrak etmeye başlayınca o kuralların ebedi ve hakiki olmadığını bilir, bu yüzden o kurallara daha başka bir göz ile bakar.

Tarikat ocağında pişmek ve nefsin tozlarından kalp gözünü arındırma yolunda Yunus Emre tam kırk yıl dergaha hizmet der. Dört kapıyı tamamlaması tam kırk yılını alır, ve bu sürecin sonunda büyük bir derviş-ozan olur.

Yol aynı olmasına nazaran her pirin kendine göre bir eğitim metodu ve aydınlatma yöntemi vardır. Alevilikte, ‘yol bir sürek binbir’ denmesinin nedeni budur. Hakikat (Allah) tektir fakat ona giden yollar yaratılmış nefislerin sayısı kadar çoktur.

Bir mürşidin hakiki bir mürşit olması için şu temel vasıflara sahip olmalıdır:

1. Dört Kapı Kırk Makamdan geçmiş, Kamil İnsan olmuş.
2. Hakla Hak olmuş, zahiri gözündeki perdeler ortadan kalkmış olmalı.
3. Batıni yani Ledün ilmine hayiz olduğu kadar zahiri dünyanın ilmine ve bilgisine de sahip olmalı.
4. Kendisine gelen her talibi irşaat edebilme kabiliyetine sahip olmalı.
5. Hoşgörü, paylaşım ve yardımlaşıcı bir yapıda olmalı.
6. Hiç bir insanı diğerinden ayrı görmemeli, zahiri farklılıkları önemsememek, adaletli olmak.
7. Sadece bireysel değil, toplumsal alanda da irşat edebilmeli, ayinler ve cem yürütebilmeli, toplumun ruhi durumunu iyi sezebilmeli.
8. Dili ne söylerse, kalbi onu tastiklemeli, özüyle sözü bir olmalıdır.
9. Sözünde sabit ve sadık olmalı
10. Talibinin rüyasından onun içinde bulunduğu sıkıntıyı ya da onun ahvalini anlamlı ve ona uygun manevi ilacı vermektir.

Bu saydığımız özellikler, aynı zamanda dördüncü kapı olan sırrı hakikat kapısının da temel özellikleridir. Ancak bu kapıda insan bu özellikleri kazanarak , mürşit makamına gelerek insanları irşat eder. Biz tarikat kapısına tekrar dönelim.

Hacı Bektaşi Veli bir nefesinde tarikatta yani dergahta ki yaşantıyı ve paylaşım, bölüşüm, ve birlikteliği şöyle yansıtmaktadır:

‘Dostumuzla beraber yaralanır kanarız
Her nefeste aşk ile yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.
Rengimiz güldür bizim, gül gibi açacağız
Gönüllere aşl ile sevgiler saçacağız
Hak Hakikat yolunda bir yüzümüz var bizim
Olduğumuz gibiyiz öyle kalacağız’

Tarikat kapısını bir bakıma yeniden doğma kapısı olarak ta görebiliriz. Tıpkı, tırtılın koza içerisinde yeterince olgunluğa ulaşınca kendi ördüğü kozayı yırtarak, göğün derinliğine doğru, renga renk bir kelebek olarak uçması gibi.

Tarikat ve dergahın toplumsal açıdan işlevine bir bakacak olursak, toplumsal yaşamı ağır ağır değiştirdiğini ve tek tek bireyleri yetiştirerek birer olgun insan olarak topluma tekrar salıveren birer insan yetiştirme ocakları olduğunu görürüz.

Alevi dergahlarını diğer dergahlardan ayıran özelliklerden biri de, kadınların da ayinlere ve törenlere katılması, dergahlarda ruhsal olgunluğun ve manevi tekamülün etkisini artırmak için semah, nefes, deyiş ve müzikten de faydalanılır. Semahlar nerdeyse başlı başına bir ayin, ibadettir.

Tarikat ehli olan insan şeriat ehli gibi Allahı yerde veya gökte aramaz, onun varlığına bir mekan isnad etmez. İbadet onun için korktuğu bir tanrı karşısında yalvarmalar ya da cenneti elde etmek için yaranmalar değil, vijdanın sesi olarak kendisine yansıyan hakikatı daha iyi hissede bilmek ve yaşamak için bir özün arındırılma ve olgunlaştırılması, nefsin terbiye edilmesi için yapılan sessiz zikirdir.

Tarikat kapısının önemli bir özelliği de ,höşgörü, engin gönüllülük, merhamet, sevgi ve adalet gibi temel değerlerin özümsetildiği (içselleştirildiği) bir mertebe olmasıdır. Yeri gelmişken, Hacı Bektaşi Veli ile ilgili anlatılan bir menkıbeyi aktaralım burda:

Bir rivayete göre, adamın biri 30 yıl dağlarda eşkıyalık yapar, yol keser, adam öldürür, soyunlar yapar…..ve sonunda bu hayattan bıkar. Düze inip insanların arasına karışarak sıradan bir hayat sürdürmek ister. Vijdanını rahatlatmak ve içindeki suçluluk duygusundan biraz da olsa kurtulmak için bir dergaha bağlanıp çile doldurmak ister. Dağdan düze inerken dergaha eli boş gitmemek için yoluna çıkan bir sürüden son bir defa bir koyun gasbeder.

Önce, adını ve ününü duyduğu Mevlana Celalettin’e gider ve isteğini anlatır. Mevlana bunun üzerine, dergaha getirdiği kurbanın helal mı yoksa haram mı olduğunu sorar. Eşkıya, durumu anlatır ve haram lokma olduğunu söyler. Mevlana bu cevaba şu karşılığı verir: ‘Bizim dergahımıza haram lokma giremez, ben seni bu vaziyette dergaha kabul edemem ‘ der ve geri çevirir. Eşlıya, daha fazla üsteleyince, Mevlana ona, Hacı Bektaşi Veli’ye gitmesini tavsiye eder. Ve onun büyük bir zat olduğunu, her müşkülü çözdüğünü söyler.

Eşkıya, şevki kırılarak ta olsa, erinmez, içindeki bir parça umutla Hacı Bektaşi Veli’ye gider. Epey aramadan sonra, onu bir dağ başında dervişleriyle muhabbet ederken bulur. Huzuruna varır ve durumu anlatır. Eski hayat tarzına son vermek istediğini, bir dergaha bağlanmak ve onun erkanı doğrultusunda yaşamak ve herkes gibi sıradan bir hayat sürmek istediğini ancak bunun için Mevlana hazretlerine gittiğini, kurbanın helal olmayışından dolayı dergaha kabul etmediğini söyler. Bunun üzerine Hacı Bektaşi veli eşkıyaya döner ev şunu sorar:’ Bundan sonra bir daha kötülük etmeyeceğine ve eski yaşantısını kökten terk edeceğine yemin eder, söz verirmisin’ der. Eşkıya, bunu yürekten aruzadığı için içtenlikle söz verir. Hacı Bektaşi Veli, bunun üzerine, dervişlerine döner ve onlara kurbanı alıp kesip, pişirip canlara dağıtmasını söyler. Hünkarın bu davranışı, ekıyayı bağışladığını, onu kazanmak için merhamet gösterdiğini ve engin bir hoşgörüye sahip olduğunun bir işareti olarak menkıbeye yansır.

Bu hoşgörünün temelinde insanda tarısal bir özün olduğu inaç ve felsefesi yatar. Yunus Emre’nin. ‘yaradılanı sev yaradan dan ötürü’ özdeyişi buna işaret eder. Bu anlayış cemlerde uygulanan yargının, ayinle iç içe geçmiş olmasının bir delilidir.

Alevilikteki yargı ve adalet sistemini bir eşini ne diğer dinlerde ne de modern toplumlarda görebiliriz. Her iki adalet sisteminde de suçluyu cezalandırmak vardır. Suçlunun benzeri suçu yeniden işlemesinin önünde, bu sistemlerin işleyiş biçiminden kaynaklanan bir engel yoktur. Bu cezalar her sistemde ayrı ayrıdır. Örneğin, ortodoks-İslamda el kesmeden, taşlamaya kadar bir dizi cezalar uygulanır ve halen de uygulanmaktadır. Modern ülkelerdeise, hapis cezasından sürgüne, idam cezasından tımarhane cezasına kadar uzanır.

Oysa Alevilikte, suçluyu cezalandırmak değil, ıslah ederek yani olgunlaştırarak, tekrar topluma kazandırmaktır. Böylelikle benzeri suçları işlemesini nefsi emareleri ortadan kaldırılarak olgunluğa doğru yol alması sağlanmış olur.

Tarikat kapısında olan bir talip, bütün insanlığı bir aile gibi görür. Zahiri farklılıkları aşmış, bunları aynı özün birer yansımaları olarak görmüş, insanı insanın aynası bilmiş, bir bilgelik ışığını yakalamış olan tarikat ehli, kendini bilmeye başladığı nisbette içdünyası aydınlanır ve ilahi aşka yaklaşır.

Mürşit tarikat kapısındaki mürüdünün-talibinin özündeki ilahi aşkı tutuşturmuşsa artık talip yavaş yavaş marifet makamına gelmekte demektir. Dergah yaşantısında edindiği tecrübe ve ilimi sergileme, marifetini gösterme aşamasına gelmişdir. Dergahı mürşidin rızası ile terk eder.

MARİFET KAPISI
Marifet kapısı, ilahi-aşkın dervişin gönlünde tutuştuğu, ve Kamil İnsan mertebesine kadar kendisine mürşitlik edeceği ruhi ve manevi bir tekamül aşamasıdır. Bu aşamadaki insana derviş denir.

Hacı Bektaşi Veli’nin sözleriyle ifade edersek, ‘Marifet, Hakkı kendi özünde bulmaktır.’ Bu mertebeye gelmiş kişi neye yönelirse o alanda başarı elde eder. Eğer zahiri ilimlere verirse kendini öğrenme aşkıyla bir alim olabir, batını ilimlere verir dervişlik yolunda ilerlerse bir mürşidi kamil olup insanları irşat edebilir.
İlahi-aşlın türlü tezahürleri ve yansıma biçimleri vardır.Bunlara örnek olması için bir kaçını sıralayalım:

Mecnun Leylaya delicesine aşık olur lakin kavuşma imakanı olmaz. Aşl ve özleminin dayanılmaz ızdırabaından dolayı kendini dağlara, çöllere vurur.dağlarda aslanlarla, ceylanlarla yaşar. Bir zaman sonra, talihi açılır ve Leyla ile tekrar karşılaşma imkanı doğar. Mecnun bu karşılaşmada Leylayı görünce uzun uzun yüzüne bakar ev sonunda , bir hayal kırıklığıyla: ‘Benim artadığım Leyla bu değil’ diyerek yoluna devam eder. Bu menkıbeden şu anlaşılmaktadır: önce bir insana duyulan aşk daha sonra evrensel bir boyut kazanarak ilahi aşka dönüşmüş. Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşkın yerini allah aşkı almıştır. Mecnun köklü bir içsel dönüşüm geçirdiği ölçüde içindeki aşkın objesi de değişerek sonsuzluğun ummanlarına ulaşıyor.

Yine büyük bir Alevi ozanı olan Karacoğlan, doğa ve insan karşısında duyduğu en derin sevgi ve heyecanı ustalıkla şiirlere dökerek, insanlara tekrar sunmuştur. Arının her çiçekten bal eylemesi gibi, o da marifetini o alanda sergilemiştir.

Yakın çağın usta babalarından Meluli, marifet kapısına gelince yakın arkadaşlarıyla bir dergah kurarak birlikte yaşar. Tıpkı bir komüne benzeyen bu dergahta özel mülkiyet olmaz, her beraber üretir ve tüketirler. Büyük bir aile gibidirler. Alevi inanç ve felsefesinin gereklerini yerine getirerek yaşar, moder zamanda bile bunun imkanlı olduğunu yaşayarak gösterir.

Şah İsmail, ocaktan gelen bir insan olduğu için çok erken yaşta tarikata girer, usta mürşidler tarafından eğitilir ve hızlı yol alı, kısa zamanda tarikatın başına geçer. Şah İsmail’in dervişliği ve sufiliğinin yanısıra bir hükümdarlığının da olması tamamen içinde doğduğu sosyal şartlarla doğrudan alakalıdır. İçinde yaşadığı şartlar marifetini hükümdarlığa yöneltmesine neden olmuştur. Diğer taraftan bir tarikat şeyhi olması nedeniyle, tarikat kurallarını yeniden koymuş, bulunduğu tarikata bir dizi yenilikler getirmiştir. Nefesleri aynen Yunus Emre gibi, dergah ve tekkelerde talipleri irşat amaçlı okunmaktadır.

Anadolu Alevi geleneğine damgasını basmış büyük üstadlardan biride,Fazlullahın öğrencisi Nesimi’dir. Yola olan bağlılığı ve tutkunluğuyla tanınan Nesimi, Bağdat’da şeriat ehli tarafından derisi yüzüldüğünde pek gençti. Söylediği sözler şeriat ehli tarafından anlaşılmadığı için küfür sayılmış, ve hunharca katledilmiştir. Nefesleri, ledün ilmine vakıf, sırrı hakkata erişmiş, büyk bir üstad olduğunun açık delilidir. Nice yol ehli onun nefeslerinden ilham ve feyz almıştır. O, inandığının doğruluğunu ve hakikat olduğunu bildiği için yolundan dönmemiş ve bu uğurda şehit olmayı dahi göze almıştır. Şeriatla marifet kapısı arasındaki fark Nesimiyle onu öldürenlerin arasındaki fark kadar büyüktür.

Yine yakın dönemde yaşamış büyük Alevi ozanı Aşık Mahsuni, bu kapıya uygun düşen bilgileri bir nefesinde şöyle dile getirir:

‘Ben güler durur idim çölün mecnunlarına
Dahi çöller mecnun için tahtı Süleyman imiş
Erem dedim eremedim Ademin esrerına
Kendini okuyan insan bir ömür Kuran imiş’

Marifet Kaprı bir nevi dünya hayatında ikinci doğum demektir. Birinci doğum olan şeriat, bir kan yoluyla doğumdur. Burda, akrabalık dercelerini, doğacağı atmofer, gelenek ve görenekleri, hangi ailede dünyaya geleceğini seçme imkanına sahip değildir. Marifet kapısı ise manevi bir doğumu simgeler. Kişi Marifet kapısında kendi kendini arındırarak, kandi özünde yarattığı ben’le yeniden doğar.

Bu doğumda, daha önce elde dergah hayatında yaşayarak elde ettiği Ledun ilmi yardımcısı ve mürşidi olur. İlahi-aşk onu getarafa çekerse o taraf doğu ilerler,yol alı, manevile ruhsal-zihinsel tekamülü yol alır.

SIRRI HAKİKAT KAPISI

Dört Kapı Kırk Makam öğretisinin son kapısı olan Sırrı Hakikat Kapısı, Hünkarın deyimiyle, ‘ Tanrıyı kendi özünde bulma’ makamıdır. Bu kapıda, gönül gözünü perdeleyen perdeler bir bir açılmış, hakkı da batını ve zahiri dünyayı da görür olmuştur. Bir insana baktığında onun bulunduğu makamın derecesini hemen anlar vaziyete gelmiştir. Hallacı Mansurun ‚’Enel Hak’ diye seslendiği kemalet makamıdır.

Insan, makro alemin (uzayın) değil, mikro alemin de aynası olduğunu ve onları yansıttığını bilir. Büyük ozan Muhyi’nin dediği gibi:’her ne varsa bu alemde hepsi mevuttur Adem’de.Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmam’

Yaşanmış menkıbe ve olaylardan örneklerle bu kapıyı anlatmaya çalışalım:

Bir Alevi köyünde, bütün yaşlılar bir araya gelirler ve Allahı aramaya karar verirler. Dağ taş demeden gezerler. Bulmadan geri dönmeme kararı alırlar, fakat aradan epey bir zaman geçince, birer ikişel eli boş dönmeye başlarlar. Dönenler köy kahvesinde otururlar ve kendilerinden sonra dönenlerle alay etmeye başlarlar. Çünkü, böyle bir iddiayı deli saçması bulurlar. Her yeni dönene eskiler:’Ne o, buldun mu Allahı, nasıl bir şeymiş’ diye alay ederler. Sonunda hepsi geri döner fakat bir tanesi geri dönmez. Köylüler merak eder ve beklerler. Kırk gün sonra, saçı sakalı bir birine karışmış vaziyette döner gelir. Herkese yönelttikleri soruyu yarı alaycı bir şekilde ona da yöneltir ve şöyle derler: ‘ne o, Allahı buldun mu?’ o da, ‘evet buldum, bendeymiş meğer, sana bana benziyor’ diye yanıt verir. Onca insan arasından ancak hakkı bulmak bir insana nasip olur.

Hakla Hakk olmuş, o mertebenin manevi olgunluğuna ulaşmış bir insan, zahiri alemde, kimi zaman batıniliği yaşar. Onun muhabbeti, dinleyenlere, esenlik ve mutluluk verir. Manevi anlamda ilerlemesine yardımcı olur. Bu nedenle, Alevilikte arif insanların muhabbetine katılmak ta bir ibadet sayılır.

Şehitlik mertebesine eriştiği için ünü ölümünden sonra da artıp giden Hallacı Mansur olmak üzere Şibli, Cüneydi Bağdadı, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Nesimi, Muhyiddin Arabi, kadın sufi Rabia ve daha niceleri bu kapıdan geçmiş büyük mürşitlerdir. Acak bunlardan bir çoğu yaşadığı devirde yeterince anlaşılamamıştır. Ünlü Alman filofu Nietsch’nin dediği gibi: ‚ kimileri öldükten sonra yaşarlar.’ sözü bunların akıbetine uymaktadır. Fakat, onlar, zahiri dünyada kalplerde mekan kurarak yaşamaya devam etmektedirler. Sözleriyle, halen insanlığa ışık tutmaktadırlar.

Adından alevi inanç ve kültüründe sıkça bahsedilen Gruhü Naci denilen zümre , Hakikat Kapısına varmış, Hakla hak olmuş, özündeki ilahi kaynağa dönmüş, sır perdesini ortadan kaldırmış, Kamil İnsan mertebesindeki insanların verilen bir isimdir. Bunun, kimilerinin zannettiği gibi zahiri soy, sopla, kanbağıyla alakası yoktur. Gruhü naci demek, gönül gözü açılmış, hakikati perdesiz gören insan demektir.

Alevi ozanı Sıtkı Baba bir nefesinde Gruhü Naciyi ve onun manevi dünyasının açılımlarını şöyle tabir eder:

‚ Ondört bin yıl gezdim pervanelikte
Sıtkı ismin buldum divanelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum
Güruhu naciye özümü kattım
İnsan sıfatında çok geldim gittim
Bülbül oldum bir dost bağında öttüm
Bir zaman gül için zara düş oldum’

Bu kapıya gelip, Hakla Hak olmuş kişi, Hakikatın dil yoluyla anlatımının mümkün olmadığı bilir ve gerçeği mecaz ve sembollerle anlatmaya çalışır. Aynı mertebeye gelmiş bir insan bu mecazlardan, içindeki Hakikatı ve ozanın ne söylemek istediğini hemen anlar.

Sıtkı Babanın yukarda sunduğumuz nefesi de, baştan başa mecaz ve kinayelerle doludur. Ruhsal tekamülü, arınmışlar zümresi olan Güruhu Naciyi, hakikatin ancak arınma ve olgunlaşmayla anlaşılabileceğini, ilahi-aşkı ve daha bir çok gerçeği ritmik bir uyum içerisinde dile getirmektedir. İç yaşantısındaki manevi ahengi ve esenliği nefeste hissetmek gene de mümkündür.

Bu kapıya ulaşmış insan, varlığın sürekli bir tekamül içerisinde olduğunu anlar. Kalıplaşmış dinlerdeki ceza, yargı, cennet, cehennem, sırat köprüsü gibi kavramlar farklı anlamlar taşır. Hepsi de bu dünya hayatında olmaktadır. Sırat Köprüsü, ölümden sonra geçilecek, kıldan ince kılıçtan keskin olduğu tabir edilen bir köprü değil, dünya hayatında insanın ruhsal tekamülünü tamamlayarak, aslı olan nura kavuşmak anlamına gelir. Cennet ve cehhennem ise dünya yaşantısındaki ruhi halin sembol diliyle anlatımıdır. Eğer kişi tekamülünü tamamlamak yerine nefsani dünyanın karanlığına batmış, hayatın cezbesinden ve varoluşun sonsuz deviniminden habersiz yaşıyorsa, cehennemi; gönül gözü açılıp, ruhu aydınlık ve esenlikle dolu yaşıyorsa cenneti
dünyada yaşıyor demektir.

Bu Kapıya erişmiş insan, yüzünü nereye dönerse Allahın varlığı ile karşılaşır. Tüm varlık, Allahın çeşitli mertebelerde tecelli etmesinden ibarettir. Onun tecellisi dışında esasen bir ikinci varlık yoktur. Bu yüzden, yargı ve ulu mahşer bu dünyadadır. Hayat sonsuz tekamül içerisindedir. Bu hakikatı duyumsadığında sufinin biri şöyle söyler:’ her an bu aşk daha bir sonrasız, her defasında insan daha bir hayret ediyor’.

Sıırı Hakkat mertebesine ererek, Hakkla Hak olmuş insan, hangi kültür, din kalıpları ve gelenek içerisinden kıçarsa çıksın, hepsinin tetığı gerçek aynıdır, yolları aynı menzile çıkar. Alevi inancında bu kişilere, erenler, derler. Pir Sultan bir nefesinde şöyle der: ‘Erenlerin yolu birdir, cümlesine dedik beli’ cümlesini de, kabul ettiklerini, birbirinden ayırmadıklarını söylemek ister.

Hakikata erişmiş bir Zen_ustası da hayatı imkanlı kılan tekamülü şöyle tarif ediyor: ‚’Dünya sonsuz bir ummana benzer. Bu ummanın içinde sayısız dev delgalar sürekli çarpışmaktadır. Bu çarpışmadam sayısız köpükler meydana gelir ve bir zaman görünüm alanına çıkar, görünür ve sonunda aslı olan ummana karışır; onunla yeniden bütünleşir.’
Alevi ozanı Güfrani bir nefesinde, bu gerçeği daha geniş boyutlarıyla ortaya koymaktadır:

‚Katre idim ummanlara karıştım
Kaç bulandım, kaç duruldum kim bilir
Devre ede alemleri dolaştım
Bir sanata kaç sarıldım kim bilir

Kaç kez gani oldum, kaç kere bakir
Kaç kez altın oldum, kaç kere bakır
Bilmem ki kaç katip ismimi okur

Bazı nebat oldum, toprakta sürdüm
Bilmem kaç atanın sulbünde durdum
Kaçkere cenneti alaya girdim
Cehenneme kaç sürüldüm kim bilir
Kaç kez alet oldum elde bakıldım

Semadan kaç kere indim çekildim
Balçık oldum kerpiç kerpiç döküldüm
Kaç bozuldum, kaç kuruldum kim bilir
Dünyayı dolaştım hep karabatak

Görmedim bir karar, bilmedim durak
Üstümü kaç örttü bu kara toprak
Kaç serildim kaç derildim kim bilir

Güfrani’yim tarikatım boş değil
İyi bil ki karabağrım taş değil
Felek ile hatırcığım hoşedğil
Kaç barıştım kaç darıldım kim bilir’

Büyük Alevi ozanı Aşı Veysel de bir nefesinde, insanın ölümsüz olduğunu, fakat cümle alemle birlikte sürekli bir devinim içerisinde evrimleştiğini bir nefesinde şöyle dile getirir:

‚Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim, yerli renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm
Kusur günah kirli renge boyandım

Azgın azgın çağlayarak akarak
İnsafsızca tahrip edip yıkarak
Ne utandım ne kimseden korkarak
Kusur günah kirli renge boyandım

Yüzlerimi yere vurdum süründüm
Çok dolandım ırmak olup göründüm
Eleklerden geçtim yundum arındım
Kamilane karlı renge boyandım

Irmak olup koşunca denize
Dalgalandık coştuk taştık biz bize
Çok zaman seyrettim aya yıldıza
Aydın parlak nurlu renge boyandım

VEYSEL yoktan geldim, yok olup geçtim
Ben diyenler yalan gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum o sırlı renge boyandım’

Beden gözüyle renkleri göremeyen Aşık Veysel, can-gözüyle insanın bu ummandaki sonsuz devinimini ve varlığının hakikatını doğru sezinlemekte ve bilmekteydi.
Hakikat kapısında bulunan insan sürekli kendini aşma ve cevbe durumu yaşar. Hem zahiri alemi, hem de batıni alemi sürekli yaşar. Büyük üstat Nesimi’nin bir nefesinde bunu bariz bir şekilde görebiliriz. Cezbe durumu arttıkça, hakikat ayan olmaya başlar fakat zahiri aleme yansırken yine sembollerin ve mecazların zırhına bürünür.

‚O sevgili, Allahın ruhları yarattığı toplantıda beni kendimden geçirdi. Onun içindir ki, gözlerime hsaehoş görünüyor. Şöyle bil, Allaha sevgi şarabından içerek hayran oldukları içindir ki yerler ve gökler sarhoş, dönen yıldızlar sarhoştur. Peygamberler, evliyalar, veliler, günahsızlar tanrı meclisinde akıllarını kaybedip sarhoş olmuşyular.Bizim gönlümüz Allaha kavuşma nurudur. Vücudumuz Tur dağıdır,Canımız, Allahın görünüşüyle Musa gibi sarhoş olmuştur. Ey Nesimi, bugün tanrı sırlarını yakından bile kişi sensin. Sen bu sırrın mansını kudret diliyle söylerken sarhoşsun.’

Anadolu Alevi yolağını büyük oranda etkilemiş ve daha genç yaşta yazdıkları nefeslerle cemlerde ve gönüllerde taht kurmuş olan Hatai, insanın nurani ve ilahi özellilerinden bahseder ve nefesinin birinde bunu şöyle dilegetirir:

‚Bir kandilden bir kandile atıldım
Türab olup yeryüzüne saçıldım
Bir zaman hakk idim Hakk ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim

Evelden evvele biz Hakkı bildik
Hakktan nida geldi Hakka Hakk dedik
Kırklar meydanında yunduk pak olduk
İstemem yunmayı yundum da geldim

Şunda bir kardaşla kayda düşmüşüm
Pirler makamında yanmış pişmişim
Kırklar meydanında hem görüşmüşüm
İstemem yanmayı yandım da geldim

Şah Hatai eder senindir ferman
Olursun her kulun derdine derman
Güzel şahım sana bir canım kurban
İstemem kurbanı kestim de geldim’

Günümüzden bir asır önce yaşamış olan ünlü bektaşi babası Rıza Tefik’te bir nefesinde Allahı yerlerde, göklerde ya da kitaplarda aramanın beyhudeliğine değinere doğusunu göstermektedir:

‚Gel derviş gel hele yabana gitme
Her ne arar isen inan sendedir
Beyhude nefsine eziyet etme
Kaybeyse mahsudun rahman sendedir

Çöllerde dolaşıp seraba bakma
Allah Allah deyü havaya bakma
Talibi Hak isen kitaba bakma
Okumak bilirsen Kuran sendedir

Gayrıdan derdine arayıp çare
Ne varlık verirsin ner ile mara
Cennetten çıktıysan behey avare
Havva’yı aldatan yılan sendedir

Ey Rıza takat yok Hakkı inkara
Sen mahrem imişsin didarı yare
Şimdi agah oldum sırrı esrera
Alemi yaratan vicdan sendedir.’

Büyük bir Bektaşi şairi olan Edip Harabi ise Vahdetname isimli uzun bir nefesinde, insanın ilahi kaynaklı tekamülünü semboller vasıtasıyla dile getirmektedir. Bu uzun nefesinden bir kaç dörtlük sunalım:

‚Vahdet alemini bilmeyen insan
İnsan suretinde kalmış bir hayvan
Bizden ayrı değil hazreti Süphan
Bunu Kuran ile ayan eyledik

Sözlerimiz bizim bek muhakkaktır
Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hakktır
Her nereye baksan hakkı mutlaktır
Ahvali vahdeti beyan eyledik

Vahdet sarayına girenler için
Hakkı hakkel yakın görenler için
Bu sırra Harabi erenler için
Birlik meydanında cevlan eyledik’

Kendini tarikata ve çağının sosyal olaylarına adayan Pir Sultan Abdal daha çok başkaldırıcı ve kavgacı yanıyla bilinir. Oysa derin bir tasavvuf eri ve erenlerindendir. Onun nefesleri bu gözle okunduğunda karşımıza şimdiye kadar tanıdığımız Pir Sultanın başka bir suret çıkacaktır:

‚Bir nefescik söyleyeyim
Dinlemezsen neyleyeyim
Aşk deryasın boylayayım
Ummana dalmaya geldim

Ben Hakk ile oldum aşna
Gönlümüzde yoktur nesne
Pervaneyim ateşine
Oduna yanmaya geldim

Aşk harmanında savruldum
Hem elendim hem yoğruldum
Kazana girdim kavruldum
Meydana yenmeğe geldim

Ben hakkın edna kuluyum
Kem damarlardan beriyim
Azini cemin bülbülüyüm
Meydana ötmeğe geldim

Pir Sultanım der gözümde
Hiç hata yoktur sözümde
Eksiklik kendi özümde
Darına durmaya geldim’

Alevi tasavvuf anlayışına göre Dar, kişinin, ete kemiğe bürünüp bir suret aldığı dünya hayatından itibaren başlar. Zira insan sürekli tanrı huzurundadır.

şeriat Kapisi

şeriat:düzen Kural Demektir
şeriat,in Sahipleri;peygamberler
Kavmi;abidler (ibadet Eden)
Asli;hava
Selami;esselam-ü Aleyküm Nuru şeriat Erenleri
Abdesti;su Ile Alinir Ve Tövbe Edilir
Bababi;öz Babasidir.bel Ogludur
şeriat Kapiinin Makamlari
1-iman Etmek
2-ilim ögrenmek
3-ibadet Etmek
4-helal Kazanç
5-nikah Kiymak
6-nefse Nikah Kiymak
7-sünnet Ve Cemaat
8-şefkatli Olmak
9-ari Yemek Ari Giymek
10-yaramaz Hallerden Sakinmak

Tarikat Kapisi

Tarikat;yol Demektir
Tarikat,in Piri;şahi Velayet Hz Ali,dir
Kavmi;zahitler (dini Kurallara Bagli)
Asli;ateş
Selami;esselamü Aleyküm Ey Nuru Tarikat Pirleri
Abdesti;pire Biat Etmektir
Bababi;yol Oglu

Tarikat Kapisinin Makamlari
1-pire Baglanma,el Alma Tövbe Etme
2-talip Olmak.(mürid Olmak)
3-sacini Kesme.libasini (hirka)giyme
4-mücahede Göyünmek,nefisle Mücahede,iyilik Yolunda Mücahede
5-hizmek Etmek
6-korku Duymak
7-ümidini Yitirmek
8-hirka,zembil,makas,seccade,ibret,hidayet
9-makam,cemiyet,nasihat,muhabbet Sahibi Olmak.
10-aşk,şevk Ve Fakir Olmak

Marifet Kapisi
Marifet: Ilim,irfan
Marifetin: Arifler
Kavmi: Arifler (ruh Yüceliği)
Asli: Su
Selami: Esselamü Aleyküm Ey Nuru Marifet Kamilleri
Abdesti: özünü Bilmek
Bababi: Kemal Oğlu

Marifet Kapisinin Makamlari
1- Edepli Olmak
2- Korku
3- Perhizkarlik
4- Sabir Ve Kanaat
5- Utanmak
6- Cömertlik
7- Ilim
8- Miskinlik
9- Marifet
10- Kendi özünü Bilmek.

Hakikat Kapisi
Hakikat: Sirra Vakif Olmak
Hakikat’in Sahipleri: Kamiller
Kavmi: Muhibler (tanri Dostu)
Asli: Toprak
Selami: Esselamü Aleyküm Ey Nuru Hakikat şahlari
Abdesti: Kendi Kusurunu Görüp,başkalarini örtmek
Bababi: Gök Atam Yer Anam.

Hakikat Kapisinin Makamlari
1- Toprak Olmak
2- Yetmişiki Milleti Ayiplamamak
3- Elinden Geleni Men Kilmak
4- Dünya Içinde Yaratilmiş Mecnu Nesne Ondan Emin Olmak
5- Mülk Issina Yüzün Sürmek,yüzün Suyun Bulmak
6- Sohbet (sohbette Hakikat Esrarin Söylemek)
7- Seyir
8- Sir
9- Münacaat (allah’a Yakarmak,ona Siginmaktir.)
10- Müşahade çalap Allah’a ulaşmak,görmek,birşeyi gözle görebilmektir.gerçekleri bilip Anlamaktir.

 

Varoluş Çevrimi…

Varoluş Çevrimi…Varoluş Çevrimi Alevi felsefesi, Tanrı-doğa-insan ilişkisini: Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevrim üzerinde açıklar. Tanrı’nın kendi özünden fışkıran, taşan ışığın dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur. Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki mutlak yokluk / hiçlik durumunda, kendi kendisinin tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi / algılanması güç bir öze sahipti. Mutlak yoklukta / hiçlikte, yokluğu / hiçliği tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “tanrı” varlığından söz etmek Alevi felsefesi açısından üretici değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir. Çevrimin hareket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye eğilimi” sonucu Tanrı, sonu olmayan bir yokluğun / hiçliğin içinde kendine bakacak göz ve vecde gelecek bir gönül istedi; işte ışıksal taşma bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirmesi ile mutlak yokluk / hiçlik, olanaklı yokluk / hiçlik durumuna dönüştü. Tanrı, kendi kendisiyle ilk kez yabancılaştı; kendi bilincine ilk kez vardı; evrenin, bütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığının ayırdına ilk kez ulaştı. Kişilik kazandı; önce Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek, Aşk oldu. Daha sonra ilk yabancılaşma kademesi olan Hakk’tan; Tanrı’nın ilk belirme aşaması olarak algılanan ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen ilk akıl (akl-ı evvel) yaratıldı ve böylece çevrimin, kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir / bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şühud) inen alçalan eğrisinin (kavs-i nüzul) hareketi başlamış oldu. Ardından sırasıyla ve her adımda Tanrı’dan uzaklaşacak biçinmde; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşamaları olarak algılanan meleklerin, ermişlerin, inananların, inanmayanların, cinlerin / şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratıldı. Tanrı Hak olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden daha az şeyler içeren / daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente / saf cevhere değin indi. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, kutsal kökenden çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan eğrisi’nin hareketi tamamlanmış oldu. Alevilik-Bektaşilik felsefesinde varoluş çemberinin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. Düşünceci-idealizm zemininden kaynağını alır. Platon’un idealar-gölgeler / kopyalar tasarımının değişik bir anlatımından başka bir şey değildir. Bâtıni bilince öncelik vererek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan nesnel dünyaya göre değişmez, kalıcı ve ebedi bulunan bu idealist yan / idealizm; felsefede öncel / yaratıcı görünmesine karşın, bilimsel bir kaygı gütmeksizin nesnel sürecin / maddeci düşünce temelinin bir gerekçesi, onu haklı, gerekli ve zorunlu kılmanın bir aracı olmak üzere gönül meşrebine uygun biçimde sonradan kurgulanmış bir inanç yaratısıdır. Aleviler-Bektaşiler, “zahiri düşünmenin” / “zahiri koşullanmanın” ötesinde, doğal süreci / insan eylemini kutsamak üzere yarattıkları kendi idealizmlerinden, tartışmaya kapalı sonuçlar çıkarmaya kalkışırlarsa, dünya görüşlerini baş aşağı çevirmiş olurlar. Alevilik-Bektaşilik felsefesinde çevrimin ikinci yarısını, yani Hakk’tan en uzak nokta olarak beliren doğal element / saf cevherden çıkıp, yabancılaşma sürecinden uzaklaşacak / her adımda daha çok Tanrı’nın kendisi olacak biçimde dönüşümler geçirerek kutsal köken’le buluşmayı amaçlayan yükselen eğri’nin hareketi oluşturur. Varoluş çemberi’nin yükselen eğrisi bütünüyle materyalizm zemininde / maddeci düşünce temeli üzerinde yürür; inançta, Tanrısal özün görünüşe çıkan bir yaratısı olarak görünmesine karşın gerçekte, Ortaçağ koşullarında bu yaratıyla kutsanmak zorunda kalınan bir öncel / yaratıcı’dan başka bir şey değildir. Bir idealizm-materyalizm bileşimi olan Alevilik-Bektaşilik felsefesinde, alçalan eğri’nin sonu ve yükselen eğri’nin başlangıcı olarak beliren doğal element / saf cevher ya da bunun aklı, ruhu; Tanrı’nın da Tanrılığını yapamayacağı bir yabancılaşma aşamasını simgeler. Çünkü, doğal element / saf cevher, yabancılaşmanın son halkasıdır; en az Tanrı’dır. Felsefi boyutta doğal element / saf cevher “dört öğe” ile temsil edilir: Bunlar su, hava, ateş ve topraktır. Bu bağlamda, idealizmden materyalizme kırılan, Tanrı’nın bilgisi / yönlendirmesi dışında ve kendi yasaları / kuralları içinde gelişim / değişim-dönüşümlerle adım adım “yabancılaşmadan” uzaklaşan bir sürecin başlangıcı olur. Bu süreç Aristoteles’in “potansiyellik-aktüellik” tasarımının değişik bir anlatımıdır. Varoluş çemberi’nin yükselen eğrisi’nin dönüşümleri giderek soyuttan somuta doğru evrilir. Her şeyin dünya çevresinde döndüğü algısıyla beslenen ve bir çember yayını izleyen hareketin soyutlanması olarak bilince çıkan zaman sürecinde; dokuz ruh, dokuz akla verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği tanrısal mekânlar olarak Atlas, Burçlar, Zühal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay biçiminde somutlanır. Dokuz gök katı’ndan genelde evrende, özelde ortamda; nesnel süreci / yaşamı önceleyen nitelikler olarak sıcaklık, soğukluk; kuruluk ve yaşlık belirir. Bu dört öğe ile dört niteliğin ilişkisinden üç âlem, yani cansızlar âlemi, bitkiler âlemi ve hayvanlar âlemi ortaya çıkar. Hayvanlar âlemi, çevrimde dokuzuncu ve son çevrim kademesi olarak beliren, derece derece yükselerek Hakk’a ulaşan eksiksiz / olgun / yetkin insanı temsil eden insan-ı kâmil aşamasıyla son bulur. Tanrı kendisini doğal elemente / saf cevhere, yani su, hava, ateş ve toprağa, koşutunda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığa taşımakla bir bakıma, varlığını da yadsımış olur. Potansiyelini kendi içinde taşıyan bir önceki konaktan / aşamadan / basamaktan bir sonraki konağa / aşamaya / basamağa geçen nesnel süreci, yönlendirmek şöyle dursun, onun nasıl olduğunu bilmekten bile acizdir. Deyim yerindeyse Tanrı, bir “dünya” cahilidir. Cahili olduğu bu “dünyayı” tanımak / bilmek, kendi “cehaletine” son vermek için Tanrı, tanrısal özü en çok içeren yani en çok Tanrı olan insana gereksinim duyar; genelde insan, özelde kâmil insan aracılığıyla inançta, geçici görünür gerçekler dünyası olarak kutsanan, gerçekte ise varlık ve olgu anlamında maddi özellikler gösteren öğelerden oluşan bir nesnel süreçten başka bir şey olamayan bu dünyayı tanıma / bilme olanağına kavuşur.

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.

Alevi Kütüphanesi

Bismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû