Blog Arşivleri
Alevi-Bektaşilerin Bilinmiyenleri-2
Alevi-Bektaşilerin Bilinmiyenleri-2
*** Hz. Ali’nin Ünvanı Ebu’l Hasan ‘dır. Peygamber ise ona Ebu’l Turab derdi. Annesi’nin ona Haydar dediği de söylenir… peygamber tebuk savasına giderken.. onu Rıza’sını olarak yerine vekil bıraktı.. Bundan dolayı da “Murteza” denildi.. *** Ayrıca Peygamber Hz. Ali’yi Tanrı’nın Arslanı anlamında “Esedullah” diye çağırırdı.. *** ” Emir’el Miminin ” bir başka adıdır.. ** Peygamber’e ilk Biat eden ve ilk müslüman olan kişidir.. *** Şuara suresi inince akrabalarının içinde Ali’yi kendine vezir atamış ve “Ali benim kardeşimdir, vezirimdir, vasidir. İçinizde halifemdir. Ona itaat edin” demiştir. ***Hz. Celal Abbas’ın…Hz. Ali’nin.. bir Türkmen kızı Olan ve Ümmül Benin olarak bilinen Hüzam kızı Fatma’dan olan oğlu olduğunu biliyor muydunuz?..**Bilindiği gibi yeniçeriler bektaşi olup.. Hacı bektaş dede-babalarına bağlıydılar… yeniçeriler yavudan sonra pasifleştirildi.. başlarında yer alan bektaşi dede-babaları baskı altına alındı.. ve nihayetinde 1876 yılında yeniçeriler kaldırıldı.. bunla birlikte Bektaşilik yasaklandı.. Bütün bektaşi babaları hakkında ölüm fetvaları çıkarıldı.. Bu dönemlerde bektaşi tekkelerine nakşibendi dervişeri getirildi.. *** Yeniçerilerin sancaklarında İmam-ı Ali.. İmam-ı Hasan.. İmam-ı Hüseyin adları vardır.. *** Yine yeniçeri sancaklarında “la feta illa Ali laseyfe illa Zülfikar” yazardı.. *** Bir bilinmiyende Yavuzun çaldıran şavaşında Alevileri alevi-bektaşi yeniçerilere kırdırdığı yalanıdır.. Degerli canlar Yeniçeriler şah İsmail’i Çaldıranda malup edince –oradaki halkla şavaşmayıp— şah ismailin peşine düştüler.. önce İran’a sonra güneye yöneldiler Irak üzerinden Mısıra gittiler *** Anadoludaki Büyük Alevi katliamını ise Yavuzun yanındaki şehüsselem vermiştir.. Çıkarılan fetva ile şafiii kürtler Aleviler üzerine gönderilmiş.. Alevi katliamını yeniçeriler değil Bölgedeki şafii kürtler yapmıştır.. ” hala bölgede cennete gitmek yedi aleviyi öldürmek kafidir.” sözü vardır.. Bu sözler zamanın şayhüsselenmının fetvasına dayanır.. Gerçekler demine Hüü diyelim.. Saygılarımla.. Yeniçerilerin başlıkları Kırmızı Börklerden oluşuyordu.. Bu Hz. Ali’ye ve İmam Hüseyin’e olan bağlılıklarını göstermek içindi.. Ve Savaşa gitmeden önce Gülbank-ı Muhammedi’ye okurlardı… Hz. Muhammed.. Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi üzerine olan bu GülBank-ı Muhammediye’lerden birini sizinle paylaşmak istedim.. “”.. Bism-i Şah, Allah Allah!… İlallah Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan.. Bu meydanda nice başlar kesilür, olmaz hiç soran… Eyvallah, Eyvallah… Kahrımız, kılıcımız, düşmana ziyan, Kulluğumuz padişaha ayan.. Üçler, beşler, yediler, kırklar, Gulbank-ı Muhammed, Nur-u Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz, Hünkarımız Hacı Bektaş Veli Demine devranına Huuu Diyelim Huu.” Allah Eyvallah…Degerli canlar … İmam Hüseyin’in ve Ehl-i beyt’in intikamı çok uzun sürmemiş kısa zamanda alınmıştır. ***İmam Hüseyin’in Miladi 10 Ekim 680 tarihinde Kerbela da şehid edilmesi İslam dünyasında büyük infiale yol açtı.. ***Medine’de Mü’minler faziletiyle tanınan Abdullah bin Hanzala’nın etrafında toplanıp Yezid’e isyan etti.. Mekke’de ise Abdullah b. Zübeyir idareyi devralarak Emevilere karşı Kıyam hareketi başlattı.. *** Gelişmelerden haberdan olan Yezid, Medinelilere karşı Müslim b. Ukbe komutasında 10. 000 kişilik bir süvari birliği hazırladı.. İki ordu “harre” denilen yerde karşılaştı.. savası Yezid ordusu kazandı.. Süvari Birliği Mekke’ye yöneldi.. Orada da üstünlük sağladı.. Bir çok sahabe öldürüldü.. yezid’in askerleri peygamber’in mezarına yöneldi.. ve atların ayakları altında yerle bir etti.. Bütün Ehl-i Beyit.. Bu olaya tarihte “İkinci Kerbela olayı ” denir.. Bu savaşta Abdullah b. Hanzala da şehid edildi.. ***Mekke’liler ile Yezid’in askerleri arasında çıkan şavaş’ta ise çok kısa bir süre tahtta kalan yezid öldü.. Bunun üzerine askerler şam’a geri döndü.. ** Yezid’in ölümünden sonra yerine geçen büyük oğlu II. Muaviye minberde ağlayarak hilafetin Ehl-i beyt’in hakkı olduğunu söyledi ve tahtan indi.. Bunun yerine hilafet mervan oğullarına geçti… *** Mervan b. hakem Zamanında ise En büyük ayaklanma İmam Ali’ye… İmam Hasan’a ve İmam Hüseyin’e ihanet eden “Tevabun Cemati” tarafından gerçekleştirildi.. Bu topluluk yaptıkları ihanet nedeniyle pişmanlık duydu.. ve kerbela’nın intikamı için yemin ettiler… 5 bin kişilik bir kuvvetle Küfe’de ayaklanma başlattılar… Bu durumdan haberdar olan Ubeydullah b. ziyad 12 bin kişilik bir kuvvetle üzerlerine yürüdü.. ve kısa bir sürede hepsini kılıçtan geçirdi.. **** Kerbela’nın İntikamını ise Muhtar es- Sakafi aldı.. *** Kaynaklara göre Sakafi.. Taif’in önemli kabilelerinden Sakif’e mensup olup.. 622 yılında doğdu.. Sürekli Hz. Ali’nin yanında yer alan Muhtar.. Emeviler döneminde Ehl-i Beyt taraftarı olduğu için hapse atılmıştır. İmam Hüseyin ‘in öldürülmesinden sonra Abdullah b. Zübeyir’in ordusuna katılarak Emevilere karşı savaşmıştır… Sonrasında ise Medine’den ayrılarak Küfe’ye geldi.. *** Kerbela’nın İntikamı için sürekli planlar yapan es-Sekafi.. “Tevabun isyanını” gözlemledi fakat katılmadı.. Mervan’ın ölüm yerine Abdülmelik’in geçmesini bekladi.. *** Sonrasında ise.. Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olmayan oğlu Muhammed b. Nefsizzekiyye ile görüşen Muhtar .. O’nun veziri ve vekili olduğunu…. Kerbela intikamını almadan kılıcını kınına sokmayacağına yemin ederek çok büyük bir taraftar kitlesi topladı. ** 685 yılında çok büyük bir ayaklanma başlattı.. Kısa zamanda Küfe ve Kerbela’yı ele geçirdi… Buralarda Muaviye ve yezidle işbirliği yapmış ve katliama katılanları tek tek belirleyip öldürdü.. ** Sonraki dönemlerde ise hz. Ali’nin kudredli komutanı Malik el- Eşter’in oğlu İbrahim b. Eşter’de orduna kattı.. ve bir çok seferinde orduyu O’nun komutasına verdi.. ** Bu sırada büyüyen isyanı durdurmak için Emevi Hükümdarı Abdülmelik,…. Ubeydullah b. Ziyad komutasındaki askerleri Irak’a göndedi. *** Yapılan savaşta.. Kerbela’daki katlimı yapan askerlerin komutanı olan Ömer b. Sa’d. öldürüldü.. Ayrıca aynı savaşta.. İmam Hüseyin’in başını kesen Şemr b. Zi’l cevşen.. öldürüldü Kesik başı İbn Ziyad’a götüren Havli b. Yezid el Esbahi’yi de öldürüldü… *** Ubeydullah b. Ziyad ise..Ali’nin kudredli komutanı Malik el- Eşter’in oğlu İbrahim b. Eşter tarafından öldürüldü (686) ve emevi ordusu büyük bozguna uğradı.. Allah Eyvallah..Dede-baba: Ayin-i cem’lerde on iki hizmet sıralamasında birinci sırada olan Mürşitlik makamına gelmiş.. Dini Ruhani önderdir. Doğrudan doğruya soya bağlıdır. Seyid olduklarına inanılır. Yani Hz. Muhammed’in kızı hz. Fatıma-ül Zehra ile Hz. Ali’nin soyundan gelen Ehl-i Beyt neslidir. Kimi yörelerde dedelerin yaptıkları işler arasında görülen; hastalıkların tedavisi, doğaüstü mucizeler gibi olgulara bakıldığında nnesilden gelme bir ruhaniyet taşıklarına inanılır. Dede’nin temel görevi ise toplumu aydınlatmak ve örnek oluşturmaktır. Dede’nin soy şartına dayanarak üstlendiği Ayin-i Cem’deki görevinin yanı sıra aydınlatma görevini yerine getirebilmesi için “adil, bilgili,erdemli,gözü gönlü tok,kapısı ve sofrası açık olması gerekir. Çünkü dede-baba…yol açar,talipleri irşat eder,bilmeyene öğretir,aydınlatır İmam Cafer-i Sadık’ın Buyruk’unda: Bir padişah tarafından yaptırılan ve içinde acı-tatlı meyvelerin yenildiğinde insanı öldüren yada delirten meyvelerin bulunduğu örneği kullanılarak, mürşitlik rolünün altını çizer. Mürşitler; bahçenin bahçıvanıdırlar ve zehirli meyveden yiyenlere panzehirdir, delirtici meyveden yiyenlere de aklı başa getirici ilaçlar vermek temel görevleridir. Bu bahçe ise dünyadır. Dolayısıyla dedeler alemle, ruhsal alemin keşişme noktasındadırlar. Ancak işlevleri bu dünya ile sınırlıdır. İşlevlerini yerine getirebilmek için ise, adalet, erdem gibi değerlere sahip olmalıdırlar… Allah Eyvallah Degerli canlar… Dede-baba Makamı hakkkında Bu özlü bilgileri verdikten sonra .. dede-baba’lığın olmazsa olmazları üzerinde durmak istedim… 1-Dede-baba Tarikatın en ulusudur… Görev itibariyle Muhammed ile Ali’yi, Pir Hacı Bektaş-ı Veli’yi temsil edendir. 2- Ol kimseler adına ikrar alan ve nasip verendir 3- Dede-baba’nın olmazsa olmaz koşulu Nesli-Saada olmasıdır… yani seyid olması diğer bir değişle Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin soyundan olmalıdır.. Nitekem Kur’an-ı Kerim’de “… Peygamber ve emir sahiplerine itaat, Allah’a itaattir” [/COLOR](Nisa Suresi, 59, 69, 80, Maide 92) Burada bahsedilen “Emir sahipleri” Peygamber’in vekili ve Nübevvetin devamı olan “İmamet” Ali-el Mürteza ve sonrasında gelen 12 İmam’lar ve onların soyundan gelen seyid Dede-baba’lardır. 4- Dede-baba’lığın diğer bir şartı ise “ARINMIŞ” olmasıdır. dede-baba’lık makamını bir çıkarı amacı için kullanmaması, Toplumun çıkarlarını koruması ve kollamasıdır.. Diğer bir değişle nefsine hakim olmasıdır. kendi öz nefsi için çalışmaması, dünyevi isteklerinden arınmış olması ez-cümle.. “Ölmeden ölmek” makamına erişmesi gerekir. 5- Dede-baba evvel emirde.. 4 Hakk kitabını bilmeli, Dört Kapı Kırk makam sırrına ermelidir.. Tasavvuf tabiriyle söylersek… ilim sahibi olmalı “İlmel yakın” ve hakkı görmeye “Aynel yakın” yani Hakk içinde eriyip yok olmaya, Hakk ile Hakk olmaya “Hakkel yakın” olmalıdır… [COLOR=”red”]İmam Cafer Buyruğuna göre: Dede-baba’lık postuna, Ehli Beyt neslinden olmayan oturamaz… Hakk-Muhammed-Ali adına İkrar ve Biat alamaz… Muhammed-Ali soyunda nasibi olmayana yapılan ikrar ve biat haramdır… Bu ez Cümle Kur’an Emridir… Kur’an-ı Azimüsan Buyuruyorki… ” Deki; Ben bu tebliğime karşılık sizden Allah’a ve Ehl-i Beyt’ime sevginizden başka bir şey istemiyorum..” Yani ez-cümle Peygamber’in ümmetinden istediği tek şey; soyuma sahip çıkın! Ben Peygamber’im nübüvvet bende biter… Benden sonra vasiim ve halifem, nübüvvetin devamı benim soyumla olacaktır…. Benim adıma ikrarı biatı’da benim soyumdan gelen imamlar gerçekleştirecektir. diyor… Allah hepimizi…” Doğru bildiği insanların yoluna iletsin yanlış bildiklerinin, yoldan çıkanların, sapıkların değil…” Allah Eyvallah[QUOTE=Dede-baba;550188]İmam Muhammed Mehdi: On ikinci ve son İmam’dır. İmam Askeri’nin oğludur. Künyesi Ebul Hasan lakapları: “Sahib-ü dar” “Kaaim” ” Muntazar”, İmam-ül Hüccet” tir. 869 yılında doğdu. Babasının ölümünden sonra halktan gizlenmiştir. Bu gizlenişe “Gaybet Suğra” (Küçük gizleniş” denir. Bu gizleniş sırasında ümmetine elçilik yapan Ebu Hasan Ali ölünce, “Gaybet-i Kübra” (Büyük gizleniş” başlamıştır. Mehdi’nin tekrar ortaya çıkması… Kıyamet alameti olup… Üç büyük din de bu inanış vardır.. Arap ve şii islam anlayışında görülmeyen ancak Alevi-bektaşi islam terminolojisinde görülen “DEDE” ve “BABA” kelimelerinin aslı “ATA” kelimesinden gelir.. Ata kelimesi eski ve yeni Türk lehçelerin de “BABA” anlamında kullanılmış olup soy anlamına da gelmektedir… Eski Türk’lerde ve Horasan’da halk arasında saygınlığı olan dahası kutsallık kazanmış kimseler “ATA” adıyla anılırdı… eski Türk Oğuz efsanelerinde geçen “Korkut Ata”, “İRKİL ATA”, buna örnek gösterilebilir… Türkler içerisinde tasavvuf akımının yayılmasıyla; bu tür nitelikte olan kişilere, şeyh ve dervişlere, “ATA” lakabıyla birlikte “BABA” da denilmeye başlanmıştır. Böylece asya coğrafyasında ve Şamanilik döneminde “ATA” adı, Anadolu coğrafyasına yerleşme ve İslamileşme döneminde “BABA” adına dönüşmüştür. Kısaca, Anadolulaşma ve İslamileşme dönemi olan bu ikinci evrede “BABA” , “ATA”nın yerini almış ve onun yerine kullanılmıştır. Yeseviliğin içerisinde yetişen ve Harzem-Türkistan bölgesinin önemli Alevi-Bektaşi Erenleri yada Horasan Erenlerinden olan; Çoban Ata, Hakim Ata, Zengi Ata ve Mansur Atalar… tümüyle “ATA” adıyla anılmışlardır. Anadolulaşıldıktan sonra “ATA”, “BABA”ya dönüşmüştür. Örneğin Mansur Ata, Anadoluda Baba Mansur adıyla bilinmekte ve anılmaktadır. Baba Mansur’un Asyada iken adı Mansur ATA olup… oradaki kaynaklarda Mansur Ata olarak anılmaktadır… Anadoluda ayrıca bir süre sonra Türk ve Türkmen boyları İslamiyetle birlikte dini ruhani lider anlamına gelen “BABA” ile birlikte aynı anlamda “DEDE” sözü de kullanılacaktır…. örneğin “DEDE KORKUT” islamiyet sonrası Türklerin kutsal hüvviyet taşıyan önderlerine verdikleri isimlere örnek gösterilebilir… (Kaynak: Ata ve babaya ilişkin geniş açıklamalar için bkz. Fuad Köprülü: Ata İslam Ansiklopedisi, C. I: s. 711 ) Pir Sultan Abdal’dan bir değişle sözlerimize son verelim.. Hasretinle beni üryan eyledin Beklerim yolların gel efendim gel Gönül kuşu kalktı tevlan eyledi Beklerim yolların gel efendim gel Evvel-ahir sensin dönmem senden Leyl-i muhabbetin çıkar mı dilden? Gönül göç eyledi Kavl-ü mekandan Beklerim yolların gel efendim gel Softalar çoğaldı haddini aştı Od düştü sineme ciğerim pişti Şimdi gayret şah-ı Merdan’a düştü Beklerim yolların gel efendim gel Bozuldu yolcular yollarda kaldı Ayin Erkan gitti dillerde kaldı Bendelerin zayıf ellerde kaldı Beklerim yolların gel efendim gel Allah Eyvallah
Çaldıran Savaşı(1514)
Çaldıran Savaşı(1514)
Osmanlı ordusu 22 Ağustos Salı günü Tebriz üzerine yürüyerek akşama doğru Çaldıran
alanına ulaştı. Osmanlı ordusu bu alanın kuzeybatı tepelerine arka vererek durdu. Vadiye hakim olan
doğu tepelerinde ise Şah İsmail’in çadırları görülüyordu. Yavuz selim o gece divanı topladı. Burada
hemen hücum etmek ile aç ve yorgun hayvanları 24 saat dinlendirmek şıklarından birisini tercih etmek
gerekiyordu. Çoğunluk orduyu dinlendirmekten yana idi. Sadece Defterdar Piri Mehmet Çelebi bu
görüşe katılmadı. Onun görüşü şöyle idi: “Eğer derhal savaşa başlanmazsa orduda özellikle akıncılar
arasında Alevi olan kimselerin düşmanla ilişki kurarak o tarafa geçmeleri, öyle olmasa bile isteksiz
savaşma ihtimalleri vardır. Buna meydan vermemek için şafakla savaşmaya başlanmalıdır.” Yavuz
Selim, “İşte yegane görüşü bulunan kimse… Yazık ki vezir olmamış” diyerek derhal hücuma
geçilmesini emretti(Hammer, 1990).
Şah İsmail’in 10. 000 kadar atlı zırhlı askerleri vardı. Atlı asker sayısı Safevi ordusunda daha
fazla iken Osmanlı ordusu ateş gücü bakımından Safevi ordusundan daha üstündü. Bütün bunlara
rağmen iki ordu güç bakımından birbirine denk görünüyordu(Ercan, 2002).
İki asker “Şah” ve “Allah” naralarıyla birbirlerine girdiler. Şah İsmail kendi idare ettiği hücumda
başarı sağladı. Yavuz’un sol cenahı artçı ordusuna kadar püskürtüldü. Fakat sağ kanada Beylerbeyi
Sinan Paşa, Ustaçlı-oğlu’nun düzenini bozmaya muvaffak oldu. Sinan Paşa’nın askeri saflarını
açacak yerde , düzenli şekilde toplara doğru çekilerek , zincirleri geçtiler. Bu hareket o kadar süratle
yapıldı ki, İranlılar birdenbire kendilerini topların önünde buldular. Topların önü açılır açılmaz Şah
İsmail safları arasına ölüm saçmaya başladılar. Bir an için savaş alanı ölülerle doldu. İlk ölenler
arasında Ustaç-oğlu’nun bulunuşu yenilgiyi tamamladı. Yavuz Selim bu tarafta üstün geldikten sonra
sol kanadın yenilgisini de onarması gerekiyordu. Subaylar, neferler Şah İsmail’in hızlı saldırışı
karşısında çekiliyorlardı. Padişah’ın emri üzerine yeniçeriler, arkasında siper almış oldukları
arabalardan kurulu seddi bozarak tüfek atmaya başladılar. Bu sırada Şah İsmail’in askeri gevşemeye
başladığı sırada Şah İsmail kolundan ve bacağından yaralanarak attan düştü. Bir Osmanlı süvarisi
elinde mızrağı ile Şah İsmail’in üzerine yürüdü, eğer Şah İsmail’in subaylarından birisi, kendisini feda
etmiş olmasaydı, Şah İsmail öldürülmüş olacaktı. Şahın yakınlarından Mirza Sultan Ali, Şah benim
diyerek askere doğru koştu ve esir edildi. Bu sırada Hızır adında birisi kendi canını tehlikeye sokarak
atını şah İsmail’e verdi. O savaşın kesin kaybedilmiş olduğunu görerek atını olanca hızıyla sürerek
savaş alanından kaçtı. Askerlerinden orada savaşmakta olanlarda ona uyarak kaçtıklarından savaş
alanı Osmanlı ordusuna kaldı(Hammer, 1990). Şah İsmail’in sevgilisi veya eşi Taçlı Hanım, Vidin
Sancak Bey’i Mesih Bey’in adamlarınca esir edilmiştir(Hammer, 1989).
İki taraf da Çaldıran’da çok kayıp vermiştir. Şah İsmail’in ordusundan 14 han, Yavuz
ordusundan da 10 sancak beyi savaş alanında hayata gözlerini yummuşlardır. Şah İsmail bütün gece
kaçarak ertesi günü şafak vakti Tebriz’e ulaştı, fakat kendisini başkentinde güven içinde göremediği
için Dergezen’e doğru çekilmeye devam etti(Hammer, 1989).
Ertesi günü sabah vakti Yavuz Selim, vezirlerinin ve askerlerinin resmi kutlamalarını kabul etti.
Daha ertesi günü padişah Tebriz üzerine yürüdü. Üç gün yüründükten sonra Tebriz’e ulaşıldı. Tebriz’e
girişin ertesi günü 6 Eylül 1514’te Sultan, Yakup Camii Kebir’ine giderek –hutbesi kendi adına okunan-
Cuma namazını eda etti. Bu güzel yapının tamirini emretti(a.g.e). Yavuz Selim, Tebriz’de 8-9 gün
kaldıktan sonra İstanbul’a dönüşünde Tebriz’de sanat erbabı, tüccar, şair gibi işe yarar bin haneyi
İstanbul’a getirdi. Bunların arasında Timur’un torunlarından Bediüzzaman da vardı(Uzunçarşılı, 1949).
Prof. Erol Güngör(1975)’e göre İstanbul’a gelenler arasında pek çok bilim ve düşünce adamı da
vardı. Bunlar Şah İsmail’in halkı kılıç zoruyla Şii yapma siyasetine karşı çıkıyorlar ve mezheplerini
değiştirmek istemiyorlardı. Hepsi İstanbul’da şereflerine uygun makamlara getirildiler.
Kış esnasında Yavuz Selim Amasya’da –İran Şahının kendisine kıymetli hediyeler getirmiş olanelçilerini
kabul etti. Elçiler Çaldıran Savaşı’nda sonra Padişah’ın eline esir düşmüş olan Şah’ın zevcesi
Sultan’ın hürriyetinin geri verilmesini rica etmekle görevli idiler. Yavuz onların isteklerini dinlemedi ve
elçileri tutuklattı. İkisi İstanbul’a ikisi de Dimetoka’ya gönderilerek orada hapse konuldular. Şah’ın eşi
olan Sultan da Taç-zade Cafer ile evlendirildi. Hammer’e göre, bu olaylarla milletlerarası hukuk
çiğnenmiştir. İslam Hukukuna göre de: Elçilere zeval yoktur. Yenilmiş olan asker İslam dininde
bulunduğuna göre, onun eşini üstün gelenin almasına da izin verilmemiştir(Hammer, 1990).
Çaldıran Savaşından önce Akkoyunlu devleti yıkıldığı için Diyarbakır Safevilerin eline geçmişti.
Çaldıran savaşından sonra Meşhur tarihçi İdris-i Bitlisi’nin aracılığıyla 25 kadar mahalli bey biraraya
gelerek Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler. Vaktiyle Akkoyunlu merkezi olan Diyarbakır böylece
Safevilerin elinden çıktı. Fakat Şah İsmail, Çaldıran’da ölen Ustaçoğlu Mehmet Han’ın kardeşi
Karahanı göndererek Diyarbakır’ı kuşattırdı. Halkın Yavuz Selim’den yardım istemesi üzerine
gönderilen Bıyıklı Mehmet Paşa ile Şadi Paşa komutasındaki kuvvetler gelince Karahan kaçtı ve
böylece Diyarbakır Osmanlı toprağı oldu ve Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır beylerbeyi olarak atandı
ve Karahan’ı takip etti. Mardin yakınlarındaki savaşta Karahan vuruldu ve başı kesilerek öldürüldü.
Böylece Güneydoğu Anadolu tamamen Osmanlı hakimiyeti altına girmiş oldu(Güngör, 1975).
Sonuç
Şah İsmail’in Anadolu’da kendisi için propaganda yaptırması ve zaman zaman buraya fiili
müdahalede bulunması, Yavuz Selim’in babasını tahtan indirerek yerine geçmesine ve ülkesinin
güvenliğini sağlayabilmek için Şah İsmail yanlılarına karşı çok sert ve acımasız tedbirler almasına
sebep olmuştur.
Yavuz Selim ile Şah İsmail arasındaki mücadele ve Çaldıran savaşı Anadolu’da Alevi-Sünni
ayrılığını derinleştirdi. Bundan sonra Anadolu’daki pek çok Alevi can güvenliği sebebiyle kent
merkezlerinden dağ başlarına çekilerek tecrit hayatı yaşadı, böylece pozitif bilgi ve dini bilgilerden
mahrum kaldılar. Daha çok geleneklere dayalı kulaktan dolma şifahi kültürle yetindiler. Bunda Erdebil
tekkesi ile Anadolu Alevilerinin ilişkilerinin kesilmiş olması da etkili olabilir. Gerçi başlangıçta bilim ve
tasavvuf eğitimi yapan bu tekkenin zamanla bunu önemsemeyip siyasete ağırlık vermesi sebebiyle
çökmüş olduğu söylenebilir.
Mehmet Kırkıncı(1990)’ya göre bu savaştan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasında kesin sınır
çizildi. Erdebil tarikatının Anadolu’da kalan mensupları, kendi dışındaki Müslümanların Ehl-i Beyt
sevgisinden mahrum oldukları şüphesine kapıldılar. Diğer gruplarla aradaki bu soğukluk zamanla
ihtilafa dönüştü.
Prof. Fuat Bozkurt(1993)’e göre Çaldıran Savaşının sonucu Osmanlı Devleti’nin başına büyük
sorunlar açmıştır. Bundan sonra Alevi veya Sünni bütün çiftçi halkın yaşadığı köyler ayaklanma
kaynağı olmuştur. Bundan tarikatçılar yararlanmış işşiz-güçsüz insanlar mezhep ayrılığı söz konu
olmadan ekmek parası bulabilecekleri ümidi ile isyancıların bayrağı altında toplanmışlardır. Bu durum
o dönemdeki Osmanlı ekonomisinin sanıldığı kadar güçlü olmadığını göstermektedir.
Anadolu’da yönetime yaklaştırılmayan fakir köylü Türkmenler ve tımarlarını kaybetmiş sipahiler,
ayaklanmalarını siyasal ve ekonomik sebeplere dayandırmayıp dinle(Alevilikle) açıklamışlar, Yavuz
Selim de buna karşı koyan hareketini dinsel bir temele(Sünniliğe) dayandırmıştır. Ayrıca her iki taraf
da hareketlerini meşrulaştırabilmek için bunu yapmışlardı. Çünkü dönemin referans çerçevesi sadece
dindi. O tarihlerde Türkmenlerinin ayaklanma ideolojilerini sosyalizm veya milliyetçiliğe dayandırmaları
beklenemezdi. Çünkü henüz bu ideolojiler doğmamıştı.
Burada bir garip tecelli dikkati çekmektedir. Çaldıran Savaşı sırasında Yavuz Selimle Şah İsmail
arasındaki mektuplaşmada Şah İsmail hep Türkçe yazarken, Yavuz selim yazdığı üç mektuptan ikisini
Farsça kaleme almıştı. Bugün ise Yavuz’un ülkesinde resmi dil Türkçe’dir. Buna karşılık Şah İsmail’in
ülkesi olan İran’da ise resmi dil Farsça olup orada yaşayan insanlar Farsça konuşup Farsça
yazmaktadırlar. Prof. Niyazi Öktem'(1995)e göre Anadolu Aleviliği Şah İsmail ile ortaya çıkmıştır.
İran’daki Şii mollalar için Şah İsmail(Hatai)’in hiçbir anlam taşımamaktadır.
Hammer, gerek Yavuz ve gerekse Şah İsmail’in elçilerini karşılıklı olarak öldürmelerini uluslar
arası hukukun çiğnenmesi olarak değerlendirmektedir. Bu galiba yanlış bir gelenek olarak günümüze
kadar ulaşmış olmalı ki, 20 ve 21. yüzyıl Türkiyesinde, “anayasayı bir defa çiğnemekle bir şey olmaz”
diyen cumhurbaşkanları ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin gizli oyla yapılmasını emreden yasaya
rağmen, bu seçimlerde oyunu açıktan kullanan Başbakanları görülebiliyoruz. Ayrıca hukuka uyulup
uyulmadığı konusunda Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki tartışmalara tanık olabiliyoruz.
Yine o dönemin dinsel inancına göre bir Müslüman’ın karısı diğer Müslüman’a cariye
yapılamamaktadır. Dönemin hukuk anlayışına göre de bunun aynı zamanda hukuka aykırı olması
gerekir. Buna rağmen Yavuz’un Şah İsmail’in karısını Taçzade Cafer’e cariye olarak vermesi,
Yavuz’un ya hukuka uygun davranmadığı ya da Şah İsmail’i Müslüman olarak kabul etmediği şeklinde
yorumlanabilir.
YENİÇERİ OCAĞI(14-19. Yüzyıllar)
Yeniçeri Ocağının Kuruluşu ve Gelişmesi
Osmanlıların Rumeli’yi ilk istilası sırasında fetihlerin devamının, sürekli ve muvazzaf bir ordu ile
mümkün olacağının anlaşılması ve Türklerden oluşan yaya kuvvetlerin yeterli olmaması ve bunların
bazı yolsuzluklara karışmaları göz önüne alınarak 1. Murat Bey zamanında Acemi Ocağı ve Yeniçeri
Ocağı adıyla Hıristiyan çocukların devşirilmesi suretiyle yeni bir askeri güç oluşturulmuştur. Yeniçeri
Ocağı Edirne’nin fethini takip eden günlerde(Uzunçarşılı, 1988) Anadolu Selçuklularındaki hassa
ordusu örnek alınarak Çandarlı Kara Halil Paşa’nın teklifi ve Molla Rüstem’in yardımıyla
kurulmuştur(Ünal, 1998).
Acemi oğlanlar ocağı, yeniçeri ocağına asker yetiştirmek üzere kurulmuştur. Seferlerde esir
alınan Hıristiyan gençleri belli bir eğitimden geçtikten sonra yeniçeri ocağına alınmaya başlanmıştır.
Anadolu’daki Türk çiftçi ailelerine verilip burada 3-8 yıl arasında kalıp Türkçe öğrenip Müslüman
olduktan sonra 1 akçe yevmiye ile Gelibolu Acemi Ocağına geçmeye başlamışlardır. Burada belli bir
eğitim alan acemiler daha sonra yeniçeri ocağına kaydedilirlerdi. İstanbul’un fethinden sonra burada
da bir acemi ocağı kurulmuştur(Ünal, 1998).
Acemi oğlanlar ocağını besleyen üç kaynak vardı. Birisi savaş esirlerinin beşte birisi, diğeri
devşirme yoluyla alınan Hıristiyan çocukları, bir diğeri ise kapıkulu mensuplarının çocukları yani kul
oğlanlarıdır. Devşirme memurları çocukları devşirirken o bölgenin kadısı, sipahisi ve köy kedhüdası vs.
hazır bulunurdu. Çocukların 14-18 yaşları arasında olanlar tercih edilirdi(Ünal, 1998). Ailenin tek
çocuğu olanlar, öksüz, yetim, çoban, kel, fodul, evli olanlarla Türkçe bilenler alınmazdı(Bozdemir,
1982). Kanun gereğince asil ailelerin çocukları tercih edilirdi. Yahudilerden devşirme alınmazdı(Ünal,
1998).
Yeniçerilik, Osmanlı ordusunun merkez kolunu oluşturan ve Türk askerliğini dış dünyaya
tanıtan; maaşlı, sürekli ve profesyonel bir ordudur. Bu niteliğiyle çağdaş orduların öncüsü ve habercisi
sayılabilir. Nitekim Yeniçerilik, bir çok Avrupa ordusuna örnek olmuştur. Başlıca özellikleri;
Osmanlıların egemenliği altındaki Hıristiyan halkların çocuklarından kurulan, ömür boyu bekar, aile ve
toplum bağlarından koparılmış, İslamlaştırılmış, sultanın kayıtsız şartsız emrinde olacak biçimde
yetiştirilmiş, seçkin bir askeri örgüttür. Bu örgüt, Osmanlı toplum ve devlet anlayışı üzerinde son
derece ciddi ve kalıcı etkiler bırakmıştır. Hatta ortadan kalktıktan sonra da onun simgelediği devlet ve
ordu anlayışının daha uzun süre yaşadığı söylenebilir(Bozdemir, 1982).
İlk olarak 1. Murad’ın Uç beylerini bağımsızlaştırarak yarı-feodal güç odakları oluşturmalarına
engel olmak için merkezi bir askeri güç kurmak istemesiyle başlatıldığı sanılan yeniçerilik yalnız
askere alma yöntemleriyle değil, aynı zamanda eğitimiyle de çağdaşlarından değişik bir askeri eğitim
uygulayarak dikkat çekmiştir. Bu askeri eğitim, eski Roma diktatörlerinin en sadık askeri olan
Preterienlerle günümüz robotlarını andıran bir savaşçı türünü yaratmaya yönelmiştir. Burada tam bir
meslek ordusu söz konusudur ve meslek ordularında görülen hizmetine girdiği otoriteye sonsuz itaat
olgusu burada en yüksek noktaya ulaşmıştır(Bozdemir, 1982).
Türklerin yerleşik düzene geçişle birlikte ortaya koydukları bir askeri örgüt olan yeniçerilik, eski
geleneklerinden bir ölçüde değişik bir nitelik taşımaktadır. Çünkü şimdiye kadar kendileri üstlenmiş
oldukları savaş işinin bir kısmını Yeniçerilerle birlikte başka halklardan topladıkları tutsaklara
gördürmeye başlayacaklardır. Burası son derece önemlidir. Devlet güvenliğini halk güçlerinin
katkısıyla sağlamak demek olan eski askerlik ve şimdiki sipahilik karşısında Yeniçerilik, toplumda
bütünüyle bağlarını koparmış, neredeyse toplum dışı bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Yalnızca toplum
dışı değil aynı zamanda toplumüstü bir varlık olarak, sipahilere oranla devlet ve toplum gözünde
onlardan daha üstün bir prestij kazanmıştır. Çünkü Neredeyse kutsal bir dokunulmazlıkla korunarak
devletin kilit noktasında bir konumda yer almıştır. Yabancı bir gözlemci, Jean Thevenot, “Yeniçeriye el
kaldıran birini ölümden kurtaracak zenginlik dünyada yoktur” demektedir(Bozdemir, 1982).
Seçilen Hıristiyan çocukları özel bir eğitimden geçirilerek kendi halk ve ailelerine bütünüyle
yabancı bir ideolojinin ve kişinin(sultan) hizmetine verilmektedir. Sonunda çarpıcı bir görünümle
karşılaşmaktayız: Balkanlardan toplanmış Hıristiyan ailelerin çocukları dönüp halklarına, belki de kendi
ailelerine karşı Türklerden daha gözü pek bir savaşkanlıkla saldırmakta, hatta Sultanı Türklere karşı
bile koruyacak ve Sultandan çok sultancı bir bağlılığın örneklerini vermişlerdir. Fakat henüz milliyetçilik
dalgasının kavrayıcı bir biçimde yayılmadığı, güvensizlik, karışıklık içindeki Avrupa’da Osmanlıların
bazen kurtarıcı ve geçim kapısı olarak da gördükleri olurdu. Onun için onların her zaman devşirmeyi
bir çeşit “kan vergisi” ve Osmanlıları zalim ve çocuk hırsızı görmediklerinin örnekleri vardır. Zamanla
yeniçerilik öylesine çekici bir iş olacaktır ki, pek çok Hıristiyan genci Büyük sultanın hizmetine
girebilmeyi bir düş gibi görecektir(Bozdemir, 1982).
Yeniçeri ocağının bayrağı ve müziği vardı. Yeniçeriler başlarına börk adı verilen beyaz keçeden
başlık giyerlerdi; börkün arkasında yatırtma denilen ve omuza kadar inen parça, yeniçerilerin ensesini
ve kısmen sırtını örterdi. Yeniçeriler börklerini eğri ve zabitleri ise düz giyerlerdi.(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçerilik Hıristiyan halklar için bir çeşit toplumsal yükselme olanağı yaratırken Türklerden,
bazıları çocuklarını Hıristiyan göstererek Sultanın ayrıcalıklı kulları arasına sızmaya çalışmışlardır. Bu
da gösteriyor ki artık Yeniçerilik Kurumu Türklerin Orta Asya geleneklerine bir anlamda kopukluk
getirmiştir. Eskiden Türklerin tekelinde olan savaşçılık mesleği bu kurumla yabancılara geçmiştir.
Üstelik sadece ordu ile sınırlı tutulmadığından devlet görevlerine yükselme olanaklarından yararlanır
olmuşlar hatta siyasal piramidin en yüksek zirvesine kadar yükselebilmişlerdir. Osmanlı Devletinde 3
Hırvat, 2 Rum, 2 ermeni 2 Arnavut, 1 Rus, 1 Macar ve 1 İtalyan sadrazam olarak görev
yapmıştır(Bozdemir, 1982).
1560 yılından sonra İstanbul dışında sancaklarda da yeniçeri garnizonları kuruldu. Böylece
kapıkulu ordusunun nüfuz ve etkisi Anadolu’ya da yayılmış oldu. Öte yandan yeniçeriler başkentteki
iktidarı tayin eden en başta gelen unsurdu. Fatih’in ölümünden sonra II. Beyazıt’ın tahta geçmesinde
önemli rol oynadılar ve kullardan başkasını devlet yönetimine getirmeme konusunda ondan söz aldılar.
Yavuz’un başa geçmesini de yeniçeriler sağladı. Başlangıçta şartlar Yavuz’un tamamen aleyhinde
görünürken yeniçerilerin ısrarı sonucu tayin etti(Ünal, 1998).
Bu ayrıcalıklar giderek yeniçerileri devlet içinde en etkin topluluk konumuna yükseltmiş ve saray
içinde güç dengelerinde karar merkezi durumuna getirmiştir. Öyle ki, ortadan kaldırılmaları gereği
anlaşıldığında bunun gerçekleşmesi için ayaklanmalar, sultan değişiklikleri vb. ciddi devlet sorunları
yaratmışlardır(Bozdemir, 1982).
Bazı kaynaklarda yeniçeri ocağını bizzat Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu belirtilse de bu doğru
değildir. Çünkü Hacı Bektaş Veli 1270-71 yıllarında ölmüştür. Yeniçeri Ocağı ise 1363’te
kurulmuştur(Noyan, 1998).
Ocağa alınan bireylerin adları, künyesi ve şekilleri ile yevmiye miktarları, Miktar-ı kütük denilen
ana deftere kaydolunur, bu suretle ocağa gelişi güzel adam alınmazdı(Uzunçarşılı, 1988).
Askerlik sürekli olduğundan ocak bireyleri ilk dönemlerde bekar idiler. Onun için bunlara özel
odalar yaptırılmıştı. Her yeniçeri odasının yani bölüğünün orta bireylerine mahsus oda denilen koğuşu
ve daireleri vardı. İlk yeniçeri odaları, Edirne’de bulunuyordu(Uzunçarşılı, 1988).
Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı olan Yeniçeri Ocağı bireyleri savaşlarda hükümdarın
bulunduğu merkez konumda bulunurdu. Savaş zamanında hükümdar bunların arkasında ve ortasında
at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın çevresinde bulunup onu
korurlardı(Uzunçarşılı, 1947).
Yeniçerilikte Askeri Eğitim ve Zabitler
Yeniçeri askeri eğitimin temelleri, eski Türk geleneğinden alınmıştır. Öyle ki, Ortaasya’dan gelen
kazan ve ocak gelenekleri Yeniçeriliğin terminolojini oluşturmaktadır. Askeri rütbeler bile mutfak
sözcüğünden alınmıştır. Tek örgütsel yenilik, eskiden daha çok atlı askerlik egemen iken Yeniçerilerle
birlikte piyade savaşçıların orduda yerlerini almasıdır(Bozdemir, 1982).
Yeniçeriler sıkı bir eğitim görürlerdi. Ok, yay, kılıç, balta ve gürz gibi çağın silahlarını en iyi
şekilde kullanırlardı. XV. Yüzyılın ortalarından itibaren tüfek de kullanmaya başladılar. Bu konuda II.
Beyazıt büyük gayret gösterdi ve yeniçerileri ateşli silahlarla donattı. Yeniçeriler piyade olarak
savaşırlar ve savaş sırasında merkezde, padişahın yanında bulunurlardı. Padişah sefere gitmeyip
veziriazam veya vezirlerin birisi sefere gönderildiğinde yeniçerilerin bir kısmı buna katılırdı(Ünal,
1998).Cephede kendilerine siper kazmak için cebeci ocağı tarafından kazma ve kürek
verilirdi(Uzunçarşılı, 1988).
İlk kurulduğu sırada 1000 kişilik bir kuvvet olan yeniçeriler 100″er kişilik birliklere ayrılmış ve bu
birliklere yayabaşı denilen subaylar atanmıştır. Bu durumda ocak ilk kurulduğunda 10 ortadan(bölük)
ibaretti. Daha sonra cemaat de denilen bu yaya bölüklerinin sayısı 101’e çıkmıştır(Ünal, 1998).
I. Murat zamanında sekban bölükleri teşkil olunmuştur. Fatih devrine kadar yeniçeri ocağından
ayrı bir teşkilata sahip olan sekbanlar 1451’den sonra ocağın cemaat ortalarına dahil edilmişlerdir.
Sekbanların komutanına sekbanbaşı deniliyordu. Sekbanların asıl görevi av için tazılar beslemek,
padişah ava gittiğinde ona eşlik etmekti. Çoğunlukla yaya olan sekbanların bir kısmı da süvari idi(Ünal,
1998).
XV. asrın sonlarında ise bölükler ve ağa bölükleri ihdas edilmiştir. Her bölükte 50 kişi mevcut
olup toplam 61 orta teşkil edilmişti. Bölüklüler denen bu zümrenin kumandanı Baş Bölükbaşı idi.
Böylece 101 cemaat, 34 sekban ve 61 ağa bölükleri olmak üzere toplam yeniçeri orta ve bölüklerinin
sayısı 196 idi(Ünal, 1998).
Yeniçeri komutanına yeniçeri ağası denirdi, protokolda sadrazamın da önünde bulunan yeniçeri
ağası, arza ondan önce girerdi. Çünkü yeniçeri sadrazama değil doğrudan padişaha bağlıydı. 1451’e
kadar ocaktan yetişenler arasından çıkan yeniçeri ağaları sonraları sekbanbaşılardan tayin edilmeye
başlandı. XVI. ve XVII. yüzyıllardan sonra yeniçeri ağalarının bir çoğu sonradan sadrazam
olmuştur(Ünal, 1998).
Yeniçeri ağasından sonra seksanbaşı ocağın en büyük subayı idi. Üçüncü büyük amir ise kul
kethüdası idi. Onu zağarcıbaşı, seksoncubaşı, turnacıbaşı ve 4 adet hasekiler takip ediyordu. Yeniçeri
taburlarına orta denirdi. Binbaşı rütbesindeki ortaların komutanına ise çorbacı denilirdi. Bundan
başka kethüda odası, vekil harç ve bayraktar denilen subaylar vardı(Ünal, 1998).
Yeniçerilerin Diğer Görevleri
Yeniçeriler savaş zamanları dışında çeşitli koruma görevleri yaparlardı. Başta İstanbul olmak
üzere şehir ve kalelerdeki yeniçeriler, bulundukları yeri korumakla görevli idiler. Ayrıca yangın
söndürme, emniyeti sağlama görevleri vardı(İpşirli, 1998).
Yeniçeriler İstanbul’da bulundukları zaman içtima günlerinde nöbetle divan-ı Hümayun
muhafızlığı yaparlar. Yeniçerilerin kalelerdeki muhafızlıkları üç sene sürer ve bu görevleri sırasında
maaşları dışında yevmiye de verilir(Uzunçarşılı, 1988).
Kapıkullarının hakimiyeti sadece başkentle sınırlı kalmadı. Vergi toplamak ve devlet işlerini
yürütmek gibi görevlerle memleketin dört bir yanına yayılarak eyaletlerde çiftlikler kurdular ve sürüler
beslediler. Vergiden muaf olduklarından ticarete başladılar. Zamanla eyaletlerdeki gelir kaynaklarına
da el attılar ve iltizam işleriyle uğraşmaya başladılar. XVII. Yüzyılda taşradaki yeniçerilerin zulmünden
bıkan halk, onlara karşı yer yer isyan ettiler. Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa(1623-28)
yakaladığı yeniçeriyi öldürttü(Ünal, 1998).
Yeniçerilerin Oda Kıdemleri ve Terfileri
Yeniçeriler; yeteneklerine ve savaşta gösterecekleri gayrete göre terfi ederlerdi. Zamanla
yeniçeri ağalığına ve hatta devlet kademelerinde sadrazamlığa kadar yükselebilirlerdi.
Yılda bir elbise ve üç ayda bir yevmiye hesabı üzerinden ulufe denilen maaş alan yeniçeriler,
kapıkulu ordusunun en itibarlı birlikleri arasında idi. Padişahın kendisi de 1 numaralı yeniçeri idi(Ünal,
1998). Yeniçeri yaşlanınca emekli olurdu. Öldüğünde evli olup çocukları varsa onlara büyüyünceye
kadar yetim maaşı verilir ve sonra ocağa alınırdı. Bir organını kaybeden yeniçeri rütbesi ne olursa
olsun iki kat maaş alırdı(Uzunçarşılı, 1988).
Daha önce hiç evlenmeyen yeniçerilerin sadece yaşlılarına Yavuz selim zamanında
evlenmelerine izin verildi. Fakat bu zamanla gençlere de yayıldı. Kuloğlu denilen yeniçeri çocukları
doğrudan Acemi Ocağına alınmış ve kendilerine ulufe bağlanmıştır. Ölen yeniçerinin malları orta
sandığı veya kara sandık denilen yere alınır. Bunun gelirleri ocağın ihtiyaçlarına sarfedilirdi. Varisleri
varsa malları ona da intikal edebilirdi(Uzunçarşılı, 1988).
Ortak kaderi paylaşan yeniçeriler arasında güçlü bir dayanışma vardı. Nitekim padişahın kendisi
de 1 numaralı yeniçeri olmasından dolayı o yeniçerileri, yeniçeriler de onu korurlardı. Yeniçeriler
arasında disiplin hakim iken bütün varlıklarıyla padişaha bağlı idiler; hükümdarı, kendi velinimetleri
bilirler, padişah da onlara kulum diye hitap ederdi. Harp esnasında padişahı korumayı kendileri için en
büyük görev ve şeref bilirlerdi. Ayrıca yeniçeriler, özürlü arkadaşlarına kendi aralarında para da
toplarlardı(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeriliğin Bektaşilikle İlgisi
Osmanlıların ilk zamanlarında Edebali, Ahi Hasan, Candarlı Kara Halil, Şeyh Mahmut gibi
nüfuzlu Ahi tarikatı mensupları Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda çok önemli rol
oynamışlardır(Uzunçarşılı, 1984). Osman Gazi kılıcını Ahi usulüne göre kuşanmış ve Orhan Gazi ise
Ahiliğin önemli bir savunucusu olmuştur(Akgündüz, 1999). I. Murat’ın da bizzat Ahi reisi olduğu
gözönüne alındığında Osmanlı Devleti’nin Ahilik üzerine kurulduğu açık bir şekilde
görülmektedir(Uzunçarşılı, 1949).
Yaklaşık 15. Yüzyılın ilk yarısı içinde genel adı Babai olan tarikatın asıl adını bırakarak Babai
Şeyhlerindean Hacı Bektaş Veli’nin adını alıp Bektaşilik adı altında yayılmaya başlarken, Ahilik artık
eski gücünü kaybetmiş bulunuyordu. Başlangıcı Ahilik üzerine kurulan yeniçeri ocağı bir süre sonra
Bektaşiliğe tabi olmuştur(Uzunçarşılı, 1988).
Prof. Fut Bozkurt(1993)’a göre Osmanlının Bektaşiliği seçmesi Şeyh Edebali ile olan ilişkisine
dayanır. Şeyh Edebali Eskişehirde tekkesi bulunan bir dervişti. Osman Bey, Şeyh Edebali’nin kızı ile
evlenmiştir. Edebali hem Ahilerin şeyhi hem de Baba İlyas’ın halifesi idi. Böylece Osmanlı Ahilerin
etkinliğinden yararlanmıştı. Ahiler ise Hacı Bektaş tekkesiyle sıkı bağlantı içinde idiler, Böylece hem
Ahi Ocağının hem de Hacı Bektaş Tekkesinin desteğini sağladı.
Yeniçeriliğin Bektaşilikle ilgileri ocaklarının kapatılmasına kadar sürmüştür. Bunların ocaklarına
Ocağ-ı Bektaşiyan; kendilerine de Taife-i Bektaşiye, Güruh’u Bektaşiye, ocaktaki terfi derecelerine
göre silsile-i Tarik-ı Bektaşiyan gibi tabirler kullanılırdı(Uzunçarşılı, 1988).
Her ne kadar Hacı Bektaş Veli ile Orhan Gazi aynı dönemlerde yaşamamış olsalar da ocağın
kuruluşu ile ilgili şöyle bir rivayet anlatılmaktadır: “Bektaşilikle yakından ilgilenen ve onlara sempati
duyan Orhan Gazi, devşirme çocuklardan kurulu orduya kutsal bir özellik vermek için bunlardan bir
grubu alarak Sulucakarahöyük’e götürdü ve Hacı Bektaşi Veli’den haklarında dua ve niyaz etmesini
istemiştir. Hacı Bektaş Veli, çocuklardan birisinin başına elini koyarak “Bunların adı yeniçeri olsun,
Cenab-ı Hakk. Yüzlerini ak, kılıçlarını keskin eylesin”, diye dua etti. Daha sonra Hacı Bektaş pir
evinden kutsal bir kazan alındı ve yeniçeri ocağına götürüldü, bu kazan sonraki yıllarda yeniçerilerin
çeşitli haksızlıklara tepki olarak kaldırdıkları kazandır(Noyan, 1998).
Yeniçeri duası şöyledir: ” Allah Allah illallah, baş üryan, sine püryandır. Kulluğumuz padişaha
ayan; üçler, beyler, yediler, kırklar, gülbang-ı Muhammed-i Nur-i Nebi, kerem-i Ali pirimiz, sultanımız
Hacı Bektaş Veli demine devranına Hu, diyelim, Hu…”(Noyan, 1998).
Hacı Bektaş Dergahında bulunan baba ölünce, yerine geçen yeni baba İstanbul’a gelir, bu
babayı Bektaşi ocağına bağlı olan yeniçeriler karşılayarak bir alay meydana getirirler ve ona ağa
kapısına götürürlerdi. Yeniçeriler Ağası 12 dilimli tacı yeni babanın başına geçirirdi. Buradan da alay,
babayı Bab-ı Ali’ye götürürdü(Şener, 1989).
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Bektaşi tarikatı yasaklanmıştır. 60 yıldan önceki
yapılmış tekkeler dışındaki bütün tekkeler yıkıldı ve Bektaşi ileri gelenlerinden birkaçı idam, bazıları
ise Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgün edildiler. Bektaşilik yönetim çarkının dışına itildi, inanç töre ve
eski hoşgörü kalkmıştı (Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeri Ocağının Bozulması
Yeniçeri ocağı kuruluşundan itibaren 16. Yüzyılın son yarısına kadar aşama aşama gelişerek
olgunlaşmış ve bu asrın ortalarında bütün örgütü ile tam ve olgun bir hale gelmiştir. Ocağın düzeninin
bozulmasında birinci derecede güçlü elin ocak üzerinden kalkması; iltimas, iltizam ve himaye ile
yeniçeri ocağına kanun dışı adam alınması ve bir de makam ve mevki hırsı ve can kaygısıyla vezir
ağalarının kendi arzularına hizmet etmek üzere ocağı isyan için tahrik etmeleri bir sebep
olmuştur(Uzunçarşılı, 1988).
Tarihte görülen ilk yeniçeri hareketi 1444 senesinde Edirne’de olmuş ayaklanıp II. Murat’ı
hükümdar yapmışlardır(Uzunçarşılı, 1988).Yeniçerilerin ilk isyanları Fatih zamanına kadar uzanır. Bu
isyanın sebebi, padişah ile sadrazam arasındaki nüfuz mücadelesi idi. Fakat genç padişah bu isyanı
bastırdığı gibi Çandarlı Halil Paşayı bertaraf ettikten sonra kapıkulu ordusunu, devleti genişletmek ve
merkezileştirmek için etkili bir şekilde kullandı. XV. ve XVI. Yüzyılda genellikle dirayetli padişahlar
tahta geçtiğinden yeniçeriler isyan edemediler(Ünal, 1998).
Çaldıran seferine giderken yeniçerilerin vükela’nın ocağı tahrik ederek geri dönmek üzere
ayaklanmaları ve padişahın otağına kurşun atacak kadar ileri gittikleri görülmüştür. Ayrıca devleti idare
eden vezirlerin durumlarını güçlendirmek için ocakları tahrik ettikleri 16. Yüzyılın son yarısından
itibaren adeta bir silsile halinde devam etmiştir(Uzunçarşılı, 1988).
Kanuni’den sonra padişahların yeniçerilerin başında savaşa katılmamaları yeniçeri ocağında
disiplinin bozulmasına ve bu ocağın zayıflamasına yol açmıştır. Nitekim padişahı korumakla görevli
yeniçeriler Haçova meydan muharebesinde padişahı yalnız bırakmışlardı(Uzunçarşılı, 1988).
17. yüzyılda yeniçeri ocağı ile saray arasında çeşitli ihtilaflar ortaya çıktı. İlk ıslahatçı padişah
olarak bilinen Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesi bu ihtilafların sonuçlarından birisi idi.
Yeniçeriler 17. Yüzyılda büyük bir güç oluşturarak istemedikleri padişahları, sadrazamları tahtan
indirebiliyorlardı. Yeniçerilerin kazan kaldırması uzun bir dönem boyunca yönetim için en tehlikeli
olaylardan birisi idi(Şener, 1989).
I. Murat zamanında konulan mutlak itaat usulü, Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar
devam etti ve bu dönem içinde ocakların kanunları kontrol altında tutulduğu için yolsuzluğa meydan
verilmemiştir. Ocağın disiplinin bozulması III. Murat zamanında başlar. Bu dönemde yeniçeriler
arasında esnaf olanlar ve evlenenler görülmeye başlamıştır. Bunların esnaflıktan yasaklanmaları için
bir taraftan kanunlar çıkarılırken diğer taraftan III. Murat bu kanuna aykırı olarak dışarıdan bazı
sanatkarların yeniçeri olmasını idare ediyordu(Uzunçarşılı, 1988).
Bundan başka rüşvet ve iltimasla genç ve dinç bir takım kişiler korucu yapılmaya başlanmış ve
hatta II. Selim zamanında başlayan bu yolsuzluktan dolayı yeniçeriler hükümdara şikayette
bulunmuşlardı(Uzunçarşılı, 1988).
Asker sınıfı dışından halk ve köylülerden adam alınması, vergi ve rüsumdan muaf tutulmak
amacıyla yeniçeri olmak isteyenleri, bazı zabitlerin rüşvetle yeniçeri kaydetmeleri ve ölen yeniçerilerin
isimlerinin bildirilmeyerek hazineden onların adına maaşlarının alınması gibi sebeplerle yeniçeri ocağı,
bozulmuştu. 1768 Rus savaşından sonra artık iyice bozulan yeniçeri ocağının Halil Hamit Paşa
zamanında düzeltilmesine dair bazı girişimler olmuşsa da bu gerçekleşememiştir(Uzunçarşılı, 1988).
1787’de Rusya ve onun müttefiki olan Avusturya’ya açılan savaşın 5 sene sürmesi zaten bozuk
olan ocağa önemli bir darbe daha vurmuştu. Yeniçeri ocağında savaşa gitmeyip efendilerine hizmet
edenler bol yevmiye alırken düşman karşısında savaşan yeniçeri az yevmiye alıyordu. İsmen mevcut
olan fakat cismen mevcut olmayan bu insanlar maaşlarına düzenli olarak alıyorlardı. Bu yolsuzlukların
önüne geçilmek istendiğinde de çıkarlarına zarar gelecek olan ocak ağaları tahriklerle kanlı olaylara
sebep oluyorlar ve yeniçeri ocağının düzeltilmesine kimse cesaret edemiyordu(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçerilerin artık işe yaramayacaklarını ve ıslah edilemeyeceklerini kesin olarak anlayan III.
Mustafa olmuştur. Disiplin iyice bozulmuştu yeniçeriler sokaklarda nara atarak yürüyen bir serseriden
başka bir şey değildi. Bunu bilen padişah yeni bir askeri teşkilata ihtiyaç duyulduğu için eğitimli bir
asker kurmuştu. Bu durumdan yeniçeriler hiç memnun değillerdi. Bununla beraber II. Selim
Anadolu’nun bazı yerlerinde Nizam-ı Cedid adıyla bir ordu kurmuştu. Fakat bir darbe ile II. Selim
öldürülüp Nizam-ı Cedid dağıtılmıştı. Yine II. Mahmut’un cülusu ve Alemdarın sadrazamlığı sırasında
Sekban-ı Cedid adıyla yeniçerilerden ayrı eğitimli bir asker ocağı oluşturulmuştu. Bu da Alemdarın
ölümü ile kaldırıldı. İşte iki defa oluşturulan eğitimli asker kanlı olaylarla kaldırılınca yeniçeriler iyice
şımarmışlar ve 18 sene süren bu devirde her dediklerini yaptırmışlar ve her işe müdahale
etmişlerdi(Uzunçarşılı, 1988).
II. Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra iyice şımaran yeniçeriler IV. Murat’ın
işleri eline almasına kadar hükümet işlerine de müdahale ederek ne istedilerse yaptılar ve yaptırdılar;
sarayı basıp II. Osman’ın yerine akıl hastası Mustafa’yı ikinci defa hükümdar yaptılar, sonra onu indirip
IV. Murat’ı geçirdiler. Bu durum ocağın ne derece bozulduğunu gösterdiğinden güçlü bir icraat ile
bunun önüne geçilebilirdi. IV. Murat bizzat takip ederek kapıkulu ocaklarına göz açtırmadı, küçük bir
harekete ağır ceza uyguladı, onun zamanında Kara Mustafa’nın himmetiyle hem asker mevcudu
makul şekle indirildi hem de para ayarı düzeltildi(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeri Ocağının Kapanması
II. Mahmut zeki bir devlet adamı idi ve tarihten gerekli dersleri almıştı. Hemen bu örgütü
kaldırmayı denemedi ve 17 yıl bekledi. Önce askerlerini ocağından seçerek ve Şeyhül İslam Tahir
Efendi’den kapatma fetvasını alarak Mayıs 1825’te Eşkinci Ocağı denilen eğitimli ve düzenli bir
ordunun çekirdeğini oluşturdu. Artık yeniçeriler bütün propagandalarına rağmen ulema da dahil bütün
destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu arada başta yeniçeri ağası Celalettin Ağa olmak üzere kendi
ağalarının çoğunluğu da padişahın yakın adamları ve Nizam-ı Cedid’in taraftarları idiler. Gönüllü
yeniçerilerden oluşan bu askerler eğitime başlayınca yeniçeriler adetleri üzerine kazan kaldırıp isyan
ettiler(Akgündüz, 1994).
Artık her istediğini yaptıran yeniçeriler; ocağın kapanmasına kadar kadın ve erkeklere
saldırmak, birbirleriyle mücadele etmek, haraç kesmek, meyhanelerde rezalet çıkarmak gibi
hareketlerde bulunmuşlardır. Bunlardan korkulduğu için de kimse sesini çıkaramamıştır. Yalnız II.
Mahmut metanetini bozmayarak ocağı kapatmak için hazırlanıyordu. Padişah ocakta kendisine sadık
kalacak adam arıyordu. Bundan dolayı da sık sık ağaları değiştiriyordu. II. Mahmut’un seçtiği ocak
ağalarından Ruscuklu Hüseyin Ağa idi. Hüseyin Ağa işe ocak ustalarından başlamış, ocakta ileri
gelenleri temizlemişti. Daha sonra suikasta kurban gitmemesi için Hüseyin Ağa görevden
alınmıştı(Uzunçarşılı, 1988).
Yeniçeri Ağasına suikast düzenlemek için 1826 Haziranında toplanan yeniçeriler, ağayı
bulamayınca ağa kapısını yağmalayıp et meydanında toplanmaya başladılar. 1000 kadar yeniçeri
sadrazamın hazinesini yağmaladılar. Bunun üzerine sadrazam saraya gitmiş, durumu padişaha anlatıp
çevreye haberler yollanarak adam toplanmıştır. Sultan Mahmut Sancağı Şerifi sadrazama verdi.
İstanbul’un Eyüp, Üsküdar, Galata taraflarına tellallar gönderilerek ehl-i İslam olanlar Sancağı Şerif
altında toplansınlar, diye halk saraya davet edildi. Bu sırada 3 bin kadar medrese öğrencisi ve halk
sarayın önünde toplandı. Yeniçeriler halkın toplanmasına engel olamıyorlardı. Halka silah dağıtıldı,
halk yeniçerilere saldırıp onları mağlup etti ve yakalanan yeniçeri başı idam edildi(Uzunçarşılı, 1988).
Daha sonra yeniçeri kışlaları topa tutulmuş ve birkaç saat içinde bütün kışlaları yerle bir
edilmiştir(Bozkurt, 1993). Tarihte bu olay, Vakay-i Hayriye olarak adlandırılmıştır. Yeniçerilerin 4-5
saat içinde dağıtılması herkesi hayret içinde bırakmıştır(Uzunçarşılı, 1988).
Sonuç
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı Devletinde muvazzaf bir ordu oluşturmak maksadıyla I. Murat Bey
zamanında Hıristiyan çocuklar devşirilmek suretiyle Edirne’nin fethinden hemen sonra Çandarlı Kara
Halil Paşa’nın desteğiyle kuruldu. Yeniçerilik bir çok Avrupa ordusuna örnek olmuştur. Bu örgüt,
Osmanlı toplum ve devlet anlayışı üzerinde kalıcı etkiler bırakmıştır.
Yeniçeriler, Osmanlı Devleti’nin güçlü bir devlet olmasında ve devlet otoritesinin kurulmasında
önemli görevler üstlenmişlerdir. Fakat devletin çöküşüne paralel olarak onlar da bozulmuş üzerlerine
düşen görevleri yapmamışlardır. Bundan başka siyasete karışarak padişah ve sadrazamları görevden
almak ve onları göreve getirmek gibi kendileriyle ilgili olmayan konularla uğraşmışlardır. Sonunda
varlıkları devlet için bir problem haline gelmiş ve her kurum gibi fonksiyonlarını yitirdiği için
kapatılmıştır.
Hacı Bektaş dergahındaki baba ölünce yeni baba İstanbul’a gelir, bunu Bektaşi ocağına bağlı
olan Yeniçeriler bir alay meydana getirerek bir tören düzenlerlerdi. Yeniçeriliğin kaldırılması ile Bektaşi
tarikatı yasaklanmış, Bektaşi tekkelerinin bir kısmı yakılmış bazı üyeleri idam edilmiş, bazıları da
Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgün edilmiştir. Bunun sonunda Bektaşi töresi bozulmuştur.
GENEL SONUÇ
Bu araştırmada Aleviliği oluşturan tarihsel ve sosyal olaylara bir bütün olarak bakılmaya
çalışılmıştır. Amaç, tarihi yargılamak değil yapılan hataların farkında olmak ve bunlardan gerekli
dersleri çıkarabilmektir. Zaten sosyoloji biliminin amaçlarından birisi de budur. Ayrıca sonuçta bir
ölçüde de olsa tarih felsefesi yapılmaya çalışılmıştır. Tarihin olguları incelemesine karşılık tarih
felsefesi, olması gerekenler üzerinde de durur. Yani olaylar başka türlü olsalardı nasıl bir sonuç
çıkabilirdi? vb.
İslam tarihinde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki halifelik mücadelesi, Mekke’de İslam öncesindeki
Haşimi-Emevi çatışmasına bir çeşit dönüş idi. Emevi sülalesinden olan Halife Osman’ın valiliklere ve
devletin çeşitli kademelerine kendi akrabalarını getirmesi bu çatışmanın yeniden alevlenmesine ve
ölümünden sonra da iyice gün ışığına çıkmasına yol açmıştır. Sonra Hz. Ali’nin halife olmasını
Muaviye kabul etmediği için ikisi arasında Sıffın Savaşı yapılmış ve tam Hz. Ali’nin galip geleceği
sırada Muaviye bir hile düşünerek askerlerin kılıçlarına Kur’an sayfalarını taktırmıştır. Hz. Ali
taraftarlarından bazıları, biz Kur’ana kılıç çekmeyiz, diyerek savaştan vazgeçmişler ve halifelik işi
hakeme bırakılmış bu da bir çözüm getirememiştir. Hz. Ali’nin ölümünden sonra halifeliği Muaviye ele
geçirdi, onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Yezid’in askerleri Hz. Hüseyin’i Kerbela’da şehit
etmişlerdir. İşte bu olaylar Alevi-Sünni zıtlığının tarihsel temellerini oluşturmuştur.
Hz. Muhammed’in sağlığında Müslümanlar arasında bu dini anlama ve yorumlamada pek fazla
bir farklılık yoktu. Başlangıçta tamamen siyasal sebeplere dayanan Ali ve Muaviye taraftarlığı zamanla
dinsel anlayışta da kendisini göstermiştir.
Anadolu’daki Alevi-Sünni farklılaşmasının tarihsel temelleri ise Anadolu Selçuklular dönemindeki
Babai ayaklanması, Osmanlılar dönemindeki Şeyh Bedrettin, Şah Kulu isyanları ile Yavuz Selim-Şah
İsmail arasındaki mücadele ve Çald
ŞAH KULU İSYANI(1511)
1402 yılında Timur tarafından parçalanan Osmanlı İmparatorluğu Çelebi Sultan Mehmet’in
gayreti ile yeniden toparlandı ise de Osmanlı Devleti’nin batıdaki faaliyetleri gerilemişti. Fatih Sultan
Mehmet zamanında Osmanlı Devleti yeniden eski gücüne kavuştu ve Doğu’da Akkoyunlu Devleti’ni
kendisi için zararsız hale getirdi(Tansel, 1966).
II. Beyazıt haçlı seferlerine son vermek amacıyla babasının deniz gücünü kurma çabasını
hızlandırmış, Akdeniz’de deniz gücü üstünlüğünü eline geçirmek istemiştir. Ayrıca İmparatorluğun
ekonomik gelişmesini teşvik etmiş bu sebeple İtalyan kent devletleriyle karlı ticaret ilişkilerine
girişmiştir. Bir de 15. yüzyılda İspanya’dan kovulan Yahudileri Osmanlı topraklarına kabul
etmiştir(Sander, 1999).
II. Beyazıt’ın Macar ve Venediklilerle uğraştığı sırada doğuda Osmanlı Devleti için yeni bir
tehlike olan Safevi devleti kuruldu. Bu Timur ve Uzun Hasan’dan çok daha farklı idi. Bu devlet sadece
maddi güce dayanmıyor fakat aynı zamanda manevi bir kuvvete de sahipti. Bir çok meziyetleri
şahsında toplayan ve Türk soyundan gelen, Safevi tarikatının başına geçen İsmail, müfrit Şii Türk
ailelerine dayanarak İran’da Sasaniler’den sonra kaybolmuş olan siyasal birliği kurmuş ve Şiiliği devlet
dini olarak kabul etmişti. İsmail sadece bedenen değil aynı zamanda ruhani reis sıfatıyla tarikatın
başında bir mürşit idi(Tansel, 1966). Ayrıca Prof. Erol Güngör(1975)’e göre Safeviler zamanında İran,
kılıç zoruyla Şii yapılmaya başlanmıştı.
II. Beyazıt’ın Şehzade Selim, Şehzade Ahmet ve Şehzade Korkut olmak üzere üç oğlu vardı.
Şehzade Selim, babasının devleti yönetmesinden memnun olmadığı için babasına karşı isyan etmişti,
Vezir-i azamlar, eğer bu isyan bastırılmazsa Beyazıt’ın diğer oğullarının da bunu örnek alacaklarını,
padişaha söylüyorlardı(Hammer, 1989).
II. Beyazıt, Selim hakkında hiddet göstermeden önce etkili ihtarlarda bulunmak üzere Molla
Nurettin Sarıgürz’ü Selim’e gönderdi, fakat bir faydası olmadı. Bunun üzerine Beyazıt vezirlerinin
ısrarlı baskılarına dayanarak Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’yı 1500 kişi ile asi şehzadenin üzerine
gönderdi. Beyazıt’ın bundan maksadı Selim’i korkutmaktı. Hasan Paşa Selim’e, babasının hayatta
olduğu müddetçe padişahlığı Şehzade Ahmet’e devretmeyeceğini söyleyerek bu defalık olsun baba ile
oğul arasındaki bir cenge engel oldu. Bu arada Selim’in Rumeli’deki sancak isteği kabul
edildi(Hammer, 1989).
Bu sırada Şehzade Korkut, Saruhan eyaletini zaptetti. Şehzade Selim ise Edirne’ye girdi ve
sonra buradan çıkıp İstanbul’a doğru ilerledi. Ali Paşa’nın telkinleri sonunda II. Beyazıt’ın orduları ile
Şehzade Selim orduları Çorlu’da karşılaştı ve II. Beyazıt’ın kuvvetleri Şehzade Selim kuvvetlerini yendi
ve Selim Kırım’a kaçtı. İşte Rumeli’de bu olaylar olurken Anadolu’da da bir iç savaş tehlikelisi altında
bulunuyor ve Şahkulu isyan ediyordu(Hammer, 1989).
Esasen Anadolu’da Alevi hareketinin gelişmesi temel olarak Fatih’in müsaderelerinden ve II.
Beyazıt’ın bunu düzeltmeye çalışırken başvurduğu isabetsiz yöntemlerden kaynaklanıyordu. Fatih bu
müsaderelere mali zorunluluklar yüzünden başvurmuştu. Oysa bu zorunluluklar II. Beyazıt döneminde
daha da arttı. Bütün bunların yoksul köylüleri, yarı göçebe Türkmenleri ve tımarlarını kaybeden
sipahileri huzursuz etmesi doğaldı(Timur, 1994).
Şah İsmail, Anadolu’ya “halife” adı verilen Alevileri yollayarak yoksul halkı kışkırtıyor ve Osmanlı
devletini zayıflatmaya çalışıyordu. Ayrıca Türkmenler arasında “nezir” adı altında vergi toplatarak gelir
kaynaklarını artırmaya çalışıyordu(Timur, 1994). Sultan Beyazıt bunun üzerine derhal İran sınırındaki
valilere emirler göndererek Şii propagandacıların yurt içine sokulmasını ve Osmanlı Devletinden de
İran’a ziyaretleri yasakladı(Güngör, 1975).
Şahkulu’ya Anadolu’da Şeytankulu denilmesine karşılık İran’da Şahkulu’nun çok bilgili ve
Tanrısal bir güce sahip olduğuna inanılmaktadır. Buna göre Şahkulu, Kur’anı düzeltmekle kalmayarak
mucizelerle de öğretisini geliştirmiştir. Bunun için kendisine sofi yani bilgin denilmektedir(Kantemir,
1999).
Şah Kulu, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife’nin oğlu, Korkuteli
ilçesinin Yalımlı Köyü halkındandır. Hasan Halife, iki defa Şeyh Haydarın hizmetine gitmiş, bu hizmeti
sonunda memleketi olan Tekeli’ye gönderilerek halkı, Şeyh Haydara bağlamaya memur
edilmiştir(Uzunçarşılı,1949).
Gerek Hasan Halife ve gerekse oğlu Şahkulu Antalya taraflarında kendi köyü çevresinde bir
mağarada ibadetle meşgul olarak büyük bir şöhret kazanmışlardır. Hatta bunların züht ve takvası
Sultan II.Bayezıta kadar ulaştığından O, bunların dualarını almak için her sene 6-7 bin akçe yollamıştı.
Bu şekilde çalışarak ortamı hazırlayan Karabıyık(Şahkulu) yeterli taraftar topladıktan sonra Şah İsmail,
bunun vasıtasıyla Batı Anadolu ve Rumeli’de Serez, Selanik, Filibe, Sofya gibi yerlerde halkı kendisine
biada davet etmeye başladı(Uzunçarşılı,1964). Şahkulu isyan etmeden önce Anadolu ve Rumeli’deki
Alevilere isyan için hazırlıklı olmalarını bildirdi(Kantemir, 1999).
Şahkulu’nun Anadolu’da ortaya çıkardığı hareket büyük boyutlar kazandı. Onu izleyenler
hükümetten memnun olmayan köylüler, Türkmen aşiretleri idi(Timur, 1994). Osmanlı Devleti o
dönemde bütün arazi ve hayvanları Tahrir defterlerine kaydederek ekonomik hayatı denetim altına
alarak ülkede yaşayan insanları vergi mükellefi yapmak istiyordu. Oysa göçebe gruplar, devletin
merkezi denetimine girmek istemedikleri gibi, hayvanlarına yiyecek bulamadıkları zaman vatandaşın
ekini ile hayvanlarını doyurmakta bir beis görmüyordu. Şah İsmail ise bu göçebe insanlardan vergi
almayacağını ve eski düzenin devam edeceğini söylüyordu(İnalcık, 1989).
Teke yöresinde bir takım huzursuzlukların başgöstermesi üzerine Şehzade Korkut ve kuvvetleri
burada baskınlar yaptılarsa da Şahkulu’yu yakalayamadılar. Ancak Şehzade Selim ile Şehzade
Ahmet’in hükümdarlık tahtını ele geçirmeye çalıştıklarını haber alınca Şehzade Korkut İstanbul
yakınına doğru hareket etti. Şehzadenin bu hareketini II. Beyazıt’ın ölümü yüzünden sanan(Tansel,
1966) ve devlet erkanının kayıtsızlığından da faydalanan Şah Kulu 10 bin kişi ile 1511 tarihinde
ayaklandı. Tımarları Osmanlı Devleti tarafından elinden alınan pek çok sipahi, Şah Kulu’nun yanında
yer aldı(Uzunçarşılı, 1966).
Şahkulu, İlk iş olarak Antalya’dan Manisa’ya dönmekte olan Şehzade Korkut’un hazinesini
yağmaladı ve üzerine gönderilen Antalya Subaşısı Hasan Bey’in 3 bin kişilik ordusunu dağıttı ve
Antalya’yı basıp kadıyı öldürdü(Uzunçarşılı, 1964).
Selahattin Tansel(1966)’a göre hükümet kuvvetlerine karşı kazandıkları bu zaferden sonra
Şahkulu, “Ben Şah İsmail’in halifesiyim, devlet ve saltanat bana aittir, nikah lüzumsuzdur” ” diyerek
helal ile haram arasında fark gözetmemeye başladı. Taraftarları onun mehdi, peygamber, Allah
olduğunu bile iddia ettiler. Şahkulu kendisi mucizeler yaratır gibi yaparak kısa sürede pek çok sayıda
taraftar topladı. Bu bilinçsiz kitle her uğradığı yeri yakıp yıkıyor, bulduğu kitapları Kur’an-ı Kerim dahil
ateşe atıyor, kendilerine uymayanları öldürüp, ailelerine tecavüz ediyorlardı.
İsyancılar, Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur, Keçiborlu kasabalarını basıp kadılarını ve bir
kısım halkını katletti. Şahkulu’nun amacı, Karaman’ı ele geçirmekti. Üzerine gönderilen Anadolu
Beylerbeyi Karagöz Ahmet Paşa’nın ihtiyatsız hareket etmesinden faydalanarak Paşa’nın ordusunu
dağıttı ve Paşa’yı esir etti. (Uzunçarşılı,1949).
Sonra yörenin başkenti olan Kütahya surlarının önüne geldi halka kaleyi kendisine teslim
etmeye çağırdı, halk bunu kabul etmeyince Karagöz Ahmet Paşa’yı kazığa oturtarak öldürdü(Tansel,
1966).
Vezir-i Azam Ali Paşa Anadolu Beylerbeyi Karagöz Ahmet Paşa’nın kazığa oturtularak
öldürülmesi sebebiyle Osmanlı Devleti’ne yapılan hakaretten dolayı Şahkulu ve yandaşlarını yok
etmeye karar vermişti. Bu arada Beyazıt’ın muvafakatını alarak Şehzade Ahmed’in tahta geçirileceğini
ümit ediyordu. O sırada Şehzade Ahmed’e ve vezir-i azama Şehzade Korkut’un ordusunun yenildiği ve
Alaşehir’de beylerbeyinin hazinesinin zaptedildiği haberi geldi. Onlar da bir an önce padişahın tahtan
feragat etmesini istemeye karar erdiler. Ancak yeniçerilerin Şehzade Selim’e bağlılıkları ve bundan
vazgeçmemeleri onların hayallerini bir başka zamana ertelemeye sebep oldu ve Böylece Teke
yöresine yürümekle yetindiler(Hammer, 1989).
Bundan sonra Şahkulu ve taraftarları Bursa üzerine yürümeyi tasarladılar fakat Şahkulu,
padişahın yaşadığını ve sağlıklı olduğunu haber alınca bu harekattan pişmanlık duymaya başladı.
Bundan dolayı Bursa üzerine yürümekten vazgeçti. Padişah Şehzade Ahmed’in kendisine yazdığı
mektuptan durumu öğrendi. Esasen yaşlı ve rahatsız olan padişah bundan son derece rahatsız oldu.
Bunun üzerine Padişah Sadrazam Ali Paşa ile Şehzade Ahmet’in kuvvetlerini birleştirip Şahkulu
üzerine yürümesini emretti. Sadrazam Ali Paşa ile Şehzade Ahmet’in kuvvetleri Kütahya civarında
Altuntaş’ta buluştu. Şahkulu kuvvetleri Kızılkaya çevresinde derin vadide bulunan ormanlık bir alanda
saklanıyorlardı. Bu yerin bir kısmı Karaman’a doğru açılıyordu. Ali Paşa onların Karaman tarafına
kaçacaklarını düşünerek o yöndeki yolları kapama işini Haydar Paşa’ya verdi. Diğer tarafları ise
Şehzade Ahmet ve Ali Paşa’nın kuvvetleri tarafından sarılmıştı. Kuşatma 38 gün sürdü. Şahkulu
kuvvetleri bu çemberden kurtulmak için Karaman’a doğru hareket ettiler ve o yönde bulunan Haydar
Paşa kuvvetlerini yenilgiye uğrattılar ve Haydar Paşayı öldürdüler(Tansel, 1966).
Bu sırada Şehzade Ahmet “Saltanat bana verilmiştir” diyerek Ali Paşa ile ileri gelenleri kendisine
biada davet etti, fakat ret cevabı aldı. Bu sırada asiler muhasaradan kurtuldular. Ali Paşa hemen
bunları takibe koyuldu ise de Şehzade Ahmet, kendisine biad etmeyen yeniçerilere küserek Ali
Paşa’nın yanına oğlu Alaaddin Ali’yi bırakıp sancağına çekildi(Uzunçarşılı,1949).
Hadım Ali Paşa, Çubukovasında Şahkulu’ya yetişti ve taraflar Gedikhanı mevkiinde çatışmaya
başladılar ve 2 Temmuz 1511 tarihinde meydana gelen bu çatışmada Hadım Ali Paşa ve Şahkulu
öldü. Başsız kalan Osmanlı Ordusu ilerleyemedi ve asiler İran’a doğru çekildiler ve yolda Erzincan
hududunda Tebriz’den Anadolu’ya gelmekte olan 500 kişilik bir tüccar kafilesini basıp öldürdüler.
Bunun üzerine ticareti ve tüccarları himaye eden Şah İsmail, gönderdiği ordu ile bunları ortadan
kaldırdı(Uzunçarşılı,1949).
Öldürülenlerden birisi de İranlı büyük alimlerden Şeyh İbrahim Şebüsteri idi. Şah İsmail, her ne
kadar bu eylemler taraftarları tarafından yapılmışsa da bunu cezasız bırakmadı. Bununla henüz yeni
doğan iktidarını iç tahriklerden korumak hem de Osmanlı padişahları ile iyi geçinme isteğinde
olduğunun delilini göstermiş oluyordu(Hammer, 1989).
Osmanlı Hükümeti Şahkulu olayından sonra Isparta ve Antalya taraflarında ele geçirdiği Alevileri
Mora’da zaptedilen Mudan ve Koron taraflarına göç ettirmiştir(Uzunçarşılı,1949).
Prof. Taner Timur(1994)’a göre Osmanlı yönetimi yoksul halk hareketini korkunç bir vandalizm
olarak görmüştür. Oysa Şahkulu’yu izleyenler benzer toplumsal koşullarda Baba İshak, Şeyh Bedrettin
veya hurufileri izleyenlerden farksızdı. Bunlar halk yığınları idi korkunçlukları yoksulluklarından ileri
geliyordu.
Sonuç
Şahkulu’nun babası Hasan Halife, Korkuteli İlçesi Yalımlı Köyünden olup Şah İsmail’in babası
Şeyh Haydar tarafından eğitilmiş ve taraftar toplamak amacıyla Tekeli’ye gönderilmiştir. Başlangıçta
Hasan Halife ve oğlu Şahkulu, siyasetle uğraşmıyor görünerek kendi köylerinin yakınında bir
mağarada ibadetle meşgul olmuşlardır. II. Beyazıt da bunların dualarını almak için her yıl 6-7 bin akçe
gönderiyordu.
II. Beyazıt, tahta otururunca oğulları başta Yavuz Selim olmak üzere Osmanlı Devleti’ni kendi
aralarında paylaşmak amacıyla bir takım hareketlerde bulunurken Şahkulu II. Beyazıt’ı öldü sanarak
ayaklanmıştır.
Bu ayaklanma Osmanlı İmparatorluğunu sarsmakla birlikte Şahkulu çatışmada öldürülmüş ve
taraftarları İran’a doğru kaçarken yolda rastladıkları bir ticaret kervanını yağmalamışlar ve 500 kişiyi
öldürmüşler. Bunun üzerine Şah İsmail, bunların üzerine asker göndermiş ve çatışmada çoğu
öldürülmüştür.
Ayaklanmanın sebebi, Fatih dönemindeki müsadereler ve bunun II. Beyazıt tarafından
sürdürülmesidir. Bunun sonunda köylüler, yarı göçebe Türkmenler ve tımarlarını kaybeden sipahiler
çok ciddi ekonomik sıkıntı yaşamışlardır. Bu olaydan sonra Osmanlı Devleti ayaklanmaya katılan
gruplardan yakaladıklarını yeni fethedilen Mudon ve Koron taraflarına göç ettirmiştir. Bunlar sonraki
yıllarda Anadolu’da belirgin olarak ortaya çıkacak olan Alevi grupların toplumsal tabanını
oluşturmuşlardır.
YAVUZ SELİM VE ŞAH İSMAİL MÜCADELESİ
Timur Ankara Savaşında Yıldırım Beyazıt’ı yendikten sonra Anadolu’dan aldığı 30 bin esiri
İran’a götürerek Erdebil’e yerleştirdi. Erdebil Şeyhi Ali’nin (Şah İsmail’in dedesi) isteğiyle Timur esirleri
serbest bıraktı ve esirler zamanla ona bağlanarak ondan tarikat dersi aldılar ve böylece Şeyh Ali’ye
bağlılıklarını sürdürdüler. Başlangıçta Sünni olan bu insanlar Şeyh Ali’nin etkisiyle Alevi oldular ve
tarikatın emrine girdiler. Zamanla vergi, sadaka ve zekatlarını ona vermeye başladılar. Ayrıca
Erdebilden Anadolu’ya Şeyhin halifesi olarak adlandırılan bazı kişiler Anadolu’da para topluyor ve
gizlice İran’a gönderiyorlardı. Bu şekilde Erdebil Tekkesi gittikçe gelişerek müritlerini çoğalttı.(Kırkıncı,
1990).
Şeyhlikten şahlığa geçmek isteyen Şeyh Ali(1392-1429) vefat edince yerine oğlu İbrahim(1429-
1447), onun yerine oğlu Cüneyd(1447-1460) geçti(İslam. Ans.,1993). Şeyh Cüneyd, posta oturuncaya
kadar Erdebil Şeyhleri siyasetle ilgilenmez sadece dinsel işlerle uğraşırlardı. Bunun için
hükümdarlardan bile saygı görürlerdi. Bu sebeple uzaktan uzağa Osmanlı padişahları bile aynı saygıyı
duyarlardı. Nitekim Bursa sarayından her sene Osmanlı padişahlarının “çerağ akçesi” adı altında
değerli hediyeler göndermeleri bunun bir kanıtı olsa gerektir. Fakat Şeyh Cüneyd Safevi Şeyhi olunca
dinsel otoriteden güç alarak hükümet kurma hevesine kapıldı. Onun zamanında Azerbaycan’da
Karakoyunlu Hükümdarı Cihanşah (kendisi de bir Şii olmasına rağmen) tarikat mensuplarının
çoğalmasından ürkerek Şeyh Cüneyd’in amcası Şeyh Cafer’e başvurarak Cüneyd’in Azerbaycan’dan
çıkmasını sağladı. Cihanşah tarafından sınırdışı edilen Şeyh Cüneyd, Anadolu’ya gelerek oradaki
Türkmenler üzerinde amacına uygun çalışmalar yapmak istedi. Fakat Sultan Murat tarafından amacı
anlaşıldığından kendisine yüz verilmedi fakat Anadolu’da pek çok mürit kazandı böylece Erdebil
Tekkesi Anadolu’da güçlenmiş ve küçümsenmeyecek bir etki alanı oluşturmuştu(Uzunçarşılı, 1949).
Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran göçebe Türkmenler, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan
itibaren üvey evlat muamelesi görmüşler ve devletin yüksek makamlarına Enderun’dan yetişen
devşirmeler getirilmişti. Şeyh Cüneyd Anadolu’ya geldiğinde “oğul mu önce gelir, sahabeler mi?”
diyerek Türkmenler arasında propaganda yapmıştır. O tarihteki halk şeyhleri, Türkmenlerin haksızlığa
uğramalarını ehli beyte yapılan zulümlere benzetiyorlardı(Türkdoğan, 1995).
Cüneyd’den sonra Safevi şeyhi olan Haydar(1460-1488), daha ihtiraslı çıkarak babasının
ulaşamadığı amacı o gerçekleştirmek istedi. Müritleri arasında birliği sağlamak için yeni bir kıyafet
kabul etti. Bu kıyafetin en orijinal tarafı başa geçirilen serpuştu. Kırmızı renkte ve 12 dilimli olan bu
serpuşun her diliminde 12 imamların adları yazılı idi. Bu kırmızı serpuştan sonra Anadolu halkı Şiileri
nitelendirmek için “kızılbaş” tabirini kullanmaya başladı(Hammer, 1989).
Şeyh Haydar yalnızca kıyafet düzenlemekle kalmadı aynı zamanda müritlerini silahlandırmaya
başladı. Onun ölümünden sonra Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Yakup Erdebil’i aldıktan sonra Şeyh
Haydar’ın oğullarını Fars’a naklederek Istahar kalesine hapsetmiş ve bunlar Sultan Yakub’un ölümüne
kadar orada kalmışlardır. Yakub’un ölümünden sonra Akkoyunlu ailesi arasında çıkan karışıklık
Safevi ailesinin işine yaradı ve Şah İsmail ile kardeşinin Erdebil’e dönmesine izin verildi. Şeyh
Haydar’ın ölümünden sonra Erdebil Şeyhliği Cüneyd’in oğlu Ali’ye kalmıştı. Fakat onun çevresindeki
kalabalıktan Akkoyunlu Hükümdarı Rüstem kuşkulandığı için Şeyh Ali’yi Tebriz’e getirtti amacı onun
öldürtmekti. Bu durumu sezen Şeyh Ali, küçük kardeşi İsmail’i yanına çağırarak tacını İsmail’in başına
koydu(Uzunçarşılı, 1949).
Şeyh Cüneyd amacına ulaşamadı ise de onun oğlu Şah İsmail, Safevi Devleti’ni kurarak bunu
başaracaktır. Şah İsmail, Akkoyunlu Hükümdarı Rüstem’in ölümü üzerine 13 yaşında iken devletin
başına geçmek için 1459 yılında Lahican’dan ayrılarak Erzincan’a geldi, Anadolu içlerindeki müritleri
akın akın gelerek Erzincan’a ulaştılar. Böylece Erdebil’deki baş ile Anadolu’daki gövde birleşti(Zelyut,
1992).
Şah İsmail, ilk akınını Şirvan(Kuzey Azerbaycan) üzerine yaptı ve onun çok güçlü ordusunu
bozguna uğrattı ve Bakü’yü egemenliğine aldı. Şah İsmail yeterince güçlendikten sonra Akkoyunlu
üzerine gitti ve ordusunu bozguna uğrattı, böylece bütün Azerbaycan Şah İsmail’in oldu. Tebriz’e
girerek burada 12 imamlar adına hutbe okutarak tahta oturdu ve 1502 yılında Safevi Devleti resmen
kurulmuş oldu. Bu devlette en önemli görevlere Türkmenler getirildi. Göçebe Türkmenler, Osmanlı’da
yitirdiği yerini Safevi Devletinde buldu. Bundan sonra Türkmenler akın akın İran yolunu tuttular ve
onunla da kalmayarak yaşadığı toprakların Safevilere bağlanması için sık sık ayaklanmalar
çıkardılar(Bozkurt, 1993).
Şah İsmail’in Anadolu’ya yolladığı dailer, Osmanlı padişahlarının peşlerine düştüler. Oysa
daha önceki hareketlerde görüldüğü gibi dönemin sosyal koşulları bağımsız halk hareketlerine için
elverişli değildi. Bu yüzden bu hareketler bir yandan Karamanoğulları, Turgutoğulları, Ramazanoğulları
gibi Anadolu beylikleri diğer taraftan Şah İsmail tarafından kullanıldı. Şahkulu ayaklanmasının
sonunda Şah İsmail’e sığınan Alevilerin çoğu öldürüldüler, kalanlar da İran ordusu içinde eritildi. Bütün
bu huzursuzluklar İmparatorluk içinde bir boşluk yaratmış ve II. Beyazıt’ın oğulları arasında bir iktidar
savaşına yol açmıştır. II. Beyazıt’ın gözdesi Şehzade Ahmet, Türkmen beylerine ve bir kısım devlet
ricaline dayanıyordu. Sakin yaratılışı dolayısıyla yeniçeriler ona güven duymadıkları için Yavuz Selim’i
destekliyorlardı. Bunun için temel kavga Şehzade Ahmet ile Selim arasında oldu. Şehzade Ahmet tıpkı
Musa Çelebi gibi Alevileri etrafına topladı, oğlu Şehzade Murat daha da ileri giderek kızıl taç
giydi(Timur, 1994).Hatta 1513 yılında babası Şehzade Ahmet’in Yavuz Selim tarafından öldürülmesi
üzerine İran’a iltica ederek Şah İsmail’in kızı ile evlendi(Öztuna, 1977). Şehzade Ahmet’in oğlu Murat’ı
geri istemek maksadıyla Sultan Selim Şah İsmail’e elçiler gönderdi. Fakat şehzade iade edilmediği
gibi Osmanlı elçisi Safevi sarayında öldürüldü(Ercan, 2002).
Yılmaz Öztuna(1977)’ye göre Şah İsmail, Osmanlıları doğudan tehdit eden en büyük tehlike idi.
Safevi tehdidi, Akkoyunlu(Uzun Hasan) tehdidinden daha kuvvetli idi, fakat Timurunki derecesinde
değildi. Osmanlı Türkleri, Diyarbakır ile Taşkent arasında uzanan, kan ve ateşle Sünnileri sindirip Şii
mezhebini hakim kılmak isteyen Şah İsmail’le karşı karşıya idiler. Şah İsmail, Hz. Ali’nin soyundan
geldiğini ve İmam(Şii mezhebinin başkanı) olduğu iddiasında idi. Şah İsmail aynı zamanda savaş ve
siyaset adamı olduktan başka, deha sahibi bir şairdi. Farsça’dan çok Türkçe söylerdi. Çünkü hitap
ettiği kitlelerin dili Türkçe idi. Halk tarzında söylediği şiirler(nefesler, ilahiler) o kadar duru bir Türkçe ile
yazılmıştır ki, bugün bile bunları anlamayacak Anadolu köylüsü yoktur. Şah İsmail II. Beyazıt kadar
büyük bir bilgin değildi. Onun insani yönüne de sahip değildi. Fakat enerjisi ve kitleleri etkisi altına
almaktaki başarısı onu daha büyük başarılara aday kılıyordu. Onunla ancak Şehzade Selim başa
çıkabilirdi.
İran’da iktidarı eline geçiren Şah İsmail, Osmanlı Devleti’nin Venedik ile savaş halinde
olmasından faydalanarak Osmanlı’nın doğu sınırlarına taarruz etti. Sonra savaştan vazgeçerek
geleneksel armağanlar ve barış teklifi ile padişaha bir elçi gönderdi. Sultan Beyazıt önce elçiyi kabul
edip etmemekte tereddüt etmişse de Santa-Mavra’nın Venedikliler tarafından ele geçirildiğini haberi
gelince bir görüşme zamanı ayırmaya mecbur kalmıştır(Hammer, 1998).
Şah İsmail, Irak taraflarını tamamen istila ettikten sonra 1504 yılında II. Beyazıt’a elçiler
göndererek bu fütühatını bildirmiş ve kendisine tebrik yazılarak kutlanmıştır(Uzunçarşılı, 1964).Şah
İsmail’in II. Beyazıt’la ilk ilişkileri dostça idi. Fakat İsmail Teke yöresindeki mutaassıp taraftarlarının
kendi ülkesine göç etmeleri için müsaade almak maksadıyla İstanbul’a elçi gönderdiyse de bu isteği
reddedildi. Kızını evlendirmek istediği Dulkadıroğlu Alaüddevle’den de kabul görmedi. İsmail, bunun
intikamını almak istedi. Gerek bu olaydan ve gerekse Alaüddevle’nin Ziyarbakır’ı işgal etmesinden
dolayı içerleyen Şah İsmail doğrudan doğruya Alaüddevle üzerine yürümeyip Osmanlı topraklarına
geçmek suretiyle Elbistan’a girdi. Bunda iki amacı olduğu şeklinde yorumlandı. Birisi Alaüddevle’nin
hazırlanmasına fırsat bırakmayıp ummadığı yerden taarruz etmesi, diğeri ise Osmanlı sınırını geçip
oradaki Alevileri tahrik ederek onlara cesaret vermek istemesidir. Şah İsmail’le savaşa girme
konusunda isteksiz davranan II. Beyazıt, Ankara sınırlarını korumak maksadıyla Yahya Paşa
komutasındaki bir ordu göndermekle yetindi. Bu durumda Şah İsmail Osmanlı padişahından özür
dilemiştir(Hammer, 1989).
Şah İsmail’i birden bire Elbistan’da gören Alaüddevle, şaşırarak Turna dağına çekildi. Şah
İsmail, girmiş olduğu Dulkadırlı şehir ve kasabalarını yıkarken, Alaüddevle’nin bir oğlu ile iki torunu
eline geçti onları insafsızca öldürdü, şehri tahrip etmekle kalmadı, Alaüddevle’nin ecdadının
mezarlarını açtırıp kemiklerini yaktırdı. Şah İsmail Yahya Paşa’nın Ankara’ya gelmesinden dolayı
Alaüddevle’nin ülkesinden çekilerek İran’a gitti(Hammer, 1989).
Sultan II. Beyazıt, askerlerinin Safevi propagandasından etkilenebileceği korkusuyla Şah
İsmail’e karşı açık bir saldırıya geçmek istemedi ve uzlaşmayı yeğleyerek onunla yazıştı ve onu
kendisine ve mezhebine karşı tutumundan vazgeçirmeye çalıştı. 1508-1509 yıllarında da Şah İsmail
Bağdat ile Güneydoğu’nun büyük bir kısmını işgal ederek Sünni Müslümanları katletmeye, Sünni
camilerini ve türbelerini yıkmaya başladı. Beyazıt’ın buna karşı tepkisi Şah İsmail’den bu uygulamalara
son vermesini istemek oldu. Fakat Şah İsmail sürekli olarak bu konudaki mücadele ve çalışmalarına
devam etmiştir(Show, 1982).
Hatta Şah İsmail 1510 yılında Özbekler Hanı Şeybek’i pusuya düşürerek 15 bin süvarisi ile
birlikte savaşta öldürdü. Bu başarısı ile gurur duyan Şah İsmail, Şeybek’in kafatasını kıymetli taşlarla
süsleyerek onu kase yerine kullandı. Başının üzerindeki deriyi de baharat ile doldurttuktan sonra bir
zafer nişanesi olarak Sultan II. Beyazıd’a gönderdi(Hammer,1990).
Bütün bu olaylar üzerine Şehzade Selim, bir ara İran toprağına geçmiş, Erzincan ve Bayburtt’a
kadar olan yerlerde hasarlar yapmıştı hatta bu sırada Şah İsmail’in kardeşi İbrahim’i esir almıştı. Ertesi
yıl Şah İsmail, Trabzon Valisi Şehzade Selim’den şikayet etmek ve padişaha dostluk teminatını
yenilemek üzere İstanbul’a yeni elçiler yolladı. İran elçisi sırmalı elbiseleri ile padişahın elini değil
ancak dizini öpme şerefine nail olmuştu. Elçi son düşmanlıkların Osmanlı Devleti’ne karşı olmadığını
belirterek efendisinin barış niyetlerini ortaya koymuştu. Bu olaylardan ve yaşanılan pek çok
gelişmeden 7 yıl sonra Şah İsmail ile Sultan Selim karşı karşıya geleceklerdir. (Hammer, 1998).
Sultan Selim, çok iyi bir eğitim görmüş olup zamanının tarih ve coğrafya bilgisine sahipti. Farsça
şiir yazacak kadar bu dili biliyordu. Kendisinin yazdığı bir türbe kitabesinden de Arapça’yı da şiir
yazacak kadar bildiği anlaşılıyor(Güngör, 1975).
Prof. Erol Güngör(1975)’e göre Yavuz Sultan Selim, dünya çapında bir strateji dehası idi.
Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz’ın Osmanlı Devleti için ne ifade ettiğini iyi kavramış hatta Hint denizini ele
geçirdikten sonra Hindistan’a kadar gitmeyi bile planlamıştı. Ömrü bu projeye yetmiş olsaydı, Osmanlı
Devleti daha sonraki yıllarda içine düşeceği ekonomik krizi baştan atlatabilirdi.
Karakterinin sertliğinden dolayı “yavuz” ve şehzadeliğinden beri “Selim Şah” denilen Sultan
Selim, 7 Nisan 1512’de Osmanlı Padişahı oldu. Annesi Dulkadıroğlu Alaüddevle’nin kızı Ayşe
Hatun’dur. Safevi Devleti’nin, Anadolu’yu işgali tehlikesine babasının ihmali ve dedesi Alaüddevle’nin
aczi karşısında şahlanan ve o dönemde Trabzon Sancakbeyi olan Yavuz, Şah İsmail’e karşı
Anadolu’yu savunma hareketine girişti. Gürcülerle yaptığı savaşlar karşısında halkın manevi desteğini
kazanan Yavuz, merkezin itirazına rağmen Şia ile olan mücadelesine devam etti. Bu konuda ihmalkar
davranan babası II. Beyazıt’ kendi rızası ile tahtını Yavuz Selim’e bırakmıştır. Yavuz Selim, İran
sorununu çözmesi için Abisi Amasya Sancakbeyi Şehzade Ahmet ve Manisa Sancakbeyi Şehzade
Korkut ile anlaşması gerekiyordu. Yavuz’a karşı Şah İsmail’den yardım isteyen ve güçlü bir ordu ile
isyana kalkışan Şehzade Ahmet 1513’de Bursa Yenişehir’de mağlup oldu ve devlete isyan suçundan
idam edildi. Bundan 38 gün önce de, önceleri Yavuz’la anlaşıp kendisine Teke(Antalya),
Hamid(Isparta) ve Midilli sancakları verildiği halde isyan eden diğer ağabeyi Korkut da aynı akıbete
uğramıştı. Sultan Selim, 8 sene 9 ay Osmanlı tahtında oturduktan sonra 8 Eylül 1520’de vefat
etmiştir(Akgündüz, 1994).
Şah İsmail, Anadolu’ya adamlarını göndererek propaganda yaptırıyor ve el altından Osmanlı
hükümetine geniş bir isyan hazırlıyordu. Bu faaliyetlerini kolaylaştıracak sebepler vardı. II. Beyazıt’ın
zaafı ve şehzadelerin padişahın yerine geçebilmek için mücadele etmeleri bu cümledendi. Özellikle
Şehzadeler arasında rekabet iyice kızıştığı sırada bundan faydalanan Şah İsmail’in Anadolu’ya
yolladığı Urmiye’li Nur Ali Halife, Koyulhisar’a geldiği zaman Alevilerden 3-4 bin süvari bunun
başına toplandılar, üzerlerine sevkedilen Faik Bey komutasındaki 3-4 bin kişilik gücü bozguna uğratıp
Tokat’ı zaptedip Şah İsmail adına hutbe okuttular. Buradaki Afşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu;
Bozoklu, Tekeli, Hamideli aşiretlerinden oluşan kuvvetlerle faaliyete başladılar. Amasya Valisi
Şehzade Ahmet tarafından bunların üzerine Yularkutlu Sinan Bey gönderildiyse de o da yenildi. Bir
müddet sonra Yavuz Selim’in hükümdar olması bu tehlikeli durumu düzeltti(Uzunçarşılı, 1967).
Sultan Selim, padişah olduktan sonra Yeniçeri ağalarını toplayarak Yenibahçe’de bir görüşme
yaptı. Şah İsmail’in şeyhlikten şahlığa nasıl çıktığını anlattıktan sonra “Şah İsmail üzerine seferim
vardır” diyerek bir cevap beklediği ve bunu üç defa tekrarladığı halde yeniçeriden bir ses çıkmadı.
Sonunda Abdullah adında bir oda kethüdası öne çıkarak “Bizim arzumuz da aynıdır, ferman
padişahımızındır”, deyince padişah memnun oldu. Devlet erkanından bazıları bu sefere taraftar
değildi. Yeniçerilerden de şüphelenmişti. İşte Yavuz Selim bunu doğrulatmak istemişti(Uzunçarşılı,
1949).
Sultan Selim, Şah İsmail’le savaşa başlamadan önce Orta Anadolu’daki Aleviler hakkında
inceden inceye araştırma yapılmasını, çünkü savaş sırasında bunların ayaklanarak Osmanlı ordusunu
zaafa uğratabileceklerini söyleyerek 7 yaşından 70 yaşına kadar 40 bin Alevi’yi yazdırarak kayda
geçirdi. Bunların kimisini öldürtmüş kimisini hapsettirmiştir(Uzunçarşılı, 1949).
Bazı Alevi yazarlar bunların hepsinin öldürüldüğünü iddia ediyorlarsa da kaynakların çoğu bunu
doğrulamamaktadır. Kaldı ki, masum çocukların ve olaya karışmayan suçsuz yetişkin insanların
öldürülmesi akla, mantığa, vicdana ve ta başlangıçtan beri var olan Osmanlı İmparatorluğunun
geleneksel hoşgörü anlayışı ve o günün dinsel anlayışlarına uygun gözükmemektedir
Bu durum kendileriyle aynı inancı paylaşan İran’ı ayağa kaldırdı. Şah İsmail öldürülenlerin
öcünü almak için yanına Şehzade Ahmet’i de alarak Türk sınırına kadar yaklaştı. Amacı onu ileri
sürerek tahtı zorla ele geçiren Selim’i güç durumda bırakmaktı. Oysa Selim İran’ın bu saldırısını
bekliyordu. Belki de Alevileri idam ettirerek böylesine korkunç bir bahane yaratmayı tasarlamıştı.
Savaşarak tahtı ele geçirdiğinden, ancak yeni bir savaş sayesinde yerinde daha sıkı tutunabilirdi(De
Lamartine: 1992).
Şah İsmail 14 yıldan beri giriştiği savaşlarda daima üstün gelmiş ve kendisine bağlanmak
istemeyen 14 hükümdarı yenmişti. Bunlar Şirvan, Masenderan, Dulkadır Beyleri, Akkoyunlu,
Karakoyunlu,Özbek hükümdarlarını olduğu gibi Sultan Selime de üstün geleceğin inanıyordu(Hammer,
1990).
Yavuz Selim, Safevi Devleti üzerine yürümeye karar vermişti. Fakat bu iş sanıldığından
zordu(Ercan, 2002). Çünkü savaşacak iki ordu askerlerinin inançları az çok farklı olmakla birlikte ikisi
de Müslüman ve Türk’tü. Ayrıca Anadolu’da Şah İsmail’in Aleviliğini kabul etmiş çok sayıda Türkmen
bulunuyordu.
Şah İsmail ise büyük bir ordu ile Osmanlı toprağına doğru ilerliyordu. Yavuz Selim’in ilk işi Eyüp
Sultan’ı ziyaret etmek oldu, amacı onun manevi yardımını talep etmekti, bu amaçla pek çok sadaka da
verdi. Sonra hükümet işlerini Manisa’dan getirtmiş olduğu büyük oğlu Süleyman’a bıraktı(Hammer,
1990).
Yavuz İle Şah İsmail Arasındaki yazışmalar
Yavuz selim 20 Nisan 1514 Perşembe günü yola çıktı ve ordusuna Maltepe’de katıldı.23
nisanda ordusu içinde yakalanmış olan Kılıç adındaki İran casusu ile savaş ilanını içine alan bir
mektubu Şah İsmail’e gönderdi. Bu mektup şöyle özetlenebilir(a.g.e):
“Ben Osmanlı Hükümdarı gazilerin başı, diktatörlerin korkusu, kibirli ve zalim kralların önünde
baş eğdiği Sultan Mehmet oğlu Beyazıt oğlu Sultan Selim Hanım. Sen ise İran orduları başbuğu
şöhretli Emir İsmailsin. İnsanlara tevdi edilen işler sebepsiz değildir. Bunlarda insan ruhunun nüfuz
edemediği sırlar vardır. İnsan ilahi emirlere bağlı kalmalı ve din buyruğundan ayrılmamalıdır. Sultanlar
adalet üzere bulunmalı ve zulümden sakınmalıdır. Sana gelince Emir İsmail, kötü yoldasın. İslam
inançlarının saflığını bozmuş bulunuyorsun. İslam’a karşı saygısızlıkta ileri gitmektesin. Sen
Müslümanlara karşı tiranlık ve baskı kapılarını açtın. Her türlü zulümden ve insanları boğazlamaktan
sakınmadın. Ulema ve fakihler senin hakkında ölüm fermanı vermişlerdir. Alınan karara göre seninle
savaşa girmiş bulunuyorum. İstanbul’dan hareket edip sana doğru geliyorum. Sana bu mektubu
yazmaktaki maksadım, seni gerçek inanca çağırmaktır. İyilikle gerçek mezhebi kucakla, doğru yola
gel. Bize bağlı ülkelerden zorla kopardığın toprakları bırakmanı sana öğütlerim. Eğer güven içinde
yaşamak istersen söylediklerimi vakit geçirmeden hemen yapmalısın.”
Padişah’ın Farsça olarak yazıp gönderdiği bu mektuptan sonra aynı gün Akkoyunlu Hanedanı
Ferahşat Bey’e de bir mektup yollayarak onu yiğitlik ve dayanıklılık göstermeye teşvik etti(a.g.e).
Padişahın Şah’a yolladığı mektubu Farsça olan bir ikincisi izledi. Bu mektup anlam bakımından
birincisine benzemekle beraber Şah İsmail’in bir şeyh ailesi soyundan gelmiş olması ile onunla alay
edilmek üzere hırka, asa, misvak ve kuşaktan ibaret bir giyim eşyası gönderiliyordu. Bununla
beraber Sünni olması sebebiyle İran Şahına karşı kendisine katılmasını istemek maksadıyla
Semerkand Hanı Ubeyde’ye ve düşman ülkesinde bulunduğunu haber vermek için de Mısır Sultanı’na
birer mektup gönderdi. Son olarak Şah İsmail’e Erzincan’dan Türkçe bir mektup daha gönderdi. Bu
mektup, Yavuz Selim ordusunun psikolojik kudreti ve düzeni hakkında bazı övgülerde bulunduktan
sonra, özet olarak şöyle bir içerik taşımakta idi(a.g.e):
” Kılıç davasında bulunanların, siper gibi belalara göğüs germeleri gerekir. Serverlik sevdasında
olanların kılıç ve teberden korkusu olmamak gerekir. Devlet gelinini ancak sararmadan kılıç
dudaklarını öpebilenler kucaklayabilir. Karanlıkta rahat arayanlara erlik adını vermek hatadır. Ölümden
korkan kimselere ata binmek ve kılıç kuşanmak layık değildir”. Yavuz Selim savaş alanında Şah
İsmail’e randevu vererek mektubunu sona erdiriyordu.
Erzincan’dan doğuya doğru bölge çok sarp olup hele bir ordunun geçmesi için çok zordu. Aynı
zamanda İstanbul ile Erzincan arasında uzun bir mesafe vardı. Ordunun yabancı bir devletin
topraklarında ilerlemesi sebebiyle devlet adamlarından bazıları geri dönmek istiyordu.Fakat bunu
söylemeye kimse cesaret edemedi. Ancak Yavuz’un sevdiği Hemdem Paşa söylediği için bunu
hayatıyla ödedi(Ercan, 2002).
Eleşkird’e yakın Karasakallı adlı konağa gelindiğinde yeniçeriler daha ileri gitmek
istemediklerini söylediler. Hatta çadırları yıkarak bir tür ayaklanma başlattılar. Yavuz bunun üzerine
askerin arasına girerek etkili bir konuşma yaptı ve şunları söyledi(Ercan, 2002): “…. Yiğit olanlar
benimle gelsin, korkak olanlar karılarının yanına dönsün, yoksa ben tek başıma giderim.” Bunun
üzerine ordu yürüyüşüne devam etti.
Osmanlı ordusu Çemen yakınlarında çadırlarını kurduktan sonra bir İran elçisi gelip üç
mektubun cevabını getirdi. Ayrıca bir de afyon dolu bir altın kutu teslim etti. Şah İsmail mektubunda
Yavuz’u savaşa sürükleyen sebepleri anlayamadığını belirtiliyor ve barış istiyordu. Şah İsmail, afyon
göndermekle, bu mektupların afyon ile sarhoş olmuş katiplerin eseri olduğunu ima etmek istiyordu.
Şah İsmail bu mektubu Isfahan’da bir av sırasında yazdığını ve bu dostça cevabın iyi karşılanmadığı
takdirde ona karşı yürümeye hazır olduğunu belirtiyordu. Yavuz Selim mektuptan çok gelen hediyeye
öfkelendi ve Şah İsmail’in elçisi parça parça edildi. Daha önce bir Osmanlı elçisine de Şah İsmail
tarafından aynı şekilde hareket edilmişti( Hammer, 1990).
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.