Blog Arşivleri

“Doğu’nun Gerçek Aklı” ve İran’da İlk İsmaili Huccet’i Nasir Husrev (1003/4-1088/9)-1

“Doğu’nun Gerçek Aklı” ve İran’da İlk İsmaili Huccet’i Nasir Husrev (1003/4-1088/9)

1. Nasir Husrev ve İsmaili İran Edebiyatı

İran’da İsmaililik, Fatımiler döneminde Nasır-i Husrev’in Farsça yazdığı yapıtlarla tanınıp yayılmıştır. Yemen kadar tarihsel anayolların dışında kalma ayrıcalığı bulunan Bedehşan, İran dilinde İsmaili edebiyatının bir bölümünü saklamada başarılı olmuştur. Ayrıca “Jami al-Hikmatayn”(Aklın Uyumu ya da iki felsefenin birleştirilmesi) yapıtında, tanınmamış bir Bedehşan prensi çok önemli yer tutar. Kendisi İsmaili olan prens Ali b. Said, Yamgan’da sürgünde yaşayan –ki mezarı da oradadır– Nasir’ın koruyucusu ve rahatlatıcısı olmuştur. Jami’nin yazılmasında ortamı hazırlayan ve teşvik eden bu kişiydi. Bundan başka, geniş anlamda yukarı Oksus memleketi olan Bedehşan, başka yerlerde yakılıp tahrip edilmiş yazmalar için sadece bir korunma yeri olmadı, fakat aynı zamanda İsmaili İran edebiyatına farklı nitelikler kazandıran geleneklerin yayılma alanı oldu. Kendilerini Nizariler olarak gören Orta Asya İsmailileri, aynı zamanda bu inancın edebiyatında, Alamut reformundan daha eski elemanları anonimleştirip yüceltmiş ve saygı göstermişlerdir. Tabaka tabaka oluşan İsmaili edebiyatı üç aşamalı bir düzen içinde gözüküyor:

  • 1)     İlk dönemi anlatan birinci katman: Bu çağa ait pek az bilgi bulunmaktadır. Bununla birlikte, Pamirli İsmaililer tarafından kutsal kitaplardan biri olarak saygı görmüş Ummul Kitab adını taşıyan yapıt; her ne kadar Pers dilinde yazılı tarihi (10. yy) belli de olsa kökeni, proto-İsmaili olarak tanımlanabilen dönemin ruhsal-manevi çevresine aittir: O zamanlar Khattabiler ve Karmatiler arasında benimsenen, inanılan yaygın fikirlerdi.
  • 2)     İkinci katmanı Nasir Husrev’in yapıtları örneklendirebilir; yanlışlıkla çok sayıda ona atfedilenlerle birlikte otantik yapıtlardır bunlar. Onun Pers dilinde yazdığı kitaplar, Arapça yazmış olan büyük İranlı çağdaşlarınınkiler kadar, Fatımiler zamanındaki İsmaili öğretisinin sunucusu ve tanıtıcılarıdır. Var olan bilgilerin kesinleşmiş anlatımında, Nasir Husrev’in Bedehşanlı ortodoks (Sünni-Şii) müridleri ile Alamut Nizari İsmailileri arasındaki kavşağın nasıl ve ne zaman reformu etkilediğini belirlemek olası değildir.
  • 3)     Yeni tabaka, İran İsmaililiğinin bu önemli başkentindeki kavşakla sınırlanır. İzleyen dönemi “Sufizmle İsmaili fikirlerinin birleşmesi” olarak tanımlanabilir. Bu katman, örneğin Mahmud Şabistari’nin çok tanınmış Gülşeni Raz’da (Gizemin Gülbahçesi) bulunan İsmaili-batıni tevil’i ve Aziz Nefasi’in (ölm. 1262) Sufizm üzerinde çok önemli yapıtı Zubdat al-Hakaik (metafizik gerçeklerin özü) gibi bir İsmaili uyarlamasında zekice bir birleşmeyle tamamlandı. Ayrıca bu tabakaya, İsmaililerin çok önemsediği sufi ozan Ferideddini Attar’ın Mantık at-Tayr yapıtına ek olarak, diğer İsmaili felsefesi yazarları ve Safevi döneminde Şiilerin ürettiği felsefi yapıtlar da hizmet etmişlerdir…(Henry Corbin: “Nasir-i Khusrau and İranian İsmailism” The Cambridge History of Iran Vol. IV, Cambridge University Press, 1975: 528 vd.)
  • 2. Nasir Husrev’in Yaşamı, Gezileri, Dai’liği ve Yapıtları

“Dünyanın gizemini içsel (batıni) bakışla incele

Dışsal (zahiri) gözlem onu keşfedemez

Bu dünya daha yüksek dünyaya götüren bir merdivendir

Ve biz onun basamaklarında yükselmek zorundayız”

Nasir Husrev

 

Büyük İsmaili daisi Nasir Husrev tanınmış geniş bilgi sahibi (allame) ozan, düşünür, gezgin ve Horasan Huccetiydi. O, 11. yüzyıl İran’ının Ömer Hayyam, Hasan bin Sabbah, Muayyid aş Şirazi gibi yetiştirdiği ve Belh’in Kubadiyan kasabasından gelmiş “Doğunun Gerçek Aklı” olarak değerlendirilen en önemli kişiliklerinden biriydi. Kendisine Seyyidna Nasir Husrev ve Şah Seyyid Nasir de denimektedir. Uzun adı Nasir Husrev Hamiduddin Abu Muin Nasir bin Khusrev bin Harith al-Kubandiyani olan o kendisine, doğduğu kasaba devletin başkenti Merv’e bağlı olduğu için Marwazi Kubandiyani diyordu.

Nasir Husrev 1003/4 yılında doğdu ve 1047’de Mısır’a geldi. Orada, Fatimi halifesi al-Mustansir ile görüştüğü 1050 yılında kadar üç yıl yaşadı. Aynı yıl Horasan ve Badahşan’a huccet olarak atandı. Bugün Afganistan, Tacikistan, Çin, Çitral, Hunza, Gilgit, Pamir, Yarkent vb.bölge ve ülkelerde milyonlarca İsmaililerin varlığı kuşkusuz onun yorulmak bilmeyen çalışma ve çabalarına borçludur. O yaşamının geri kalanını Yamgan’ın çıplak-soğuk vadisi içinde geçirdi. “Wajh-i Din”in (yayımlayan: Ghulam Reza Aavani, Tehran 1977: 1) girişinde Seyyed Hossein Nasr onu şöyle tanımlar:

“O en büyük İslam filozofudur ve genelde İslamın, özelde ise İsmaililiğin büyük entellektüel kişisi olarak incelenmeye layıktır.”

Büyük bir düşünür ve çok geniş bilgi sahibi bir yazar olduğundan başka, Nasir Husrev ayrıca seçkin ve tanınmış bir gezgindi. Belh’den Mısır’a, oradan Mekke’ye, sonra da Basra yoluyla İran’a ve son olarak Belh’e dönerek katettiği uzaklık, türbeler ve benzeri yerlere yaptığı kısa gezintiler sayılmadığı halde, yaklaşık 2220 parasang/fersah (13 320 km) tutmaktadır. Kardeşi Abu Said ve bir Hintli hizmetçi ve bazı yük hayvanlarının eşlik ettiği gezisi 1045 yılı içinde başladı. İlk gezisini, hükümet görevinden istifasını arzetmek için Merv’e yaptı ve sonra sufi ozan Bayazid Bistami’nin türbesini ziyaret ettiği Nişabur’a geçti. Oradan, Tebriz üzerinden Suriye’ye giden kara yolunu tuttu. Arkasından, Mısır’ı ziyaret etme kararı aldığı Mekke’ye gitti. 1047’de Şam ve Kudüs yoluyla Kahire’ye ulaştı. Şehire girerken Nasir Husrev, içgüdüsel olarak “buranın gereksinim duyduğu her araştırmayı yapacağı yer olduğu hissine kapıldığını” söylemiştir.

Gazneli Sultan Mahmud döneminde doğmuş olan Nasır Husrev’in babası Belh civarında toprak sahibi biri, olasılıkla bir ortadikhan idi. Nasir Husrev, çocukluğundan beri eğitim alma çabası içindeydi ve bunu başarmak amacıyla takriben otuz yılını harcadı. O, geleneksel olduğu kadar düşünsel de her türlü bilgi alanında herşeyle ilgilenen bir kişi oldu. Kur’an’ı ezberledi ve Kutsal Kitabın geleneksel okunuşu (hafızlık) ve yorumlanmasında uzman oldu. İslami bilimlerden başka Tevrat’ı ve İncil’i okudu ve diğer dinleri tam anlamıyla araştırdı. Ptolemaios’un Almogestis’ini, Euklides geometrisini, simya, fizik, mantık, müzik, matematik, tıp, astronomi, astroloji vb. inceledi. Ayrıca edebiyatta da derin bilgiye sahipti ve Arapça, Türkçe, ve Grek dilleri dışında Sanskritçe ve İbranice de biliyordu. Aristoteles, Platon ve Sokrates felesefeleri üzerinde çalışmış, Kindi’nin, Farabi ve Abu Ali Sina’nın risalelerini incelemişti. Divan’ında kendi yüksek bilgi düzeyine göndermeler yapmaktadır:

“Na mond az heech goon danish kih manzan na kardam- istifadat beesh-o-kamtar (Dünyada az veya çok yararlanmadığım bilgi kalmadı).”

Dinsel kökeni Şiilik olduğu söylenen Nasir Husrev, Divan’ındaki iki beyit içerisinde kendisini bir Alevi olarak nitelemektedir ki bundan, Dr. İvanow “Alevi” sözcüğünün burada Şii anlamına gelmediği, onun gerçekten Seyyid olduğuna inandıracak yeterli neden bulunduğu sonucuna varıyor. Ancak Nasir Husrev, alçakgönüllülükle bu bağlamda (Şii inancı bağlamı içerisinde) kendisini kanıtlayıp, inançsal uygulamalarını gerçekleştirdiği için, bu görüşü kanıtlamak güçtür.

Kaldı ki, bu bölgelerde 10. yüzyılın ortalarından itibaren bazı Türk topluluklarına “Aleviler” deniliyordu, sadece Alisoylulara değil. (İsmail Kaygusuz: Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları 1, Alev Yayınları: İstanbul 1995: 94-98)

Bununla birlikte, Nasir’in son yıllarını geçirdiği ve ve öldüğü yer olan Yamgan vadisini bugünkü yerlileri kendilerin Nasir Husrev’in torunları ve “seyyid” olduklarını düşünmektedirler. Onlar hâlâ fanatik Sünnidirler.1 Ama, dedeleri kabul ettikleri Nasir Husrev’in bir Sufi Piri olduğuna inanıyorlar. Nasir Husrev Hükümet memurları (yönetici aristokrat) sınıfına mensup bir ailede doğmuş olduğundan o da zamanın geleneğini izledi; Gazneli ve Selçuklu yönetimlerinin hükümet hizmetlerine girdi. Horasan prensi Selçuk oğullarından Çağrı Beg’in veziri Abu Nasir’in çevresinde, kardeşleri Abu Halef ve Abu Celil ile birlikte Nasir bir hükümet yazmanı ve vergi tahsildarı olarak kullanıldı.

Taqi-zade kitabında onu, kralların-prenslerin içki ve eğlence meclislerine “Ham majilis wa ham piyala” katılmakla suçlamıştır. “Nasir’in kendi söylemlerini dikkatle incelenirse” diyor İvanow, insan bütün bunların bir yanlış anlaşılma üzerinde temellendirildiğini görebilir”. Bir yetenek olarak ve zihnen gençliği uyaran o, kuşkusuz birçok şeylere fazlaca gerçek ilgi gösterdi, bununla birlikte, uzun zaman boyunca gerçeği aradığı ozanlık-şiir yazdığı yılları kadar herhangi birşeyde başarılı asla olamadı. Bunu bizzat Divan’ında kendisi söylemiştir… Büyük olasılıkla, onun yaşamın zevkine düştüğü ve aşk şarkıları yazdığı, ki bunlardan yaşlılığındaki sert inanmışlık döneminde utanç duymuş olduğu görüldü. 35 yaşlarındayken, hanedan değişimiyle 1038 yılında görevinden ayrılıp anayurduna yerleşti, Sekizinci yıl oradan büyük yolculuğuna çıktı.

2.1 Nasir’in Yaşamındaki Değişme ve İmama Ulaşması

Genel olarak Nasir’in bir ortodoks Müslüman olarak Hac yolculuğuna çıktığı ve Mekke’ye giderken içinden geçmek zorunda kaldığı Mısır’da İsmaililiğe döndüğü kabul edilmektedir. O, İsmaili davasının en yüksek makamına, yani huccet’liğe atandıktan az zaman sonra ana vatanına dönmüştür.

Dr. Ivanow’a göre,

“açıkçası Nasir Khusrev için gerçek sadece İslamdı ve gerçeğin sadece İmamdan alınabilen dinin güvenilir yorumu olduğu kolaylıkla ortaya konulabileceğiydi. Olasılıkla gençlik tutkularının terslikleri, hatta İsmaililerle olası ilişkileri yüzünden resmi kariyeri bozulmuşsa da, dahası bir hanedan değişimiyle de Şii olmuş olabilirdi bütün bunların biraraya gelmesi, olasılıkla ona Fatımi davasını benimsemesini telkin etmişti; onun yıldızı bu özel durumdaki kadar da asla yükselmedi.”

Nasir Husrev Sefername’sinde inanç değiştirmesiyle ilgili olarak iki açıklama vermiş: Birisi, yolculuğunun başlangıcındaki sıkça anlatılan dinsel düşgörme öyküsü ve ikincisi ise kasidelerinin en uzununa biçim veren “İtirafları”dır.

Sefername’sinde gördüğü düş şöyle betimleniyor:

Bir gece düşünde bir adam görür. Kendisine İnsan aklını bozan şarabı içmeyi ne kadar zaman sürdüreceksin? Senin için ayık ve ciddi olmanın tam zamanıdır” der. Bu sözlere Nasır, “akıl dünyanın acılarını-üzüntülerini azaltmak amacı için daha iyi herhangi bir araç icat etmedi” karşılığını verir. Rüya habercisi sürdürür: “Duygusuzluk ve bilinçsizlik akıl ve zihne barış / sakinlik getirmez.. Eğer bir kimse bilinçsizce halka yolgösteriyorsa ya da halkı yönlendiriyorsa, ona akıllı insan denilmez. Zihni açan nedenleri artırıp, zekayı geliştiren birşeyler araştırmak gereklidir” Bunun üzerine Nasır Husrev sorar: “Onu nerede bulabilirim?” Haberci “araştıranlar bulacaktır” diye yanıtladıktan sonra, daha başka bir şey söylemeden elini Kıble yönünde sallar. Bu, Mısır başkenti Kahire’de bulunan İmamları gösteren bir simgedir. Bu düşü gördükten sonra Nasır görevinden istifa etti ve büyük seyahatına çıktı. (Naser-e Khosraw’s Book of Travels (Safarnama), Farsçadan İngilizceye çev. W.M.. Thackston, Jr., Persian Heritage Fondation: Colombia University, Newyork 1986: 1-3)

Nasir’ın”, diyor İvanow, “kendisine neyin zarar verdiğini yine kendisi iyi biliyordu. Fakat açıkçası rüyasında konuşan, özel önemi olan bir kimseydi; bir alçakgönüllülük olarak ismi verilmeyen Peygamber ya da İmam idi. Genellikle sadece çok inançlı insanlara Peygamberin ‘düşte görülebileceğine’ inanılır; çünkü o, başkalarını ziyaret etmez. Aynı şekilde, kutsal bir ziyaretçinin izahı, anlatıcının erdemlilik ve dindarlık iddiasına eşdeğerdir. Böylece onun Şii tipi bir dine ciddi inancı içinden, gerçek anlamını ve çağrışımlarından habersiz olduğu dinsel yaşamı uygulayarak, kronik sarhoşlukluğu (sürekli içmeği) bırakabileceği yer olan İsmaililik inancına dönmesine neden olmuştur. Kısacası o zehirlenmekten, bu uyarıyla alakonuldu..İsmaili inancı hakkında ikna edildi ve daha sonra eğitim ve kuralları için Kahire’ye gitti…”

Nasir Husrev, böylece gördüğü düş üzerine içkiyi tamamıyla bırakıp görevinden de istifa ederek uzun yolculuğuna çıkar.Küçük kardeşi Abu Said ve Hintli hizmetçisini de birlikte yanına aldı. Şaburqan yoluyla Merv’e ulaştı. Oradan Nişabur’a, arkasından Bayazid Bistami’nin türbesini ziyaret için Kumis’e geçti. Damghan yoluyla Samnan’a varınca orada, İbni Sina’nın öğrencisi; aritmetik, geometri ve tıp üzerinde dersler veren Ali Nisai ile tanıştı. Kazvin üzerinden geçip 1046 yılında , yani yola çıkışından bir yıl sonra Tebriz’e ulaştı. Burada da Dakiki ve Maujik adlı şiirlerinde sözünü ettiği ozan Katran ile tanışıp sohbetlerde bulundu. Sonra Doğu Anadolu’ya girdi; Van, Ahlat, Bitlis, Arzan, Mayyafarakin (Silvan), Amid üzerinden Halep’e vardı ve oradan da, büyük Arap düşünür ve ozanı Abul-ala-af-Ma’arri ile tanışıp sıcak sohbet ve tartışmalarda bulunduğu Ma’arratun-Nu’man’a gitti.

Nasir Husrev 1047 yılında Kahire’yi ziyaret ettiğinde, Fatimi halifesi el-İmam Mustansir Billah’ın sarayına gitti, orada 12Huccet’ten biri olan Khawaji al-Muayyid Fiddin al-Shirazi ile tanıştı. Onunla Kuran’ın allegoric (mecazi, tevil) yorumları ve Şeriatın diğer sırlarını tartıştı; İmam Mustansir Billahı’ın haklılığına inandı ve onun İmamlığını kabul etti. Bu konuda kendisi şöyle söylüyor: “Dünyada Tavil –i muthaşabihat’ı (Kuran’ın mecazi yorumlarını) aradım, fakat onları, Fatımi halifeliği dışında hiçbir yerde bulamadım.” O, öğretmeni Al-Muayyid’i Divan’ında çok yüksek bilgilerinden ötürü şöyle övmektedir:

“Kih kard az khtir-i-khwaja Muayyid Dar-i-Hikmat kushada bar tu yazdan shab-i-man rooz-i raushan kard Khawaja za burhanha-i-choon khurshid-ipakhshan. Mara . binamood hazir har do aakm ba yak ja dar tanam paida pinhan. (Al-Muayyid’in kalbinden, Tanrı benim için aklının kapılarını açtı. Öğretmenim (al-Muayyid) gecemi, güneş gibi doğru tartışmalarıyla aydınlık gündüze çevirdi. Bana hem kişiliğimdeki dünyaları gösterdi, hem onları sır olduğu kadar da açık bir biçimde kişiliğimin tek (dünyası) içinde (birleştirip) bana onları öğretti.)”

Noor um Mubin’de Rawzatus Safa. Habibus-Siyar, Dabistanul Mazahib’ten yapılan alıntılarla– Nasir Husrev’in felsefe bilgisini Cam al-Azhar’da elde etmiş olduğu yazılıdır. O, Daru’l-Hikmet’te geniş araştırmalar yaptı ve Dai-ui-Duwa’t (baş dai, dailer dai’si) çok zeki bir aydın ve diplomat olan Khawaja Al-Muayyid ile tartışmalara katıldı; ondan çok derin felsefe bilgisi kazandı. Daha sonra vezir Abu Nastre Sadka İbn Yusuf tarafından İmam Mustansır Billah’ın huzuruna çıkarıldı ve İmamın övgülerini aldı. Arkasından Nasir, İmam tarafından Dai-ud-Duwa’t unvanıyla onurlandırıldı. Sonra kendisi, davayı yaymak için atandığı kendi memleketi Horasan’a gönderilmeden önce çeşitli propaganda gezilerine çıkarıldı. Böylece Seyyidna Nasir Husrev İmam’ın hizmetinde üç ya da beş yılını geçirdi ve Horasan’da davanın propagandasına atandı. Kendisine Horasan Hucceti makamı verildi ve İmam’ın sarayında 12 hucetten biri oldu.

2.2 Nasir Husrev’in İran’da İsmaili Davası etkinlikleri ve Ölümü

Nasir Husrev, 1053 yılında Horasan’a dönünce bütün zenginlik ve lüksünden vazgeçti ve hemen büyük bir şevk ve tutkuyla Dava’nın propagandasına girişti. İsmaili davasını yaymaya Belh’ten başlamış ve ülkenin eyaletlerine Dai’ler ve Madhoon’lar (dai yardımcıları) göndermekteydi. Ayrıca o, farklı bilgi alanlarında güzel şiirler yazan bir ozandı; ulema ile tartışmaları ve konuşmalarında güçlü ve yetenekliydi. Fatımi Halifelerinin şanını övüyor ve onların İmamlık haklarını yeterli biçimde savunuyor ve kanıtlıyordu. Fatımi İmamlarının izleyicisi olmaktan gurur duyuyor, hatta kendisine Fatımi dedirtiyordu.

Bu durum, Abbasi halifesine bağlı Sünni ulemanın, halkı ona karşı düşman olması için kışkırtmasına neden oluyordu, çünkü onlar Fatımilere düşman idiler. O sırada ülkede Selçuklular egemendi ve yöneticiler de Nasir’in kendileri için çok ciddi bir tehdit oduğuna inandırıldılar. Onu “Karmati, Rafizi, mulhid, dinsiz( bad-din)” olarak suçluyorlardı. Bu yüzden koğuşturmaya uğratıldı ve Belh’ten sürüldü. Nasir, Mazendaran’a sığındı.

Mazendaran’a sığınma olayı Nasir’in bazı şiirlerinde kapalı olarak verilmekte ve bu, çağdaşı Abul-Maali in Bayanil-adyan tarafından da onaylanmaktadır. O burada da davanın propagandasını yapma girişiminde bulundu; fakat ne yazık ki, Belh’te yüzyüze geldiği aynı düşmanlıkla karşılandı. Bir kere daha yaya olarak Belh’in yolunu tutu ve önce Nişabur’a girdi. Orada yine davasını yayma şansını denediyse de aynı şiddetli düşmanlıkla yüzyüze geldi.. Bunun üzerine Bedehşan’a doğru yola çıktı ve Yamgan’a gidip yerleşti; burada etkin bir biçimde davayı başlattı. Yamgan’ı İsmaili davasının merkezi yaptı. Bu merkezden, dailerden başka, her yıl kendisi tarafından yazılmış davasını destekleyici bir kitabı eyaletlere gönderiyordu. Yapıtların çoğu Yamgan’da yazıldı. W. İvanow, zamanın siyasal koşulları onu, kendisi için tam bir hapishane olduğu anlaşılan bu dar vadi dışına çıkmaya bırakmadığını ve oradan ancak ölümün onu salıverdiğini söylüyor. Fakat bununla birlikte, Nasir Husrev daha sonra dış dünya ile, hatta Mısır’la bile bazı iletişim kuracak bazı araçlara sahip olmuştu. Burada sadece kendisi kitaplar ve kasideler yazmamış, Bedehşan yerel geleneğine göre Mısır’dan da dava kitapları getirtmekteydi (Farhad Daftary:The Ismailis,Their History and Doctrines. Cambridge University Press 1992: 216-218)

Afghanistan, Russia, China. Chitral, Hunza, Gilgit’teki ve hatta dünyanın damı Pamir’deki İsmaili halklarnın varlığı onun yorulmaz gayretlerine borçludur. O vaız için komşu ülkelere sık sık gidiyordu. Şah Seyyid Nasir yerlileri İsmaililiğe çevirme çalışmalarıyla çok meşguldu ve Hindistani ziyaret ettiği Doğu’ya doğru geniş geziler bile düzenliyordu. Bütün bunlar Nasir Husrev’in Gawhar-i Raz kitabında kayıtlıdır.

Denilmektedir ki, bir keresinde o Çitral’da Munjgan (Lutkoh) denilen yere gitti ve orada kısa bir süre kaldı. Bu yerin vatandaşları bugün, onun kaldığı yeri bir tapınak gibi kutsamaktadır. Ayrıca ellerinde, Nasir tarafından Arapça’dan, Türkçe ve Farsçaya çevrilmiş kitaplar bulunmaktadır. Bundan başka onlar, onun çok ünlü Huccet sandaletleri ve pelerinine sahip bulunduklarını ileri sürmektedirler.

3. Nasir Husrev’in Yapıtları ve Bazı Metin Örneklemeleri

Nasır Husrev’in ölümüne ilişkin bir tartışma vardır. Bazıları, onun 140 yaşlarında öldüğünü söylerlerse de, modern araştırmacılar onun 100 ile 87 yaşları arasında ölmüş olduğu düşüncesindedir. Büyük bilgin Taqi Zadah (Taki Zade), büyük düşünür Nasir Husrev’in 481 (1088-9) yılında öldüğünü belirten, Hacı Halife’nin, yani Katip Çelebi’nin (1609-1657)Takvimu-t-Tevarih adlı kitabına yazdığı girişte onu destekler. Hakim Nasir Husrev Yamgan’da öldü ve oraya gömüldü. Onun türbesi Bedehşanlı yerliler tarafından kutsal bir tapınak gibi saygı göstermektedirler. Nasir Husrev, anısı zaman içinde asla silinmeyecek ve yüzyıllar boyunca yaşayacaktır; onun insanlık erdemi anlayışı akıl ve bilgelikti.

Nasir Husrev Divan’ında der ki,

“Peygamberin soyundan gelenlerin (Tayid-i al-Rasul) ruhsal yardımı olmasaydı, benim ne değerlendirilecek ve yararlanılacak her hangi bir kitabım ve ne de başkalarına öğretecek herhangi birşeyim olacaktı”.

Pek çok İranlı doğaçlama ozanıdır, fakat Nasir Husrev’in şiirleri ahlaksal, düşünsel ve dinseldir.

Nasir Khusraw çok yüksek değerde ve hem şiir hem düzyazıda ilginç olan çok sayıda eserler yazmıştır. Bu büyük yazarın yapıtlarının çoğu, Bland, Dorn, Ethe, Fagnan, Noldeke, Pertsch, Riev, Schefer gibi yetkin batılı bilim adamları tarafından çok dikkatli araştırma ve inceleme hedefleri arasına alınmıştır. Onun dinsel ve felsefi görüşleri yoğun bir biçimde dizelerinde çizilmiştir.

Nasir Husrev’in büyük yapıtlarından, acılı ve sıkıntılı sürgün yıllarında hazırladığı Divan’ı, çok önemli felsefi konuları içerir. Şiirlerinin özellikle sanatsal değeri yüksek değildir, fakat hala araştırmacısını bekleyen felsefi ögeler İran Edebiyat tarihi için çok büyük önem arzetmektedir. O, İsmaili öğretisinin sistemli bir kursu değil, ama tam bir ansiklopedisi konumundadır. Dilbilimsel duruşuyla dahi yapıt olağanüstü biçimde ilgi çekicidir. Farsça tekstin iyi bir baskısı 1928 yılında Tahran’da çıkmıştı; onun içine pek uzun olmayan iki de didaktik şiir ekliydi.

Rushana i-Nama (Işığın kitabı) adını taşıyan, Krallık aristokrasisini keskin bir biçimde eleştiren ve köylüleri öven mutluluğun kitabında “ben her canlıyı besleyen (bir) yaratığım” sözü oldukça ilgi çekmiştir.

Nasir’in en tanınmış düzyazı yapıtı Sefer-Name’dir. Ancak ne yazık ki, bu çalışma bize biraz değiştirilmiş biçimiyle gelmiştir ve büyük olasılıkla bir Sünni el tarafından kopya edilmişti. Nasir’in diğer yapıtları İsmaililiği öğreten metinlerden oluşur. Onların arasında ilk yeri Zad-al Musafrin (Yol Tedariği) alır. Bu kitap, kozmografi doğasının en değişik sorunlarına metafiziksel çözümler getirmeye uğraşan özel karakterde bir ansiklopedidir: Tevil ya da mecazi yorum doktrini; cennet, cehennem, kıyamet, kabir azabı, güneşin batıdan doğuşu gibi tarafından açık bir biçimde verilmiş herşey, bu eserinde mecazi olarak açıklanmıştır.

İkinci derecede önemli olan Vech-i-Din (Dinin yüzü) İsmaililiğe giriştir; okuyucu, biraraya getirilip birleştirilmiş Kuran’dan alıntılar (ayetler) aracılığıyla derece derece İsmaililik inancının içine sokulur. Son yıllarda Pamirli İsmaililer arasında bulunup yayınlanmış Umm-ul Kitab benzeri çok sayıda risale, yazarımız Seyyidna Nasir Husrev’e güven sağlamaktadır. O da İsmaili öğretilerini yayan bir düzüneden fazla risale (kitapçık) yazmıştı. Bunlar arasında, içinde teoloji ve felsefe arasında uyum oluşturmaya giriştiği Jami al-Hikmatayn (Aklın Uyumu)vardır. Diğer çalışmaları Khwan al lkhwan., Shish-Fasi, Gushaish wa-Rihaish (Feragat ve Teslimat), Bustanul-uqul, Daliui-Mutahhareen etc. adlarını taşımaktadır. Nasir’in çok sayıdaki yapıtlarından bir kısmı günümüze iyi durumda ulaşamamıştır.

Çağdaş İsmaili araştırmacı, onun kitapları üzerinde geniş incelemeler yapmış ve onların çoğunu Urducaya çevirmiş bulunan Nasir Hunzai,

“Nasir’in eserlerinin dikkate değer bir bölümü iyi baskılar içinde bugün mevcut bulunduğu halde, hiçkimse onun çarpıcı kişiliği üzerinde yeteri kadar aydınlatıcı olduğunu ileri süremez”

demektedir.

Nasir Husrev büyük bir filozof ve ozan olduğu halde, onun işlediği ana konu din olmuş. Şiirlerini ve felsefesini, İsmaili davasının propagandası için kullanmıştı. Seyyidna Nasir, daima taid-i-İmam (İmamın manevi yardımı) sayesinde ruhsal yücelmeye erişmesiyle gurur duymuştur. Bu yücelme felsefeye başvurmadan, Tanrı’ya doğru ilerleyerek gerçekleşir ancak, şöyle söylüyor bu konuda:

“Karkunan-j-khudai ra chubibeeni, Dil nadihi bazbah flasafah marhooh, Rui chu soui kouda-odin haq aari, Zoor-i-tan-o-noor-i-dilat gardad afzoon.(Tanrının sıfatlarını gözlemleyeceğin zaman, felsefe tarafından asla rehin alınmayacaksınız, yani felsefeye bağlı kalamazsınız. Tanrıya doğru ilerleyerek doğru yolu izlerseniz, sizin fiziksel gücünüzle birlikte ruhsal yücelmeniz artacaktır)”

 

“Doğu’nun Gerçek Aklı” ve İran’da İlk İsmaili Huccet’i Nasir Husrev (1003/4-1088/9)-2

3.1 Sefername’de Mısır ve Kahire’nin Varsıllığı

Nasir Husrev’in “Sefername”si, Mısır’ın sayılamaz varsıllığı kadar, halkının güncel yaşamı, dükkanları, bahçeleri, anıtsal kapıları, saraylarıyla al-Mustansir yönetimi döneminden canlı sözcükler içinde Fatimi İmparatorluğu’nun büyük tantanasının parlak bir resmini verir. Kahire kenti üzerine yazarken Nasir şu betimlemeyi yapmaktadır:

“Kahire’de yirmi binden daha az dükkan olmadığını tahmin etmiştim. Onların hepsi de al-Mustansir’a ait bulunmaktaydı. Çoğu dükkanlar ayda on dinar kadar çok paraya kiraya veriliyordu, hiç biri iki dinardan daha aşağı değildi. Kervansarayların, hamamların ve diğer genel yapıların sonu yoktur. Hepsi Sultan’ın mülkiyetindedir, hiç kimse evleri ve kendi yaptırdıkları dışında mülk sahibi olamazdı. Yeni ve eski Kahire’de Sultan’a ait sekizbin bina olduğunu ve aylık toplanan kira bedeliyle icara verildiğini işittim. Bunlar icara verilir ve istekli kiracılık üzerine halka kiraya verilirdi; hiç bir baskı türü kullanılmazdı.” (W.M. Thackston, Jr., Naser e-Khosraw’s Book of Travels (Safarname), State University of New York, Press, State University Plaza, Albany, N.Y. 1986: 45)

Daha ileride şunları anlatıyor:

“Şehirdeki evlerin arasında kuyularla sulanan bahçeler ve meyvalıklar vardı. Ancak hayal edilebilir en güzel bahçeler Sultanın haremindeydi. Damların üzerinde bile ağaçlar dikilmiş ve eğlence parkları inşa edilmişti. Oradayken, bir aylığı onbeş dinara kiralanmış olan onikiye yirmi arşın (yaklaşık 9×15 m.) ölçülerinde bir arsa üzerinde kurulmuş bir evdeydim. Ev dört katlıydı ve üçü kiraya verilmişti… Bu evler öylesine şahane ve güzeldi ki, taş, tuğla ve alçıdan değil, mücevherlerden yapıldığını sanırdınız. Kahire’nin bütün evleri birbirlerinden ayrı inşa edilmiştir, o kadar ki, hiçkimsenin ağaçları ya da bina saçakları, başka bir kimsenin duvarlarının karşısında değildir. Kahire’de, Cuma günleri insanların namaz kıldığı (dua ettiği) dört büyük cami vardır. Bunlardan birine al-Ezher denilir, diğeri al-Nur, bir diğeri al-Hakim camisi. Dördüncüsü ise al-Muizz camisidir. Bu sonuncu cami kentin dışında Nil kıyısı üzerindedir. Mısır’da yüzünüzü kıbleye döndürdüğünüzde, Aries bayırlarına doğru eğilmek zorundasınız.” (W. M. Thackston, Jr., Naser e-Khosraw’s Book of Travels (Safarname), State University of New York, s.47)

Nasir Husrev Kahire pazarlarını anlatırken şu önemli bilgileri veriyor:

“Eski Kahire tüccarları pazarlıklarında namusludurlar, onlardan biri bir müşteriyi aldatırken (hile yaparken) yakalanırsa, elinde bir çıngırakla deveye bindirilir ve kentin her yerinde çıngırak çaldırılarak dolaştırılırdı. Bir yandan da şöyle bağırmak zorunda kalırdı: ‘Ben bir (müşteriye karşı) suç işledim ve cezamı çekiyorum. Yalan söyleyen herkim olursa olsun, halka açık ayıplamayla (kınama ile) cezalandırılır!’ Bakkallar, eczacılar ve gezginci (sokak) satıcıları, sattıkları herşey için – bardak, çömlek, hatta kağıt da olsa-, torba verirler. Kandil yağı şalgam ve turp tohumundan elde edilir ve adı zayt harr’dır. Susam az bulunur ve yağı pahalıdır. Zeytin yağı ise ucuza satılır. Fıstık bademden daha pahalıdır, fakat acıbademin 10 maund’u2 bir dinar’dan fazla değildir. Tüccarlar ve dükkancılar çarşı-pazara gelip giderken semerli eşeklere binerler.” (W. M. Thackston, Jr., Naser e-Khosraw’s Book of Travels (Safarname), s.55)

Arkasından da ekliyor Nasir Husrev:

“Mısır halkının güvenliği ve refahı öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, kumaşçılar; sarraflar ve mücevherciler (kuyumcular) dükkanlarının kapılarını bile kilitlemezler. Onlar sadece dükkanlarının karşısında bir çadır açıp otururlar ve hiç kimse herhangi birşeye dokunmaz.”(Agy.s. 57)

Nasir Husrev’in tanık olduğu bir şehzadenin doğum gününü betimlemesi de dikkate değer:

“1047 yılı içinde Sultan, bir oğlunun doğum günü için genel şenlik düzenledi (buyurdu): Şehir ve çarşı-pazar öyle bir donatıldı ki, doğrusu anlatılmaya değerdi. Bazı kimseler inanmıyacaktır; kumaşçılar ve sarraflar altınla, mücevheratla, paralar, altın sırmalı kumaş ve nakışlarla dükkanlarını öyle bir süsledikler ki, içinde oturacak yer kalmadı. Sultanın yönetimi altındaki halk tamamıyla güven altındaydı; hiç kimse onun ajanlarından korkmuyor; adalet dışı cezalara uğramayacakları ve herhangi bir kimsenin mülküne göz dikilmeyeceğine dair ona güveniyorlardı. Öyle varsıl kişiler gördüm ki, Pers halkının buna asla inamıyacağını ifade etmek zorundayım. Onların zenginliklerinin sınırını ya da sonunu bulamadım. Böyle bir huzur ve rahatlığı başka yerda asla görmedim.”(Agy. s.55)

Kudüs’te Fatimi varlığının işaretleri de hesapsızdı. Nasır Husrev onlardan bazıları tarafından etkilendi: Örneğin, dip çevresi üzerinde altın harflerle al-Mustansır’ın adı yazılı Kaya Kubbe’nin gümüş kandillerle donatılmış olması. Ayrıca Filistin’in Fatımi valisi de Haram mahalllesinde bir bir bina inşa etmişti ve yazıtlarına Nasır Husrev hayran oldu. Fatimi varlığı Hebron’daki İbrahim (sunağında) tapınağında da görülür; genişletilmiş ve yeniden dekore edilmiş bulunuyordu. (Agy. 21-25)

3.2 Sefername’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Canlı Betimlemeler

Nasir Husrev 1046 sonbaharında Hoy ve Bargri (Muradiye) üzerinden Doğu Anadolu’ya giriyor. 14 Kasım günü Van’a ulaşıyor. Van, Vastan (Tatvan), Ahlat, Bitlis, Mayyafarekin (Silvan), Erzen, Amed (Diyarbakır), Harran, Karul (Urfa?) kent ve kasabaları birbirine bağlayan kervan yolunu izleyerek 3 Ocak 1047 tarihinde Suruc’a gidiyor. Ertesi gün Fırat ırmağını geçerek Suriye topraklarındaki ilk kasaba olan Manbec’e vardığını yazıyor büyük gezgin. Bir buçuk aydan birkaç gün fazla bir zaman içinde geçmiş olduğu bu kent ve kasabalar hakkında gözlemlerine dayanan gerçek bilgiler vermektedir. Yaşayan halkları, konuştukları diller, yöneticileri, geçim kaynakları, çarşı-pazarları, surları, camileri, türbeleri, kent kapıları; akar suları bağları bahçeleri hakkında gördüklerini ve işittiklerini kısa notlar halinde –adına uygun biçimde– Sefername’sine geçirmiştir. En geniş bilgiyi, dönemin çok gelişkin iki kenti olan Mayyafarekin (Silvan) ve Amed (Diyarbakır) hakkında buluyoruz. Burada dikkatimizi çeken bir noktayı belirtmekten geçmek istemiyoruz: Nasir Husrev bölgede yaşayan halklar ve diller hakkında verdiği bilgiler arasında Kürtler ve Kürtçe’den tek sözcük bulunmadığı gibi, geçtiği bölgeyi de Kürdistan olarak adlandırmamaktadır. Kuşkusuz o dönemde bölgede Kürtlerin yaşamadığı söylenemez; ancak acaba, Kürtler büyük ölçüde kent yaşamı dışında bulunmayı ve dağlık / kırsal alanlarda konar-göçer (nomadic) özgürlüğü mü tercih etmekteydiler? Yoksa, varlıklarını gösteremiyecek kadar yokluğu mu yaşamaktaydılar?

11.yüzyılın ortalarına doğru bölge kentlerinin kısmen sosyal-siyasal ve ekonomik yapısı hakkında birinci elden gelen bu bilgileri çok önemli bulduğumuz için Sefername’den çevirerek aşağıda veriyoruz:

“14 Kasım 1046’da gittiğimiz Van ve Vastan (Tatvan?) pazarlarında koyun-kuzu gibi domuz satılmaktaydı. Kadın ve erkekler, en ufak bir engel olmaksızın, birarada oturup dükkanlarda içki içiyorlardı. Bundan sonra 20 Kasımda Ahlat’a ulaştık. Bu kent Müslümanlar ile Ermeniler arasında bulunan bir sınır kentidir. Melik Nasr al-Din yüz yaşın üzerinde ve herbirine bir bölgeyi vermiş olduğu bir çok oğlu bulunuyordu. Burada Arapça, Farsça ve Ermenice olmak üzere üç dil konuşuluyor. Bu kente neden Akhlat adı verildiği konusunda benim varsayımım şudur: Sözcük, Arapça khalata ‘karışım yapmak, karıştırmak’ fiil kökünden çekilmiştir; Ermenicede Khlat, Arapça’da ise resmi olarak Khelat denilmektedir. Ahlat’ta tüm ticari ilişkilerde nakit para kullanılmakta ve para birimleri 300 dirheme eşit olan Rotl denilmektedir.”

“22 Kasım 1046‘da Ahlat’tan ayrıldık. Bir konaklama yerine geldiğimizde kar yağmaya başladı; hava aşırı derecede soğudu. Ovadan ilerimizdeki kasabaya doğru giden bir yol kesimi vardı; yanında sıra halinde toprağa kalaslar-kalın sırıklar dikilmişti. Öyle ki, karlı ve tipili günlerde halk ancak bu kalın sırıkları ya da ağaçtan direkleri izleyerek yollarını bulabiliyorlardı. Bu yoldan doğruca, bir vadi içinde kurulmuş bulunan Bitlis’e gittik. Bize sattıkları hesaba göre, bir dinar karşılığında 100 maund’luk bal satın aldık. Dediklerine bakılırsa, bu kentte bir yılda 3-4 yüz küp ya da kavanoz bal üreten kişiler vardı.”

“Buradan ayrılırken ‘dur ve bak’ anlamına gelen ‘Kef Onzar’ kalesini gördüm, onu geçerek Veysel Karani tarafından inşa edilmiş olduğu söylenen bir caminin bulunduğu yere geldim. Burada, dağ eteklerinde dolaşan ve selviye benzer bir ağaç kesen insanlar gördüm. Onlara bu ağaçla ne yaptıklarını sordum. Onlar da bana, ağacın bir ucunu ateşin içine koydukları zaman öbür ucundan zift-katran çıktığını açıkladılar. Sonra onu çukurlarda toplayıp, sandıklara-kutulara doldurup hepsini satmaya gönderdiler.3 Ahlat’tan sonra kısaca sözettiğim bölgeler Mayyafarekin’e (Silvan) bağlıydılar. Bitlis’ten Arzan (Erzen) kasabasına geldik. Burası akarsuları, meyva ağaçları, bahçeleri ve çok iyi pazarlarıyla gelişmiş bir yerdi. İran aylarından Adhar (22 Kasım-21 Aralık) süresince Erzenliler, raz-e armanuş dedikleri üzümün 200 maund’unu (320 kg.) bir dinara satıyorlar.” (Ayg, s. 6-7)

“Oradan (Erzen’den) 28 fersah (28 x 6 =168 km) uzaklıktaki Mayyafarekin’e (Silvan) geldik. Belh’ten Silvan’a kadar aldığımız yol 552 fersah (3312 km) olmuştu. 28 Kasım 1046 günüydü. Ağaçlar üzerindeki yapraklar hala yeşildi. Burası, her biri 500 maund ağırlığında (yaklaşık 800 kg) olan beyaz taşlardan yapılma muazzam bir korunma suruna ve aynı beyaz taştan yapılma her 50 ell4 (yaklaşık 25 m.) aralıkla yüksek bir kuleye sahip bulunuyor.Surun üst kısmı tamamıyla mazgallanmıştır ve yapıcı başustanın onun üzerinde çalışmasını bitirmiş olduğu görünüyor.5 Şehrin batı tarafında, taş kemerli giriş (sundurma) içine yerleştirilmiş, içi tahta döşemesiz salt demirden tek giriş kapısı var. Ayrıca bir Cuma camisi var ki onu tanımlamak çok uzun sürer. Kısaca olarak, abdest alma havuzu kırk bölmeyle yüzyüze bulunur; onların herbirinin arasından, biri görünen-açıkta ve kullanım için olan, diğeri ise toprağın altından, kirli suyu boşaltan ve sarnıçlara taze su dolduran iki büyük kanal geçmektedir. Kervansaraylar, Pazar yerleri, hamamlar ve Cuma günleri kullanılan diğer cemaat (toplu tapınma) camisi kentin dışındadır…” (Agy., s.8)

Nasir Husrev Silvan’ın kuzeyine düşen Mohdatha adında ve aynı şekilde hamamları, pazaryerleri ve Cuma camisi bulunan bir kasabaya değiniyor. Bir başkası da, Mayyafarekin’den (Silvan) 4 fersah (24 km) uzaklıkta bulunan, bizzat bölgenin büyük Meliki yüz yaşındaki ve tam unvanıyla Ezz- al-Eslam Sa’d al-Din Nasr al-Davla Şaref al-Mella Abu Nasr Ahmed tarafından kurulmuş Nasriyya kentidir. Ardından Nasir Husrev, “Yeryüzünde asla benzerini görmediğini” söylemiş olduğu Amed’in (Diyarbakır) tanıtımına geçiyor:

“Amed ile Mayyafarekin arası 9 fersah (54 km) tutmaktadır. Eski hesaba (İran takvimine )göre Day ayının 6.günü (11 Aralık 1046), temelleri yekpare kaya (monolitik) üzerine kurulmuş olan Amed’e ulaştık. Kentin uzunluğu ve genişliği 2000’er adımdır (yani kare planlıdır İ. K.). Her kesilip yontulmuş taş parçası 100 ile 1000 maund (160/1600 kg) ağırlığında, hepsi siyah kaya cinsinden yapılma bir çevre suru vardır. Bu taşların yüzyüze birleştirilmesi öylesine ustacadır ki, çamur veya alçıya/kirece gerek duyulmaksızın biribirine tam uyumu sağlanmıştır. Sur duvarının yüksekliği 20 cubit (yaklaşık 10 m.), genişliği ise bunun yarısı kadardı. Her 100 ell (yaklaşık 50 m.) aralıkla bir kule yapılmış ve herbirini yarım dışçevresi 80 ell (40 m. kadar) tutmaktadır. Mazgallar dahi aynı siyah taştan yapılmadır. Kentin içinden sur üzerindeki düzlüğe (platforma) insanların çıkmasını sağlayan taş merdivenler vardır. Her kulenin tepesi de meyilli bir mazgal boşluğudur. Amed’in dört giriş kapısı bulunuyor ve hepsi de salt demirden, hiç tahta kullanılmamış. Bu kapılardan her biri bir ana yöne bakmaktadır: Doğudakine Dicle Kapısı, batıdakine Bizans Kapısı, kuzeydekine Ermenistan Kapısı ve güneye bakana ise Tell Kapısı adlarını taşıyor. Yukarıda tanımlanan sur duvarının dışında, aynı cins taşlardan yapılma bir dış sur daha bulunmaktadır. İç surun yarı yüksekliğinde (5m) yapılmış olan bu duvarın üstü de tamamıyla mazgallarla (delikleriyle) kaplıdır. Mazgalların iç tarafında, tamamıyla silahlı bir adamın durması, geçmesi ve kolayca savaşması için yeterli genişlikte bir geçit vardır. Dış sur da demir kapılara sahiptir, bunlar iç surun kapılarının tam karşısındadır. Öyle ki, bir insan dış surun kapısını geçtiğinde, iç surdaki kapıya ulaşmadan önce 50 ell (25 m. kadar) uzunluğunda bir boşluğu yürümesi gerekiyor. Kentin içinde bir yerde, beş değirmen taşı büyüklüğünde granit kayadan çıkan bir kaynak su (pınar) var ve suyu son derece hoştur. Ancak bu su kaynağının nerede olduğunu hiçkimse bilmez. Kentte çok meyva bahçesi yetiştirilmiş ve ağaçlar bu suya borçlu ve minnettardır. Bu kenti yöneten kişi, daha önce kendisinden sözettiğimiz Nasr al-Davla’nın oğullarından biridir.”

“Dünyada, Arap, Fars, Hindu ve Türk ülkelerinde, çevresi surlarla çevrili çok kentler gördüm; ancak, yeryüzünde Amed’in benzerlerini asla görmedim ve ne de onun dengini-benzerini görmüş olduğunu söyleyen herhangi bir kimseyi işittim. Bu şehrin cemaat camisi de siyah taştan yapılmıştır ve bundan daha mükemmel ve daha sağlam bir yapı hayal bile edilemez. Caminin iç tarafında yekpare taştan yapılma 200 tane acayip sütunlar durur. Sütunlar kesme taş kemerle birbirinne bağlanmış ve kemerlerin üstünde, birincisinden daha kısa olan sütunlardan bir bölüm vardır; yani, sütunlu kemerlerden bir üst sıra daha oluşturulmuştur. Bütün damlar sivri, yani konik biçimdedir. Taşlar yontularak ve oyularak kullanılmakta ve desenlerle süslenmiştir. Caminin avlusunda, tepesine geniş ve yuvarlak bir havuz olan kocaman bir taş yapı yerleştirilmiş. Bir adam boyu kadar olan bu taş havuzun dış çevresi 10 ell (5 m.) kadardır. Havuzun tam ortasından, temiz su fışkırtan pirinç madeninden bir boru yükselmekte; düzenek öylesine yerleştirilmiş ki, suyun girişi ve akıtılışı gözle görülmemektedir. Bu tür muazzam abdestalma havuzları hayal edilebilir en güzel şeydir; yalnız Mayyafarekin’inki beyaz taştan iken, Amed’inki siyah taştan yapılmıştır. Bu caminin yanı başında, aynı siyah taştan işlenerek yapılmış ve zemini desenli mermerlerle döşenmiş büyük bir kilise bulunuyor. Hıristiyanların tapınma yeri olan kubbenin altında, daha önce benzeriyle asla karşılaşmamış olduğum, kafes biçiminde yapılmış bir demir kapı gördüm.”

“Amed’den Harran’a iki yol vardır: onlardan biri, geçtiği yerlerde yerleşme bulunmamamakta ve 40 fersah (240 km.)uzunluğundadır. Diğeri 60 fersah (360 km.) tutuyor ve yol boyunca ise çoğu Hıristiyan olan pek çok köy bulunmaktadır. Biz kervanla bu yoldan gittik. Ova, hayvanların kaya üzerine basmadan güçlükle bir adım atabildiği birkaç kayalık yer dışında oldukça düzdür. Eski İran Day ayının 22’siydi (27 Aralık 1046) Harran’a vardığımızda. Hava tıpkı Horasan’daki Navruz havasına benziyordu. Oradan da Karul (Urfa?) adını taşıyan bir kasabaya geldik. Orada bizi bir genç adam evine davet etti…” (Agy., s.8-9)

Nasir Husrev, bu evde altmış yaşlarında bir bedevi Arabın kendisine Kuran okumayı öğretmesini isteğini yazmakta; gece boyunca Nas suresinin birkaç ayetini bir türlü öğrenemediğnden yakınmaktadır. (Agy., s. 10)

3.3 Nasir Husrev’in Maddi Dünyada İnsan Ruhunun Yaratılışı Üzerine Düşünceleri

“…Maddi dünya içinde görünen herşey üç mertebeli olan Nefs-i Kül’dendir. Maddi dünyanın kendisi üçüncü yeri kapsadığı için, demek ki Nefs’ten sonra gelen Akl-ı Kül’den oluşur. Bu üç kategori içinde Akl-ı Kül erkek, Nefs-i Kül kadına ve onlardan (gelen) heyula’ya (özmadde, tohum) benzer. Maddi dünya henüz bir çocuk gibiyken, potansiyel olarak o pek çok döl (ürün) içermektedir. Ve dünya, o daha yüksek ilkelerin (hadd) ardından üçüncüdür; onun içinde görünen herşey Akıl’ın yardımıyla (tayid) Nefs-i Kül’den şu katagorilere (mertebelere) bölünebilir: Birincisi, ağaçlar veya otlar-çimenler gibi dünya bitkilerinin yetişmesini(rustani-ha) sağlayan bitkisel ruhtur (nefs-i namiya).”

“İkincisi duygusal ruhtur (nafs-i hissiyya) ki o; bütün konuşamıyan hayvanların -otçul ve etçil ya da suda yaşayanların- hepsinde vardır. Üçüncüsü, akıl ile hüküm veren ve konuşma melekesine sahip insanoğlunun içindeki konuşma ya da uslama-usavurma (sukhan-guy) ruhudur. Bütün bu üçüncü tür ruh, Nefs-i Kül’den etkilerini alırlar. Nefs’in (ruhun) diğer iki çeşidi, insan ruhunun yaptığı gibi besinlerini Akl-ı Kül’den almazlar; bu nedenle, yani hepsi ondan gıda almadıkları için ona geri dönmezler; demek ki hayvanlar ve bitkiler daha yüksek dünyaya (alem-i ‘ulvi) dönüş yapamazlar. Benzer şekilde konuşma melekesine sahibolmayan ve akıldan pay almamış (insan) ruh da o dünyaya asla geri dönemeyecektir.”

“Nefs-i Kül’ün eylemi (işi), güneşten yeryüzüne parlayan ışık gibidir; öyle ki dünya o ışıkla aydınlanır, güneş battığı zaman aydınlık da kaybolur. Güneş, ışığın bir miktarını toplayabilen bir ayna ya da bir kristal üzerinde (düştüğü) parladığı zaman, kristal ya da aynanın etkisi yüzünden öyle bir parlaklık kazanır ki, onunla ateş yakılabilir ve ondan herhangi bir zamanda ışık elde edilebilir. Böylece o güneşin yaptığı aynı işi yapar; yani ölçüsü oranında ışık ve (ısı) sıcaklık üretir. Aynı şekilde, Nefs-i Kül’ün (etkinliğinin) işi, insan vücudunda (kalbad-i mardum) ortaya çıktığı ve daha sonra Akl-ı Kül’den besinini aldığı zaman, kendi aslının bilgisini kazanarak, ve Tanrının birliğini (tevhid) bilip öğrenerek, sonra bütün bunlar aracılığıyla, vücut içindeki insan ruhu, Nefs-i Kül ile benzerlik oluşturur; tıpkı ayna ya da kristal üzerinde güneş ışığının etkisinin, kendi aslı olan güneşe benzerlik oluşturduğu gibi. Ancak, (ayna ve kristalin durumundaki gibi) güneş battığı zaman, (görünürdeki) ateşin ışığı kaybolmaz; böylece, aynı yöntemle, ruh (nefs) Akl-ı Kül’den gıdasını alınca ve daha sonrakine benzeyerek Nefs-i Kül’a dönüşür. Nefs-i Kül bizzat Akl-lı Kül ile yeniden birleştiği zaman, sonsuz mutluluğa ulaşılır. Bu şekilde biz maddi dünyada (alam-i cismani), ondan yararlanan Nefs’in (Ruhun) üç eylem biçimini bulduk: Biri ruyanda, yani bitkiler (içindeki) olarak bitkisel; diğeri, hayvanlar olarak khuranda ‘yiyen’ ve üçüncüsü ise insanoğlu olarak sukhan-guy ‘konuşan’. Nefs’in bu üç çeşidini de insanın içinde toplanmış bulduk, şöyle söylersek: İnsan, bitkiler (ağaçlar) gibi büyüyor, çünkü o yerken bir ölçü-oran içinde serpilip gelişir; insan hayvanlar gibi yiyor, çünkü o yiyecek ve içecek tüketmektedir; bunlar ikinci kategorisidir, üçüncüsü ise insanın konuşabilmesidir. İşte bununu için biz diyoruz ki, insanın kendi içinde, dünya bütünlüğe (tamama) ulaşmıştır. Eğer dünyanın tamamlanması (mükemmelliği) insana bağlıysa, o insan ruhunun (nefs’in) vücuttan ayrılabilir olması ve daha yüksek dünyaya (alam-i ulvi) gitmesi zorunluğunu takibeder, çünkü oradan gelmiştir. Bu dünyaya da bir daha dönemez, çünkü mükemmele-tamama ulaşmış olan, eksikliği (noksanlığı) talep edemez. Eğer insan ruhu burada olsaydı ve onun aracılığıyla dünya tamamlanmış bulunsaydı, onun için yeniden geri döndürmek olanaksız olurdu, çünkü bu aşırılıktır. Aşırılık, mükemmelliğin-tamamın üzerinde hem kusur hem de fazlalık oluşturur….” (İsmaili Electronic Library and Database‘den)

3.4 Nasir Husrev’in Ali ibn Abi Talib’i Tanımlayışından Kısa Bir Ayrıntı

“…İnanan insan, Tanrı tarafından konulmuş ilkeleri tanıdığı zaman, büyüklüğüyle uygun olmayan (na-sa) herhangibir şeyi O’na yüklemeyi keser; her ilkenin (hadd) durumunu-erdemini (fadl) tanıyarak, onun yarattığı –canlı ve cansız alemleri Tanrı’yı benzetmeyi bırakır. Bunun için Tanrı insanlara der ki:

‘(K. xı, 3) Tanrınızdan bağışlanmayı dileyiniz ve tövbe edip pişman olduğunuzu gösterdiğinizde, bir (değerlendirme) adlandırma ve zaman tayiniyle zevk alacağınız iyi bir gereksinim sağlayacak ve ayrıcalık üzerine ayrıcalık (iyilik) verecektir herbirinize; fakat arkanızı dönerseniz, sizin için korkarım büyük günün azabı bekliyor”.

“Değerlendirme-adlandırma’ ya da ‘zaman tayinetme-saptama’nın anlamı, dünyada size gerçek bilginin (ilm-i Hakikat) yolunu göstermektir. O zaman, bilgisiyle (ilm) ruhlarınızın öğretmeni (parvardgar) olan zamanın Efendisini (Khudavand-i zamana’i khviş) bellemiş olacaksınız. Sonra o diyor ki,

‘Durumuna göre Efendinize (khudavand-i fadl) karşı görevinizi tamamlayınız. Eğer siz yüzlerinizi ondan çevirirseniz, size Büyük Gün’ün azaplarından bazısını size göndermek zorunda kalacağım.’

“Bu nedenlerden dolayı, inanan kimsenin (müminin), maddi ve manevi dünyasında, yüksek olan birine daha alçak, ya da alçak olan birine daha yüksek muamele etmeksizin, her yaratılış (hadd az hudud) ilkesinin gerçek durumunu tanıması, zorunludur. Ve onları gerçek durumuna göre, bu şekilde doğru yolu (rah-i rast) izleyerek tanımalı. Her kim, daha yüksek olana cehenemlik bir davranışta bulunursa, Tanrının ona söylediklerinden biri olur.”

‘(K.v, 72): Yemin ederim ki, ‘gerçekte Meryem oğlu Messih Tanrı’dır’ diyenler kafir oldular. Oysa Messih’in kendisi, ‘ey İsrail Oğulları! Benim ve sizin efendiniz olan Tanrı’ya tapının’ dedi. Gerçekte, bir kimse Tanrı’ya zerre ortaklık yapsa (şirk koşsa), Tanrı ona cenneti yasak eder ve onun son gideceği yer cehennemdir; günahkarlara yardım edecek hiç kimse bulunmayacaktır.’

“Bu ayet, inananların emiri Ali b. Abi Talib’in barış onun üzerine olsun Tanrı’ya, peygamberimiz Muhammed’den –barış onun da üzerine olsun daha yakın olduğu ya da Ali b. Abi Talib’in Tanrı olduğunu söyleyen kimselere de uygulanabilir. Böyle insanlara ghaliyan (hyperbolists, abartıcılar, aşırılar) denilmektedir. Oysa inananların emirinin kendisi (Ali) şöyle söyemiştir:”

‘Bir keresinde Tanrının peygamberi (Muhammed) ağzını kulağıma dayadı ve bana bin fasıllık (bölüm) bilgi (ilm) ulaştırdı ve bana her bölüm içinde yeni bir bin bölüm açıklandı-bildirildi.’

“Bizzat Ali, Peygamberin kendisine öğretmenlik yaptığını belirttiği için, onun Pygamberden daha büyük ve daha önemli olduğunu söyleyen herkes yalancıdır. Her kim ki, (Peygamberin) yaşadığı Şeriat döneminde onun Wasi’si (Ali) hakkında yanlış fikirler yayarsa o kafir olur. Bu nedenlerden dolayı, aşırılar-abartmacılara ilişkin olarak inen ayeti zikrettik. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Nefs-i Kül’ün mükemmelliği (tamamı) ve gizli-edilgen güç durumundan, onun güncel erişime (marifete-hünere) geçişinin Natık, Asas, İmam6 ve onların yandaşlarının ruhlarında başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Bu ruhların, vücutlarına girmeden önce, bireysel varlıkları-var oluşları yoktu, fakat onlar gizli güç (potansiyel) olarak kaynaklarında (küll-i khviş) kaldılar, tıpkı bir insanın gizli gücü birçok insanların atası olması gibi… Ali’nin soyundan gelenler (torunları), yani Aleviler de öyledir; onlar ebedi yaşayan ruhlar olarak bu dünyada mevcuddur. Onlardan önce var olanlar ya da onlardan sonra var olacakların hepsi inananların emiri Ali’nin ruhunun özüdür, onların herbirinin potansiyel (gizli) gücü Ali ceddinden gelmeleridir. Fakat, vücutlarıyla ilişkili olmadıkları sürece, çünkü onların (beden olarak) farkına varmak ya da (maddi olarak) düşünmek olanaksızdır…” (Ismaili Electronic Library and Database’den)

Kaynaklar

E. G. Browne: A Literary History of Persia. London-Cambridge 1902-1924

Henry Corbin: “Nasir-i Khusrau and İranian İsmailism” The Cambridge History of Iran Vol. IV, Cambridge University Press 1975.

A. J. Chunara: Noor-i Mubin. Bombay 1936.

Farhad Daftary: The Ismailis, Their History and Doctrines. Cambridge University Press 1992.

Encyclopaedia of Islam. ed. H. A. R. Gibb et al. New. ed. Leiden-London 1960.

Encyclopaedia Britannica.

W. Ivanow: Problems in Nasir-i Khusraw’s Biography. Bombay 1956.

W. lvanow: Nasir-i and Ismailism. Leiden Brill 1948.

İsmail Kaygusuz: Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları 1. Alev Yayınları: İstanbul 1995.

Guy Le Strange: Nesir Khusraw diary of a journey through syria and Palestine. London  1888.

W. M. Thackston, Jr.: Naser e-Khosraw’s Book of Travels (Safarname). State University of New York, Press, State University Plaza, Albany, N.Y. 1986: 86-90.

www.ismaili.net

: Electronic Library and database/ Literary section

 

1 Öylesine fanatikler ki, Talibanlara karşı mücadele verip, onların Ağustos 1998 yılında Pole Khomri’de kurulmuş Nasir Husrev Vakfı ve Afganistan’ın en güzel kitaplıklarından biri olan Nasir Husrev Kütüphanesi’ne roketlerle saldırarak yakıp yıkmalarına engel olmadılar. İslam dininin yüzkarası Taliban yobazları, caniler; içinde 10. yüzyıla ait bir Kuran’ın, Hasan bin Sabbah’ın kendi elyazısı mektupları, Nasir Husrev’in kendi elyazması yapıtları dahil olmak üzere, çeşitli dillerde tam 55 000 Klasik ve çağdaş kitabın bulunduğu Nasir Husrev Kütüphanesini, bu kültür hazinesini acımasızca yakıp yok ettiler.

2 1 maund 1,6 kg, 10 maund 16 kg., 100 maund 160 kg.olarak hesaplanmaktadır.

3 Bu bilgilerden anlaşılıyor ki, Bitlis çevresinde bilimsel adı pinus rigida olan Katran Çamı ormanı bulunmaktaydı. Gemi yapımında, tahtaları sıvamak ve izolasyon maddesi olarak kullanılan bu katranların, olasılıkla Van’a-Vastan’a ve Nasir Husrev’in katılmış olduğu bu büyük kervanlardaki tüccarlar aracılığıyla Suriye-Lübnan kıyılarına gönderiyorlardı.

4 1 ell = 1 cubit = 46 ile 61 cm arasında değişmekte? Ortalama 50 cm.olarak hesaplanabilir.

5 Bu ifadeden anlaşıldığına göre Silvan’ın surları Nasir Husrev’in geçtiği tarihten az önce onarım görüp yenilenmiştir. Martyropolis adını taşıyan bu eski Bizans kentinin, İran-Sasanileri tarafından yerlebir edilen surları, İmparator İustinianus (527-665) tarafından yeniden yapılırcasına onarılmıştı. Olasıdır ki, Mayyafarekin’in eskiyen-yıpranan ya da çatışmalarda yıkılan surları Marvanid Nasr al Davla (1011-1061) tarafından yenilenmişti

6 Bu kavramlarla ilgili inanç ve açıklamalar için Haft-i Bab-i Baba Seyyidna çalışmasına bakılabilir. Nasir Husrev, İsmaili web sitesi’nden alıntı yaptığımız yazının bir yerinde şöyle söylüyor: “Natik, Asas ve İmamları tanıma, Kelime ( logos), Akılve Nefs’i (Ruh) tanımak kadar gereklidir. Bu bilinçli olmalıdır, sadece birini diğerlerinin üzerine koyarak değil. Çünkü yerlerin, göklerin ve onlar arasında bulunanların yaratılışında bu vardır; biz birçok akıllı düzenlemeler (hikmat-ha) görmekteyiz: Yerlerin ve göklerin düzlüğü ve eğriliği (yuvarlaklığı) ve güneşin bazan gökyüzünde en yüksekte, bazan ortasında ve bazan da onun bir yanında (aşağıda) durduran dönüşü. Bundan dolayıdır ki, ya sıcaklık ya da soğukluk dünyaya girer ya da onu terkeder; yeryüzüde kış olur, yazın ise meyva getirir….”

 

İki Büyük Post-Alamut İsmaili Huccet’i-1

İki Büyük Post-Alamut İsmaili Huccet’i

1. Pir Şemseddin Sebzevari: Hind ve Sind’de İsmaili Davasının Yayılması

Pir Şemseddin, diğer adlarıyla Şemseddin Sebzevari, Şemseddin Multani ve Şems Taparez, çok büyük olasılıkla, Horasan’da Nişabur’un 64 mil batısına düşen Sebzevar kasabasında doğdu. Babası Seyyid Selahaddin, İmam Kasım Şah tarafından Bedehşan’daki Baltistan’a vekil (huccet) olarak atanmıştı. Sebzevarlı Kemaluddin Mucahri “Mahfuz-i Kamalia” yapıtında, 1165 yılında, Sebzevarlı Pir Seyyid Muinuddin Hasan’ın Sebzevar’da Seyyid Selahaddin ile toplantı yaptığını yazmaktadır. Pir Şemseddin’in de 19 yaşlarındayken babasıyla birlikte Bedehşan’a gitmiş olduğu ve oradan Tibet’e kadar ilerlediği ve sonra Sebzevar’a döndüğü anlatılır.

Seyyid Selahaddin’in ölümünden sonra, İmam Kasım Şah, Pir Şemseddin’i Daylam’da, Hind ve Sind’in Huccet‘i olarak Hindistan davası (mission) için görevlendirdiği bilinmektedir. Pir Şems de ginan‘larından birinde (Garbi, 5:17) İmam’a“Zamanın İmamı-Efendisi Kasım Şah’ın kişiliğinde zuhur etmiş olan gerçek yolgösterici ışığa ciddi bir biçimde tapınmalısın”diye atıf yapmaktadır. Ayrıca aşağıda tamamını verdiğimiz ginan’ın ilk beyitinde kendisinin İmam Kasım Şah’ın fermanıyla“meydanlara şarkı söyleyip oyun oynamaya, -ya da mecazi anlamıyla?- görev yapmaya çıktığını” söylemektedir

Pir Şemseddin hakkında en eski tanımlama, İran’ın son klasik şairi Nureddin Abdurrahman Cami’nin (1414-1492) “Nafahat al-Uns” (yayım tarihi: 1478) başlıklı sufi yaşam öyküleri risalesindedir. Nurullah bin Şerif Şuştari ise (d. 1019/1610) “Majalis al-Mominin“de (yayım tarihi: 1604) soyağacını İsmaili İmam soyuna bağlar.1 Bazı ayrıntılar da “Tarikh-i Firishta”da (yayım tarihi: 1606) bulunur. Çağdaş kaynaklarda, Pir Şems’in ne zaman doğduğu belirlenemiyen bir noktadır. Zengin malzemeler bile insanı kesin bir sonuca götürmeye izin vermiyor. Bununla birlikte ölüm tarihi, Multan’daki türbesinde yazılı olan 1356 yılı tartışmasızdır.

En fazla karıştırılan ve çözülmemiş nokta, doğum tarihini belirlemektir. Bilginlerin büyük çoğunluğu onun 115 yıl yaşadığı üzerinde uyuşurlar, fakat bununla birlikte Pir Şems’in 115 yılından çok daha fazla yaşadığı ileri sürülüyor. Örneğin Sayed Bawa Ahmad Ali Khaki eski bir el yazmasını temel alarak yazdığı “Dar-i Khuld-i Bari” (Ahmadabad 1905: 123) kitabında Şems’in 171 yıl ömür sürdüğü belirtilmektedir. Eğer Onun ölüm tarihi 1356 yılının gerçekliği düşünülüyorsa, doğum tarihi İmam Alaaddin Muhammed III (1221-1256) döneminde, 1241 civarında olmalıdır. Daha da ileri gidilerek, Multan’daki türbesinde bulunan -ne zaman yazıldığı belli olmayan- Pir Şems seceresinde ise doğum tarihi 1165 gösterilir, yani tam 191 yıl yaşamış oluyor.

Bizce burada iki Şems’in ömrü karıştırılmış; Şemseddin Tebrizi’ninki de eklenip tek Şems’te, yani Pir Şemseddin Sebzevari’de birleştirilmiştir. Pir Şems Sebzevari’nin 171 ya da 191 yıl yaşadığına inanan bazı çağdaş yazarlar; Desmond kontesinin (ölm. 1604) 140 yıl, Thomas Parr’ın (ölm. 1635) 152, Henry Jenkins’in (ölm. 1670) 169 yıl ömür sürdüklerini ve çok tanınmış biyolog Prof. E. Metchinkoff’un da Glaskow’lu St. Mungo’nun 185 yıl yaşadığının bilinmesini ve de 150 yıl üzerinde yaşamış uzun ömürlü bazı Şeyh-Seyyid vb. örneklerini (“The New Encyclopaedia Britannica” (1990, 15. basım, 20. Vol.: 428) ve “Encyclopaedia of Religion and Ethics” (1959, 4.basım, 1. Vol.: 182; “Akhbar al-Akhayar” (basım tarihi: 1590) göstererek doğruluğunu kanıtlama peşindedirler. Ama nedense, bu istisna kişilerden hiçbirinin yaşamının, bir başkasıyla karışmamış olduğunu akıllarına getirmiyorlar.

Şimdi Pir Şems’in çağdaş dava etkinliklerine göz atalım: O ilk önce Daylam’dan Bedehşan’a gitti. Orada pek çok Mumin Şahi ayrılıkçılarını İsmaili inanç topumuna geri kazandırmış olduğu söylenir. Gilgit’i ziyaret ettikten sonra Tibet’e ve Himalaya sıradağları kadar uzaklara gitti. Sonra Gazne’ya geri döndü. Orada davaya döndürmüş olduğu yerel prensi Bedehşan’da kendisine vekil olarak atadı.

Pir Şems, bir festival esnasında Analvad adını taşıyan köydeki bir Hindu tapınağında, biribirini izleyen on gece boyunca 28garbi (bestelenmiş ginanlar, şarkılar) söyledikten sonra, Hindulardan kalabalık bir halk topluluğunu İsmaililiğe çevirdi. W.İnanow o yeri, Gucerat’ta, Ahmedabad’dan uzakta olmayan Anilvad olarak belirler. Bazıları, bu parlak Dasera festivalinin Pencap’ta meşhur olduğu, Multan’da Jat Anval kabilesinin Anvalda adını aldığını söylerler. Garbiler, Gucerat kültürünü yansıtan Gucerat üslubunda bestelenmiştir. Bu nedenle köyün yeri Multan’da olamaz

Pir Şemseddin Sebzevari 1316’da Kaşmir’i ziyaret etti; Çak ve Çangad kabilelerini İsmaililiğe döndürdü ve oradan da 1326 yılında ilk kez olarak Multan’a geçti. Zekeriya Kazvini “Asar al-Bilad wa Akhbar al-Ibad” (basım tarihi: 1263) şunları yazıyor:

“Multan büyük, surlarla sağlamlaştırılmış ve zaptedilemez bir kenttir. Tapınağıyla Hindular için bir tapınma yeri olduğu kadar, Müslümanlar için de Mekke gibi hacı olmak için ziyaret edilir. Kentin sakinleri Müslüman ve Hindulardan oluşur, fakat yönetim Hinduların elinde bulunmaktadır. Büyük cami, tapınağa yakınında kurulmuştur.”

Multan’da Pir Şems’in pek çok mucizelerinden söz edilir, fakat bunların fazla tarihsel değeri yoktur. Bunun için, Pir Şemseddin’in yaşamı süresince biçimlenen ve ölümünden sonra hızla yoğunlaşan söylencelerin arasına dalıp, gerçeği bulmak zordur. Bunlardan en tanınmışı ve Şemsi Tebrizi ile karıştırılmasına neden olduğu sanılan, güneşi yeryüzüne indirdiği keramet söylencesidir. Bu Pencab’da ona taparez (yanan, alev saçan) sıfatını kazandırmıştı. Taparez sözcüğünün, Tabriz ile fonetik yakınlığı yüzünden, tıpkı o kentin adı gibi telafuz edilmeye başlanır. Bu da, ikisini birbirine karıştıracak bir yanlış teorinin üretilmesine neden oldu. Olasıdır ki bu yüzden, Şems Taprez olarak da tanınan Pir Şems, Mevlana’nın ruhsal öğretmeni ve 1247-8’de Konya’da öldürülmüş olan Şems-i Tabriz ile karıştırılmıştır.

Pir Şems’in aşağı Sind’i ziyaret ettiği ve İndus nehrinin kıvrımları boyunca seyahat ettiği, büyük olasıyla 1328’de, davanın merkezi olan Uçh Şerif’e ulaştığı anlaşılıyor. O ayrıca Çin, Tibet, Bedehşan’da, Kaşmir ve Gujerat’ta birçok dai‘ler görevlendirdi. Onun dava çalışmaları bir merkezde değil, hareket halindeydi; kendisinin kuzey Hindistan’a, Çin’in bir parçası gibi gösterilen ve Hindli Budistleri arasında Chinab-Nagari olarak tanınan Nepal’a kadar gitmiş olduğu söylenir.

Pir Şems Racastani’yi de ziyaret etti ve ginan’larından birine (No. 70) göre, iki öğrencisi-müridi Vimras and Surbhan ile birlikte geziye Uçh’tan başladı. Gucerat yakınında Gudi Vilod’da konakladı, oradan da bir ormana girdi ve dokunulması yasak halklardan (parya) bir kalabalığa vaazda bulundu. O kendisini, davasına uyum ve tutarlılık sağlayacak olan Satgur Şems ve Pir Satgur’un ışığı olarak tanıttı. Orada çok tutulan Pir Satgur adı (ile) yakından tanınmış oldu. Sonra çıplak ve çorak bir ülkeye vardı; Malva’nın ortalarına kadar ilerledi. Oradaki köleler kastından (sınıfından) Abhera ve Bhilleri inancına çevirdi. Pir Şems Hindu inançlı Bhambi bölgesini de İsmaililiğe döndürdü ve davayı Ganj’a kadar yaydı.

Sözlü geleneğin bize anlattığına göre, ailesi Pir Satgur’a akraba olan Ransi adlı biri de Pir Şems’in müridi oldu. Onun oğlu Ajmal ( ya da Ajay Singh) ve Pir Ramdeo’nun babası Pir Şems’e inanmayı sürdürdüler. Junjala, Jaithgarh ve Karel ziyaret ettikten sonra Pir Şemseddin Sebzevari, Japur-Ajmer bölgesindeki Bichun ve Sakhun’a kadar ilerledi. Khiwan ve Ransi’yi inancına soktuktan sonra Multan’a geri döndü. Rajastan Nyariya’sı (belki Nizaria) hala köklerinin Multan’dan geldiğini ileri sürmekte ve Pir Şems’e bir guru (evliya, sahip) olarak saygı göstermektedirler.

15. yüzyılda Pali bölgesi, Bilara, Jaitaran’lı Sirvi kastı, Pir Şems’in müridlerinden biri olan ve Jiji Devi olarak tanınan kadın evliyanın (azize) öğretilerini kabul etmişlerdi. Daha birçok bölgelerin, Pir Şems ve torununun oğlu Pir Sadruddin’in İsmaili risaleleri ve onların damgaları vurulmuş bir inanç edebiyatı vardır.

Racastan’da davanın yayılmasının üstü hemen hemen sisle örtülüdür. Bununla birlikte Fransız bilgini Dr. Dominique Sila Khan de Jaipur, Rajastan’daki İsmaili dava üzerine çalışıyor ve çok yararlı tarihsel ipuçları topladı. Umut edilmektedir ki, onun çalışması değerli bilgiler kazandıracak ve olasılıkla bir ışık demeti saçacaktır. Bu arada onun şu çalışmalarına başvurabilirler: “Ramdeo Pir and the Kamadiya Panth” (krş. “Folk, Faith and Feudalism” ed. by N. K. Singhi, Jaipur 1995: 295-327), ve “L’Origine Ismaelienne du culte Hindou de Ramdeo Pir” (krş. “Revue de L’Histoire des Religions”, Paris 1993, ccx-1: 27-47).

Onların arasında en gözeçarpan kişi Ramdeo idi. İsmaili Pirlerinin öğretilerinden etkilenmiş olarak, Gucerat’ta Sat path (doğru yol) öğretilerini anlattı, fakat dava içinde bir aksilik yüzünden Ramdeo’nun izleyicileri, eski inançlarına geri adım geri attılar; Hindistan’da bir çeşit farklı kült yarattılar. (Ayrıntılar için bkz: Mumtaz Ali Tajeddin S. Ali , “Ramdeo Pir: A Forgotten Ismaili Saint” (Sind Review, Hyderabad, vol. 32, April 1995: 24-29).

İslam dünyası üzerine düşen Mogol istilaları belasının sonucu olarak, Hindistan’a İslam göçmenleri akını alabildiğine artmıştı. Bu göçmenlerin farklı alanlarda geniş koloniler kurduğunu görüyoruz. Hindistan’da Müslüman yerleşmeleriyle uzlaşma ve farklı kültür grupları arasındaki uyuşum, sadece bir ahlak ve intellektüel istek değil, aynı zamanda ivedi bir toplumsal gereksinimdi. Müslüman fatihler kendi siyasal üstünlüklerini kurmuşlardı, ama din, dil, ırk ve kültürel yönden onlardan fazlasıyla farklıyken yönetimi sürdüremezlerdi. Ulema sınıfı, zaman bağlantıları içindeki değişimin çok az farkına varmış ve nadir olarak günün gereksimimlerine göre dinsel eğilimlerini yeniden yapılandırmayı denemişti. Buna karşılık, İslam mistikleri fırsatlardan yararlandı ve Hindistan’daki çeşitli kültür grupları arasındaki dilsel, ideolojik ve toplumsal engelleri ortadan kaldıran syncretic (değişik inançsal) güçleri serbest bıraktı. Mutasavvıflar, bütün din ve inançlar arasında bir anlayış ve sevgi köprüsü kurulmasını hareketini benimsedi. Bu geniş bakış açısı, değişik kültür grupları arasındaki ilişkilerde gedikler açmış olan tecrit (soyutlama) ve güvensizlik ruhunun kırılmasına yardımcı oldu ve her düzeyde yeniden yaklaşım için yollar döşedi. Mutasavvıflar bütün dinlere, aynı hedefe, aynı varış noktasına götüren farklı yollar olarak baktı ve onlar tek bir organizmanın, insan toplumu içerisinde herhangi bir farklılık ve ayırım yaratmasını asla onaylamadılar.

Çok sayıda Hintçe sözcükler, cümleler, deyimlerin kullanılışı ve dönemsel edebiyattaki teşbihler (benzetmeler), gelişmiş toplumsal ilişkilerin genişliğini belirlemektedir. Prof. Gibb “An Interpretation of Islamic History” (krş. “Journal of World History”, 1. vol., no. 1: 59) makalesinde,

“13. yüzyıldan itibaren Sufism, giderek artan biçimde toplumun içindeki yaratıcı sosyal ve düşünsel enerjiyi, bir sosyal ve kültürel devrimin aracı ve taşıyıcısı olmaya yönlendirdi”

diye yazmaktadır.

Belki de başka hiçbir ülkede, Hindistan’daki gibi uzaklara ulaşan ve böylesine belirgin bu tür sosyal ve kültürel devrim olayları yoktur.

İlk Hindo-Müslüman mutasavvıflar, insan toplumunun bütün sorunlarına karşı, içinde şiddet bulunmayan ve barışçıl bir yaklaşıma inandılar. Onlar, zorlamaların çözümden çok daha fazla sorun yarattığını söylüyorlardı. Ayrıca gerçek tasavvufun, insanların kalplerinde etki bırakma ve sevgi yaratmak için çaba göstermesi gerektiği olgusunu, inananlarının zihinleri üzerinde, hem örneklemeler hem de ahlaksal kurallarla baskı yapmayı da denediler. Örneğin, “düşmanlarınızı teskin ediniz” sözü, Şeyh Farid’in kendi yandaşlarına verdiği önemli öğütlerden biriydi. O, “bana bıçak vermeyin” demişti bir keresinde konuğuna, “bana bir iğne veriniz. Bıçak kesmek içindir; iğne ise birleştirip dikme aracıdır.”

Ziyauddin Barani “Tarikh-i Firuz Shahi” (s. 344) kitabında çok dikkat çekici biçimde, bu mistik öğretilerin sonucu olarak,“vekillerin (temsilcilerin) insanlar arasında azaltılmış olduğuna” işaret etmektedir. Böylece, İslam mutasavvıflarının Hindularla daha yakın ilişkiler kurma istekliliği, Hindistan’da İsmaili dai’lerinin kendi inançlarının propagandası için verimli zeminin sağlanmasına kolaylık kazandırmıştı.

Hindistan’da sufiler arasında, Çisti, Kadari, Suhravardi ve Nakşibendi dört farklı ana tarikat mevcuttu. Pir Şems dönemi böylece, Sufi düşüncesinin birkaç usta temsilcisi olarak önemsendi; Pir Şems, Pencab’da Sufi çevresinin gelişme arifesinde kendi kapsamlı ve canlı davasını başlattı. Pencab’ın güneybatısındaki köylerde, beş nehrin ulaştığı aşağı kesimler ve Bahavahur arasından Sind’in içlerinde uzanıp dirsek yaptığı bölgeye kadar yol gösteren Aror ya da Rohra kastını İsmaililiğe çevirdi. Çoğu ekip biçen çiftçilerdi ve onların aşağı Çiab’daki büyük bölümü tarımla uğraşıyorlardı. Batı Pencap’takiler ise hasır ve sepet örücü; bakır ve piriçten kab-kacak ustaları ve sarraf idiler. Pir Şemseddin değişik bölgelerde dinsel alacakları (the religious dues: Hakkullah?) toplamak için musafir (gezi yapan, dolaşan) atadı ve de tapınma-evleri (khana: ev, cemevi) yaptırdı. Ayrıca aralarına mukhi‘ler (sözcük, ‘en önde bulunan’ anlamında, mulhia‘dan çekilmekte) ve bazı ritüeller (tapınma törenleri) de soktu; onun Pencab ve Kaşmir’deki yandaşlarının büyük çoğunluğu kendilerini gupti (sır tutanlar) diye tanıtıyorlardı. 

Pir Şems 1356’da dünyadan göçtü ve Multan’da gömüldü. Torunu tarfından yaptırılan türbesi, kalenin bir mil kadar doğusundaki Ravi ırmağının eski yatağının yüksek bankı üzerinde bulunmaktadır. 1718 yılında bir İsmaili tarafından yeniden inşa edilen türbe, kare planlı ve üstündeki yarımküre kubbesiyle yaklaşık 10 m. yüksekliğinde bir anıtsal mezardır. Süslü parlak duvar çinileriyle kaplanmış durumdadır. Pir Şems büyük bir hatip olarak alkışlanmaktadır. O, farklı Hind dilayelektlerinde pek çok ginanlar besteledi. Olasıdır ki, onun yerel öğrencileri, birçok yerden onun öğretilerinin özünü birinci elden aldılar ve onları yaratıcı bir biçimde ginan formuna transforme ettiler. Bunlar dinsel ve inançsal öğretilerin zengin anbarı ve Sufi simgeciliğinin bolluğu üzerinde çok geniş fikir veren Sufi düşüncesinin büyük hazinesidir. Pir Şems, kırsal halk dillerini üstün bir ustalıkla kullanıyor ve dinsel felsefe ve doğal güzellik idelerini yorumlamak için onları araç yapıyordu. Gerçekten o, İslamın tasavvuf öğretisi anlayışında çok bilgili bir insandı. Son titiz bir araştırma, onun en erken, daha doğrusu ilk Pencabi (dilinin) ozanı olduğu ve de (başlangıç döneminde) Urdu dilinin gelişimine zengin katkıda bulunduğunu gün ışığına çıkardı. Gerçekten kendisi, renkli mecaz ve deyimlerin uygun dönüşümüyle yerel diller içindeki gerçeği ifade etme yeteneğine sahipti.

Pir Şems’in ölümünden sonra, oğlu Pir Nasiruddin (ölm. 1362) daha çok Pencab’da davayı sürdürdü ve Uçh’da öldü. Onu da oğlu Pir Sahib’din (1252-1373) izledi ve o bir Hindu evliyası olarak yaşadı. Aynı zaman o geniş bir proselytizm (din değiştirme) sağladı. Pir Sahib’din’in yedi oğlu vardı:

  • 1)     Pir Sadruddin
  • 2)     Sayed (Seyyid) Ruknuddin
  • 3)     Sayed Badruddin
  • 4)     Sayed Shamsuddin
  • 5)     Sayed Nasiruddin
  • 6)     Sayed Ghiasuddin
  • 7)     Sayed Nasiruddin Kalandar Şah
  • Pir Şems’ten iki ginan:

1. İmam Kasım Şah’ın Fermanı

nar kaasam shaah naa farmaan thee gur shamsh peer

ramavaa neesareeyaare maa…………………………………..1

Zamanın İmamı Kasım Şah’ın fermanıyla yolgösterici Pir Şems,

Oynamak için meydanlara çıktı (*)

te to faryaa mulak chovees maa(n)he

aape shree var meer ramavaa neesareeyaare maa…….2

Yirmi dört ülke dolaşan Büyük Pir’in bizzat kendisi

Bir damat gibi oynamak için meydanlara çıktı

pelee cheennab nagareeye paravareeyaa

tyaa(n) bodhyaa surjaade naar ramavaa neesareeyaare maa…..3

O ilkönce Çinab kentinde göründü

Orada kraliçe Surjaa-De’de konuşmalar yaptı, öğütler verdi

Oynamak için meydanlara çıktı

pachhee meru-e deetthaa khel ghannaa

teno nahee koi paar ramavaa neesareeyaare maa…………………4

Sonra Meru’ya gitti

Şimdi kendisinin gösterdiği sınırsız mucizelere

İlk kez orada tanık oldu

Oynamak için meydanlara çıktı

pachhee aavyaa te u(n)ch nagarmaa(n)he

paygambar naa pareevaar ramavaa neesareeyaare maa……………5

Sonra Unç kentine geldi

Peygamber soylu yolgöstericinin kendisi

Oynamak için meydanlara çıktı

tyaa baavadeen ne bhu(n)ddo karee

see(n)gaddaa keedhaa prakaash ramavaa neesareeyaare maa……6

Ona karşı yaptığı yanlış hareketlerinin cezası olarak

Bahauddin’in başı üzerinde boynuzlar çıkardı Pir Şems

Şimdi oynamak için meydanlara çıktı

taare mu-o jeevaaddyo gurjee-e

keedhaa khel anat apaar ramavaa neesareeyaare maa……………..7

Sonra orada bir ölü adamı yaşama döndürdü

Sayısız mucizeler gösterdi ve şimdi

Oynamak için meydanlara çıktı

taare suraj ma(n)gaavyo satguru-e

te deettho sarave sa(n)saar ramavaa neesareeyaare maa………….8

Gerçek Veli-Satguru (Şems) göklerden güneşi yere indirdi

Oradaki bütün halk buna tanık oldu ve şimdi

Oynamak için meydanlara çıktı

evee kudarat gure aape karee

te aapo aap moraar ramavaa neesareeyaare maa…………………….9

O kudretli Veli bu mucizeleri kendiliğinden gösterdi

Çünkü Övgülerüstü Yücelik(Tanrı),

Şems’in kişiliğinde yeniden doğmuştu ve artık

Oynamak için meydanlara çıktı

tyaa(n)thee aavyaa analavaddamaa(n)he

naachyaa garbeemaa(n)he ramavaa neesareeyaare maa…………10

Daha sonra Analavad köyüne geldi

Orada garbi’ler söyleyerek dansetti ve

Çalgı çalmak için meydanlara çıktı

te to murakh maram na bujtaa

te bhulaa fare gemaar ramavaa neesareeyaare maa………………11

Doğru yolu budalaca yitirmiş,

Avare avare gezip dolaşan

Cahil kalabalık bu gizemi anlamıyordu ve o

Çalgı çalmak için meydanlara çıktı

gur geenaan katheene sarve ne kahe

saathe anat apaar ramavaa neesareeyaare maa……………………12

O herşeyi açığa vuran bu dizeleri (ginan) terennüm etti

Onların içinde sınırsız Gerçek Bilgi bulunmaktadır

Ve ulu Pir (Şems) işte bunlarla

Oyun oynamak için meydanlara çıktı

evaa chaarei ved bataavtaa(n)

kathe chaare keetaab ramavaa neesareeyaare maa……………….13

O, dört (kutsal) Kitabın ve dört (Hindu) Veda’sının sırlarını

şiirlerinde zikrederek gösterdi ve

Oyun oynamak için meydanlara çıktı

evee shaakhaa sarave sat tannee

maarag satpa(n)th dharam ramavaa neesareeyaa maa…………..14

O Sat Panth, yani Doğru Yolu,

Tüm kanıtları zikrederek ortaya koydu ve

Oyun oynamak için meydanlara çıktı

evaa chhellaa te ved kuraan

gur kahe chhe vaann anek ramavaa neesareeyaare maa…………15

O yine birçok dizelerinde Kuran’ı son Veda olarak tanımladı

Oyun oynamak için meydanlara çıktı

e to puraa purav pun tannaa

samaje je koi jan ramavaa neesareeyaare maa……………………….16

Sadece önceki yaşamlarında doğru biçimde davranmış olanlar

onun inanç kurallarını izler

Çünkü o oyun oynamak için meydanlara çıktı

te gur kahe amar huvaa

te aaj kal chhellee sa(n)dh ramavaa neesareeyaare maa…………17

Guru (Veli) “işte böyle insanlar ölümsüzlüğe ulaşır

Şimd bunu yapmak için son fırsattır” dedi ve hemen

Oyun oynamak için meydanlara çıktı

evo gur shamse bhaakheeyaa

saacho ehee geenaan ramavaa neesareeyaare maa………………..18

Yolgösterici veli Şems böyle söylüyor

İşte gerçek bilgi budur ve kendisi

Oyun oynamak için meydanlara çıktı

2. Sen Varsın ve Sonsuzsun Tanrım!

ejee kaayam daayam tu(n) saamee

tere naame bi koi koi………………………………….1

Ey Ruhlar !Yüce Tanrım sen varsın ve sonsuzsun

Adın da sadece bazıları tarafından bilinir

ejee aj sachaa kol patijannaa

aj sacho mahammad sohee sohee………………..2

Gerçek Peygamber Muhammed tarafından

İnananlara bağışlanmış Gerçek Sözü izle

ejee peeran ba(n)daa tolannaa

gur vachan aa(n)daa bi ddhoi ddhoi……………3

İnananlarPirlerini yargılamazlar

Fakat onlar Efendilerinin sözünü saygıyla ve tevazuyla Kabul edecekler

ejee saadhu lage saadh thiaa

tiyaa(n) gaaphal vetthaa roi roi……………………4

Gerçek inanan (kendi iyidavranışlarını)yeniden düzenleyecek

Oysa cahillergözyaşı dökecekler

ejee soho vareh ki jivannaa

ba(n)daa aakhar marannaa bi hoi hoi…………..5

Yüzyıl yaşamak gerekse bile

Sonunda ölmek zorunluğu vardır

peer shamsh kahe dil dariyaa chaandrunnaa

je kare kirataar so hoi hoi…………………………….6

Pir Şems işte böyle söyler:

Aydınlanmış hayırsever bir gönül/kalb taşıyınız

Sadece yaratıcının iradesiyle doldurunuz

(Fransızcasından Türkçeleştiren: İsmail Kaygusuz)

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.

Alevi Kütüphanesi

Bismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû