Aylık arşivler: Ekim 2013

Sünni Osmanlı Despotizmine Karşı Alevi Türkmen İsyanları

Sünni Osmanlı Despotizmine Karşı Alevi Türkmen İsyanları ‘’Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, iktidarda temsil edilen dinsel anlayış da alabildiğine gevşek ve kurallardan uzaktır.’’ S.72 Türkmenlerin ve Osmanlı’nın başlangıcındaki egemenlerin Sünni katılıktan uzak heterodoks bir inanç kavrayışına sahip olmaları Anadolu’nun yerleşik Hıristiyan halkının İslamlaşmasını kolaylaştıran ciddi bir işlev görüyordu. S.76 İlk Osmanlılar Hıristiyan halka genellikle Bizans imparatoru ve feodallerinden daha adil davranıyorlar, gerektiğinde onları diğer beyliklerin saldırılarına karşı koruyorlardı. Hıristiyan halk da hem kendilerini koruma gücünü yitirmiş hem de dinsel bağnazlık ve ağır vergilerle boğan Bizans yerine Osmanlı’yı tercih ediyordu S.76 Osmanlı’nın kuruluş sonrası egemenler kendi yararlarına bir iktidar etme ideolojisine olan gereksinimleriyle tıpkı Selçuklu Devleti gibi, başlangıçtaki heterodoks inanç devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Sünni ideolojinin ise çok köklü bir devlet tecrübesi ve esasen bir iktidar ideolojisi olmasından Sünnileşmişler, daha sonra da aynı gerekçelerle Sünniliğin Hanefi ekolünü benimsemişlerdir. Türkmen halkı, 2. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla giderek azınlığa düşürülseler de kendisine yukarıdan dayatılan şeraite karşı 17. yüzyılda hala kırılmayan oldukça etkin bir sivil itaatsizlik göstermekten geri durmayacaktır. S.71 Özellikle Kanuni döneminde Şeyhülislamlığa getirilen Ebusuud sonrasında şeriatçı taassubun devlet içinde kurumlaşması artmış, Osmanlı’nın Müslüman ve Sünni olmayan halklara karşı yabancılaşması ve baskı süreci başlamıştır. Bir yandan Osmanlı gerilemeye ve bağımlılaşmaya başlamaktadır, diğer yandan da İslamcılaştırmaya. s.46 Selçuklu dönemi Babai ayaklanmasının artıklarının bir kısmı devletle uzlaşırken diğerleri dışlanmaya başlıyor, pay alanlar Osmanlı’ya eklemleniyor, alamayanlar ya da dayatmalara boyun eğmeyip karşı çıkanlar merkezden çevreye dışlanıyordu.s.362 Bektaşi tarikatı, ilk Osmanlı sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve İslamlaştırmakla görevliydi.s384 Bektaşi dergahı, Sünnileştirilmesi sürecinde halkın direncini kıran önemli bir faktör olmuştur.s.390 Hace Bektaş-ı Veli’nin halifesi Bektaşi önderi Abdal Musa’nın karşı çıkmasına rağmen ya da onun izniyle Bektaşi örgütüne halkı eğitip yola sokma görevi yüklenerek kökü Babai ayaklanmasında ve tepkilerin kaynağı olan halkın sisteme muhalefeti önleniyordu.s.360 14. yüzyılda Yeniçeri ve Bektaşi örgütü birbirine bağlanıyrodu.s.361,384 Osmanlıların dergaha yaptıkları bağışlar 2. Beyazit’ten sonra son buldu.s.362 2. Beyazıt Balım Sultan’ı Anadolu’daki Kızılbaşları, Şii-Safevi etkisinden kurtarmak için Hacı Bektaş dergahının başına görevlendirir.s.386 Bu nedenle dergahtan umudunu kesen Anadolu Kızılbaş halkı, bu dönemde, Şahkulu isyanı ile başlayarak peşpeşe ayaklanmaya başlayacaktır.s.386 Gerek bu ayaklanmalar gerekse de 1514’te Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı’na eşlik eden Alevi kırımları sürecinde sessiz kalan, Bektaşi Dergahı, Balım Sultan’ın ölümünden sonra Kalender Çelebi döneminde tam tersi yönde değişmeye başlayacak, elini Osmanlı’dan çekip halka uzatacaktır.s386,387 Kalender Çelebi ayaklanmasından sonra Dergah 26 yıl kapatılır.s.387 Ancak bu arada dergah fiili varlığını gayr-i resmi olarak sürdürdüğü için, Bektaşi-Alevi toplumunu kontrol aracı olarak dergaha olan gereksinim kendini dayatacak ve 1552’de tekrar açılacak ama Anadolu Alevi topluluğunca kabul görmeyecektir.s.387 Özetle kandaş göçebe aşiret yaşamından kozmopolit devletleşme, sınıflaşma, gaza gelirlerinin paylaşımı, ötekilerle ilişkilerin nasıl düzenleneceği, vergi toplama gibi karmaşık problemler aşamasına yükseldikleri andan itibaren Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular gibi Türk kökenli devletler gibi Osmanlılar da kandaş topluluk ideolojisi durumundaki Kızılbaşlığı aşarak devlet hukukunu geliştirmiş olan Sünni hukukun yazılı kaynaklarını esas almaya başlıyorlardı.s.370 Osmanlı, kurumlaşma ve ayrıcalıklarını halka kabul ettirmek için sadece Sünni hukuka yönelmek ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sünniliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek; adalet mekanizmasını medrese hocalarına verirken ordu kurumlaşmasını da çoğunluğu oluşturan ve Türkmen halkın etkisiyle din değiştiren bölge halkı üzerinde büyük etkisi olan heterodoks inancın en etkili kesimi olan Bektaşilikle ilişkilendirecekti. Bu iş de, kendisiyle özdeşleşen, ikna edilen veya satın alınan dervişler üzerinden gerçekleştirilecek, dolayısıyla Bektaşilikteki ilk bölünme de, bu dönemde yaşanacaktı.s.366 Nitekim, kendisi Sünnilikten uzak olduğu halde topluma cami ve devlete Sünni hukuk örgütlenmesini başlatan Orhan Bey döneminde s.368, Bektaşiliğin Bitanya’da yayılması ve örgütlenmesinde önemli bir işleve sahip olan ve Hace Bektaş’ın halifesi olan Abdal Musa Osmanlı’dan ayrılarak Antalya’ya gidecekti. Geride kalıp Osmanlı ile bütünleşenlerin Bektaşiliği ise bir başka Bektaşilik olacaktı.s.367 Bir yanda Osmanlı’ya, Selçuklu’ya ve tüm ezme ilişkilerine karşı biçimlenmiş bir Türkmen Aleviliği, diğer yanda, bu ezme ilişkilerinin ilk oluşumuna doğrudan katılmış bir başka Türkmen Aleviliği olacaktı.s.383 Yeniçeri tasfiyesine kadar İstanbul’da Bektaşi dergahları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken ve Balkanlar’da yayılma alanı bulurken, Anadolu’da Kızılbaşlar(Aleviler) yoğun bir Sünnileştirme baskısına uğrayacaklar, inancında direnenler ise haklarında defter tutulup katledileceklerdi.s.368 ‘’Özetle Osmanlı’yı heterodoks inançlı insanlar kurmuş, ancak bunların felsefesi devlet kurumlaşması ve eşitsizliğe uygun olmadığından, Osmanlı Ortodoks bir dönüşüme uğramış ve uğratılmıştır. Aynı şekilde başta nüfusun ezici çoğunluğu bu Batınilerden oluştuğu halde daha sonra önce şehirlerde, sonra da tımar sisteminin devlete sağladığı ekonomik çıkarı dağıtma avantajının yanı sıra, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve sonraki dönemin katliamlarıyla kırlarda da giderek azınlığa düşürülecektir. Daha sonra Alevilik adı altında toplanacak olan bu inanç geleneğinin dışlanması ve kamu hayatında meşru kabul edilmemesi geleneği, Osmanlı mirası üzerinden ne yazık ki Cumhuriyet sonrasıda da devam edecektir.’’s.75,76 Osmanlı’ya egemen olan şeriatçı zihniyetin ve despotik devletin baskıları ve katliamları sonucunda Anadolu halkının önemli bir kesimi Sünnileştirilmeye boyun eğmek zorunda kalmıştır; eğmeyenlerin bir kesimi Osmanlı’nın savunucusu durumundaki Bektaşi tekkelerinin çevresinde toplanırken geriye kalan kesimi heterodoks ideolojisini halkçı bir evrimleştirme ile Alevilik adı altında bugünlere taşımıştır.’’s.172 ‘’Alevilik, esasen Arap ordularının, başta Türkler olmak üzere zorla egemen oldukları diğer halklara dayattıkları İslamiyet’in revizyondan geçirilerek hümanist bir kalıba dökülmesidir. Aleviliği alevilik yapan, yani ideolojik şekillenmesini sağlayan şey, bizzat onun karşı çıktığı ezilme ilişkileridir’’s.382 Şey Bedrettin İsyanı Bayezit karşısında Anadolu’nun renkli siyasal haritası tarihten silinmek üzeredir. Bizans kralı Manuel’den Türkmen beyliklerine kadar herkes, Osmanlı’nın İmparatorlaşmasına karşı bir durdurucu aramaktadır artık. İşte bu kurtarıcı, 1399’da Anadolu’ya doğru, geçtiği yerleri silip süpürerek yol almakta olan Timur olacaktır. Boyun eğmiş eğmemiş tüm diğer güçler, çaresiz bir şekilde kendilerine kan kusturan büyük despota karşı uzaklardaki daha büyük despottan çare umarlar ve hep birlikte Timur’u Bayezit’le savaşmaya ikna ederler. İki ordu 1402’de Ankara Çubuk Ovası’nda karşı karşıya gelirler. Bayezit’in ordusundaki Türkmenler Timur’un ordusuna geçerek oradaki Türkmenlerle birleşirler. Bayezit’in ordusundaki Sırplar ve yeniçeri savaşmaya devam ederler. Bayezit yenilerek esir düşer ve işkenceyle ya da zehir içerek ölür. Timur, Bayezit’in cenazesini Bursa’ya götürmesi için oğlu Musa’yı da serbest bırakır. Timur sayesinde Türkmen beyliklerinin yeniden kurulmasından sonra Timur Frankların elinde olan İzmir’i de fethettikten sonra geri çekilir..s 155 Bundan sonra Bayezit’in oğullarının(Süleyman, İsa, Musa ve Mehmet) aralarında taht mücadelesi ettikleri 1413’e kadar sürecek olan Fetret Devri başlar.s.155 Daha önce Süleyman’ın elinde olan Balkanlar’ı ele geçiren Musa, Osmanlı tarihinde çok önemli bir tercih başlatmıştı. Musa, vezirden sonra gelen askeri kadı, kadıasker (kazasker) makamına, sonraki dönemde komünizan bir karaktere bürünecek halkçı bir kimliğe sahip olan ve ekseni Balkanlar’a kaymış bir Osmanlı’nın dinsel tercihlerinde Hıristiyan-İslam entegrasyonu veya eşitliğine yatkın, Hallac-ı Mansur geleneğine bağlı, panteist bir Hurifiyi, Şeyh Bedrettin’i atamıştı. Şey Bedrettin, görüşlerinde dinler arası ortak yanları içeren ve ortaklaşacılık temelinde halkın çıkarlarının savunuculuğunu yapan bir sufiydi. Rumeli’ne geçmiş olan siyasal ve toplumsal ağırlığın gereğine uygun olarak Bedrettin, diğer fikirlerinin yanı sıra, Osmanlı devlet sisteminin, Hıristiyanlığı tabi konumda tutan niteliğinin düzeltilmesini dayatıyordu. Onun fikirlerinde dinlerin eşitliği ve devlet sisteminde de ‘Hıristiyanlarla ilişkilerin düzenlenmesi ön plana geçti. Bayezit’in haraç ideolojisi de, Musa’nın gazilik fikri de (…) tamamıyla olumsuz şeylerdi. Bedrettin, geniş çaplı bir hoşgörü düşüncesiyle, Türkler ve yerli halk arasında bir kaynaşma sağlamak istiyordu. Dinlerin eşitlik ilkesini bu amaçla yayıyordu. Ancak burada sadece dinsel alandaki ayrımcılığın değil, siyasal alandaki ayrımcılığın da terk edilmesi söz konusuydu. Yenenler ve yenilenler yeni bir devlet sistemi içinde kaynaşmış bir toplum oluşturmalıydılar; (…Şeyh’in öngördüğü) böyle bir toplumda dinsel ve etnik sınırlar kalmayacaktı.’(Büyük Bir Devletin Doğuşu)s.156,157,159 “…Ve sular,parmaklarından dökülüp,tekrar göle dönerken,dedi kendi kendine, O ateş ki kalbimin içindedir,tutuşmuştur,günden güne artıyor.Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna,eriyecek yüreğim ve huruç edeceğim,Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz … ve kuvvetli bilimi,sırrı tevhidi gerçeklendirip…İktidar olup biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz..” Şeyh Beddrettin-1416, Aydın http://siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/seyh_bedrettin_destani.htm Bu fikirlerin Bedrettin’in fikirleri olduğu konusu tartışmalı olsa da bu fikirler Bedrettin’in halifesi Börklüce Mustafa tarafından net olarak ifade edilmiştir.s.160 ‘’Musa’nın Balkanlar’da Süleyman’ı yenerek geliştirdiği egemenlik, hızla bir halk hareketine dönüşerek bölgenin tüm egemenlerinin ve bu arada Osmanlı’nın Rumeli beylerinin çıkarlarını tehdit etmeye başlayınca bu güçlerin hepsi, Osmanlı yüksek bürokrasisiyle birlikte çelebi Mehmet’i desteklemeye başlayacaklardı.’’s.156 Sırp ve Rum egemenlerinin desteğini alan Osmanlı merkezi bürokrasisi, bu güçlerle Musa’yı yendikten sonra onu boğdurarak hem tahtı ele geçirdi hem de Osmanlı’nın yüksek bürokrasisi dahil bölgenin tüm egemen güçlerini Musa ve Bedrettin’in neden olduğu bu halkçı kabustan kurtardı.s.156 Fetret Dönemi sona ermiş, Osmanlı tekrar ayağa kalkmıştı.s.156 ‘’Mehmet döneminin en önemli gelişmesi, hiç kuşkusuz Musa’nın kadıaskeri Şeyh Bedrettin’in öncülüğünde, Anadolu’dan Balkanlar’a yayılan yoksul halkın ve diğer merkezkaç güçlerin ayaklanması ve bunun bastırılmasıydı. Bu, herhangi bir şehzade desteğinden, dolayısıyla taht beklentisinden bağımsız ayaklanma, Osmanlı topraklarındaki halkın ne denli katlanılmaz bir çaresizliğe sürüklendiğinin göstergesi olurken, aynı zamanda Fetret Dönemi’ni atlatan Osmanlı egemenlerinin ne denli büyük bir etkinlik ve gözükaralılığa ulaştığının göstergesi olarak da tarihte çok büyük bir önem taşır.’’s.157 ‘’Bu yaygın ayaklanma, Ankara Savaşı’ndan (Timur-Bayezit Savaşı) beri düzeni iyice bozulmuş, sonraki taht kavgalarında zoraki birbirine kırdırılan ve büyük bir yoksulluk ve çaresizlik içinde sürüklenmiş olan, Müslümanı Hıristiyanı, Alevisi Sünnisi ve değişik etnisitelerden halkın, Şeyh Bedrettin’in şahsında bulduğu kurtarıcı etrafında Osmanlı despotizmine son verme umudunun ifadesiydi.’’s.157 ‘’Çelebi Mehmet’in iktidar tümüyle ele geçirmesinin ardından, Bedrettin’in halifeleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in ayaklanmaları patlak verecektir. Börklüce Mustafa’nın 1415’te Aydıneli’nde (Aydın) başlattığı ayaklanma sırasında Bedrettin, ikamete mecbur edildiği İznik’ten kaçarak önce İsfendiyaroğulları topraklarına oradan da Balkanlar’a geçerek, Osmanlı iktidarı ve resmi görüşünün temel tehdit unsuru haline gelecekti. Bu sırada Bayezit Paşa ve Şehzade Murat komutasındaki güçler, bu ilk isyanı uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra bastıracak ve Börklüce’yi de Roma geleneği üzerinden çarmıha gererek öldüreceklerdi. Bunu takiben Şeyh’in diğer halifelerinden Torlak Kemal’in, onu takiben de Kazova’da Aygıloğlu’nun isyanı başlayacak, ancak bu isyanlar da, yürütülen tenkil politikaları sonucunda ezilecek, sağ kalanların ve tabii önderlerin başı kesilecekti.’’s.157,158 ‘’Bunun üzerine Eflak’ta Sarı Saltuk tekkesini kendine merkez yapan Bedrettin, toprakları ellerinden alınmış sipahilerin, bir kısım Hıristiyanların ve kalenderi dervişlerinin de desteğini alarak 1416’da ayaklanacaktı. İdris-i Bitlisi; ‘Şeyh Bedrettin’in, din ve mezhep bağlarını ortadan kaldırmak, haramları helal saymak, şarabı ve müzik aletleri dinlemeyi mübah addetmek gibi, halktan bir kısım insanların tamah ve hırslarını, dünyevi zevklerini tahrik edecek vaatlerde bulunarak memleketi isyana katılanlar arasında paylaştıracağı propagandasını yaptığını ileri sürer’’’s.158 ‘’İdris-i Bitlisi’nin bu ifadeleri, vakanüvis geleneği içindeki tarih yazımlarının ahlaksızlığını göstermek açısından belgesel nitelik taşıyor. Asgari bir gerçeklikle görüleceği gibi, hayatları tamah, hırs, istismar ve dünyevi zevklerle geçen ve memleketi kendine mülk edenler, halkın bu duruma karşı ‘yeter artık!’ diyen çığlığını ‘tahrik’ olarak kayda geçiriyorlar.’’s.158 ‘’Çelebi Mehmet, ayaklanan halkla birlikte Rumeli’ne yönelen Bedrettin’in üzerine doğrudan kendisi gidecektir. Savaş meydanında sipahilerin kendisini terk etmesi üzerine Bedrettin, Edirne’de ağır bir şekilde yenilecektir. Bunun üzerine Deliorman’a sığınmayı başaran Bedrettin, güçlerini tekrar toplamaya çalışacak; ancak Akıncılar, Yörükler ve Hıristiyan reayadan oluşan güçleri, etkili bir karşı saldırı gerçekleştirmesine yetmeyecektir. Bedrettin, Mehmet’in yoğunlaşan takibatıyla yakalanacaktır.’’s.158,159 ‘’Ancak isminin büyüklüğü karşısında Mehmet onu hemen öldürmeyi göze alamayıp, dönemin din egemenleri devreye sokacaktır. Bir mollalar mahkemesi, baştan belirlenmiş cezaya şer-i kılıf üretmek üzere yargılamayı başlatır. Ancak Bedrettin’in duruşuyla kararı şeriat açısından gerekçelendirmeyi başaramayan heyet, onun siyaseten, devlete isyan gerekçesiyle asılmasına karar verir. Bedrettin 18 Aralık 1416’da, ibret-i alem olsun diye Serez Çarşısı’nda halkın gözü önünde asılır.’’s.159 ‘’Gerçek feodalizm ve üretici güçlerin gelişeceği ortam, imparatorluk karşısında küçümsenen küçük beylikler düzeninden çıkacaktır. Nitekim bu gerçek, sonraki süreçte Osmanlın ile Avrupa arasındaki gelişme farkında da somutlanacaktır.’’s.162 Başka bir ifadeyle, Bedrettin başarıya ulaşıp suçlanıldığı gibi memleketi isyana katılanlar arasında paylaştırmış olsaydı, büyük olasılıkla bu yeni düzenden Avrupa kapitalizminin ve gelişmesinin önünü açan Avrupa usulü feodalizm ortaya çıkacaktı. ‘’Bu yenilginin ardından Osmanlı devletindeki şeriatçı kurumlaşmanın yeni bir zaferle ve artan bir kararlılıkla yoluna devam ettiğini söyleyebiliriz.’’s.163 ‘’(…)Osmanlı tarihi, Osmanlı’nın, düşmanlarına karşı kullandığı yöntemlerin aynısını kendi halkına karşı kullanarak onları köleleştirmesinin tarihi olarak şekillenecektir.’’s.166 ‘’15. yüzyıl başında gerçekleşen Bedrettini direnişin ezilmesi, Osmanlı İmparatorlaşmasının önünü açan bir milat olacaktı. Bunun üzerinden kurumlaşmaya başlayacak olan yapı modern öncesi dönemin son imparatorluğuydu. Bütün imparatorluklar gibi bir fetih, talan, eşitsizlik, despotizm iradesini temsil etmekteydi. Bedrettin ise, tam tersine, bütün benzerleri gibi barışın, paylaşımın, birlikte üretip yönetme hayalinin tarihsel sesiydi.(…)’’s.165 ‘’tarihin bütün dönemleri ve örneklerinde görüldüğü gibi imparatorlaşmak ve imparatorluk siyaseti, adaletsiz bir hiyerarşinin içte ve dışta kendini dayatmasıdır; boyun eğdiriyorsa sömürmesi, eğdiremiyorsa katletmesidir. Bu basit ve evrensel gerçekliği anlayabilmek için, tarihe ve bugünümüze ideolojik ön koşullamalardan kurtularak bakabilmek yeter.’’s.165 ‘’Tabii imparatorluklar da sonsuz değildir ve onların ulaşabildiği zirveler, aynı zamanda çöküşün de başlamasının işaretidir. Bu dönemler, eğer çürütülmemişse halkların da tepki vermeye başladığı dönemlerdir. Bedrettin’den 100 yıl sonrasının Osmanlısı işte böylesi bir zirveyi yaşamaktadır. Osmanlı’nın Yavuz ve Kanuni namlı despotlarının dönemi, kanla, öldürme fetvalarıyla örülmüş devasa bir imparatorluğa işaret ederken, aynı zamanda zincirlerinden başka kaybedecek şeyi kalmayan halkın ‘artık yeter!’ demeye başladığı dönemdir.’’s.165,166 ‘’Osmanlı’nın tarihi üç büyük direniş dalgasıyla karşılaşacaktır. Bunların birincisi Fatih dönemi de dahil kuruluştan imparatorlaşmaya geçen 14. ve 15. yüzyıllara damgasını vuran ve ilhak edilen Türk-Müslüman beyliklerin direnişleridir. İkinci dalga 16. ve 17. yüzyıl imparatorluk dönemine damgasını vuracak olan ve önce Kızılbaş sonra da Celali ağırlıklı halk ayaklanmalarıdır. Üçüncü dalga ise 19. yüzyıldaki Hıristiyan ve diğer bağlı halkların bağımsızlık mücadeleleridir.’’s.166 ‘’Beyliklerin Osmanlı’ya karşı direnişlerinin son olarak Fatih döneminde iyice ezilmesi ve yine aynı dönemde ekonomik dengelerin bozulmasına bağlı yükselen pahalılık ve keyfiyetler halkı ayaklanma noktasına getirmiştir. İşte bu koşullarda Fatih’i izleyen dönemde başlayacak olan Türkmen halk hareketi de sınıfsal bir karaktere bürünecektir. Bu isyanlar resmi tarihlerce genellikle es geçilecek, gerçek nedenleri ve bunun yanı sıra alan ve nüfus yaygınlıkları ve sıklıkları gözlerden gizlenmeye çalışılacaktır. En bağnazları bu isyanları ‘sapkınlık’, ‘rafizilik’ diye açıklarken, daha usturuplu olanları ise bir Acem devleti olarak tanıtacakları ‘Safevi Devlet’nin Osmanlı’yı içten çökertme girişimlerinin sonucu,’ diye çarptıracak; böylece hem bizzat düzenin kendisinden kaynaklandıklarını gizlemeye hem de bastırılmalarını meşru kılmaya çalışacaklardır.’’s.167
Nazım HİKMET – Şeyh Bedrettin Destanı
siir.gen.tr
Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Duka…Çünkü ‘’ Hep bir ağızdan yaratmaya çalıştıkları ‘600 yıllık istikrar, adalet ve huzur’ tablosunu alaşağı eden nirengi noktalarıdır bu isyanlar. Çünkü bunların yaygınlığı ve nedenleri ortaya konulduğunda, Osmanlı tablosu daha çok bir adaletsizlik ve kıyım tarihi haline gelmektedir. Kuşkusuz ki Osmanlı adaletsizlik ve kıyım tarihinden ibaret değildir; ancak bunların, Osmanlı tablosunun en temel renklerinden olduğu da açıktır. İşte bu nedenle isyanları ve nedenlerini araştırmak, onları derli toplu bir Osmanlı tablosunun olmazsa olmaz bütünlüğü içine yerleştirmek, Osmanlı gerçeğini kavramakta temel sorun alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.’’s.167,168 ‘’Kendi Türkmen ve heterodoks geleneğine yabancılaşarak beylikleri ezdikten sonra, Osmanlı egemenliğine karşı gelişen halk tepkisi, artık beylerin öncülüğünde değil, doğrudan kendi içlerinden çıkaracakları önderlerin etrafında toplanarak direnmek olacaktır. Bu geleneğin de ezilmesinin ardından iyice derinleşen çaresizlik, Celali ayaklanmalarında olduğu gibi kitlesel bir eşkıyalık biçiminde patlak verecektir.’’s.166 Baskı ve ayaklanmaların gerçek nedeni ekonomik ve siyasal.s.172 Sadece Fatih döneminde 16 krat olan Osmanlı akçesinin 1480’lerde 5.25 krata düştüğü, çift resminin 22 akçeden 32 akçeye çıkarılması gerçeği bile yaşanan enflasyon ve fakirleşmeyi göstermek açısından çarpıcıdır. ‘’Bürokrasinin artan harcamalarını karşılamak üzere vergi artırımı politikasının başlangıç dönemi de bu dönem olacak, bunu karşılamak üzere hem vergi artırımı hem de yeni vergi koyma politikasıyla halk, artan bir sömürü ve istikrarsızlığa sürüklenecektir.(…)Tüm bunların üzerine 1494-1503 yıllarında yaşanan büyük bir kıtlık ve veba, sarayı değil ama Anadolu’yu altüst edecektir. Ve bu atmosferden, farklı olması nedeniyle bir kat daha ezilen Alevilerin isyanı patlayacaktır.’’s.173 ‘’Bu dönem Anadolu’sunda halk çoğunluğunun doğal inancı Alevilik, kültürel yapısı da Türkmendir.(…) Bu süreçte Anadolu’nun eski yerleşik halkının önemli bir kesimi de, kendi doğallığında bu Batıni-Türkmen kimliği benimseyecek, ortak kaderle aynı baskı ve direniş sarmalına katılacak, bu sürecin doğallığında Türkçe, Anadolu’nun hakim iletişim dili halne gelecektir. Doğallıkla diyorum, çünkü Osmanlı’nın, ulusal devlet örneklerindeki gibi topluma tek dil dayatma yönelimi olmayacağı gibi, tersine Türkmenleri temel düşmanı bellemiştir. Osmanlı’nın derdi Türkleştirmek değil, Ortodoks-Hıristiyan Kilise ve diğer kurumlar üzerinden vergi denetimi altında tuttuğu gayrı-Müslimler hariç, halkın bütününü Sünni-İslamlaştırmaktı. Geçmişte Bizans ve Ortodoks yapıya uzak kalmış halktan Rumların da bu yeni süreçteki tepkisi Türkmenlerle örtüşmüş, bu ise hem kaynaşmayı hem de Türkmenleşmeyi geliştirmiştir. Sürecin belirleyici etkeni ortak sınıfsal karakterdir. Esasen bu durum Bizans dönemindeki halk ile egemenler arasındaki saflaşmanın, Osmanlı egemenliğindeki yeni koşullarda devamıdır Dünkü Bizans sarayının yerini Osmanlı sarayı alırken, halk açısından da dünün Rumi ağırlıklı kültürel atmosferi Türkmen ağırlıklı bir yapıyla yer değiştirmiştir. 0smanlı Sarayı da onları kendine tebaalaştırmak için (tıpkı dün Bizans Sarayı’nın Ortodoks-Hıristiyanlığı yaygınlaştırmadaki amacında olduğu gibi) Ortodoks-İslamlığı topluma dayatmaktadır. Bu dayatmanın nedeni ise, hep yinelediğim gibi, sömürü ve denetimi güvence altına almak, halkı kullaştırmak ve tebaalaştırmak, yönetimin her türden savaş, vergi, göç ettirme gibi keyfiliklerine kayıtsız şartsız boyun eğmesini sağlamak, onların ruhlarını teslim almaktır. Ancak 16. yüzyıl başında henüz hem Anadolu’nun fethi tamamlanmamıştır hem de halkın ruhunun teslim alınması. Bu nedenle bu dönemde Osmanlı Sarayı, hem Anadolu ve diğer İslam coğrafyasının fethine hem de halkın mutlak tebaalaştırılmasına yönelecektir; ki bu misyonun padişahı, Yavuz lakaplı 1. Selim olacaktır.’’s.173,174,175 ‘’Diğer yandan bu dönem içinde Osmanlı’nın doğusunda (İran) ortaya çıkan Safevi devletinin hızla büyümesi ve Anadolu Türkmenleri nezdinde olağanüstü bir etkinlik sağlaması da, osmanlı’nın doğu seferini zorunlu kılıyordu. Gerçekten de bu dönem Anadolu’sunun bütününde halk, Osmanlı’nın ağır vergileri (vergi çeşitleri s.177)ve Sünnileştirme politikalarına karşı direnişe yönelmekte ve kurtuluşu Safevi devletinin genç önderi Şah İsmail’de görmektedir.’’s.175 ‘’(…)Osmanlı artık halkın anlamadığı bir melez dil olan Osmanlıca konuşur ve devşirme bir bürokrasiyle yönetilirken, Safeviler duru bir Türkçe konuşmakta, Türkmen geleneklerini sürdürmektedirler. Anadolu Türkmen halkıyla Şah İsmail ve onun Türkmen devleti arasında doğrudan bir dil ve kültür birliği vardır.’’s.177 ‘’Bu niteliğiyle halk, kendini ezen Sünni-devşirme Osmanlı’ya muhalif olup henüz, Şiileşmekten Acemleşmekten çok uzak olan Safevi Türkmen devletleşmesine yakındır. Safevi devleti ise, dinsel ve siyasal-örgütsel yapı olarak Osmanlı’nın ilk dönem yapısıyla büyük benzerlik gösterirken devlet olarak henüz kurumlaşmasını tamamlamamıştır. Bunla birlikte alabildiğine dinamik, dolayısıyla Osmanlı’ya başlıca rakip ve Müslüman Doğu’ya bütünüyle egemen olmanın yanı sıra (Yeni yolların keşfedilmesiyle, Osmanlı’nın geç aklıyla henüz farkında olmadığı ve artık önemini yitirmeye başlayan) İpek Yolu’nu bütünüyle denetim altına almanın da önündeki fiili engeldir.’’s.175 ‘’(…)Kaldı ki Yavuz, Safevi üzerine yürüken henüz kılıç zoruyla da olsa henüz halife olabilmiş değildi.’’s.176 1511’de başlayan Şahkulu ayaklanması, Bedrettin’den sonra ilk örgütlü halk hareketi olacaktır.s.185 Şahkulu ayaklanmasını, Osmanlı devleti adına araştıran görevlinin Divan’a verdiği raporda belirtildiği gibi, halk giderek ağırlaşan bir şekilde haksızlıklara uğramaktadır. Bunu bastırmakla görevli sipahiler ise ayaklanmayı neredeyse desteklemektedirler. Çünkü tımarları ve gelir kaynakları kesilmekte, ellerinden alınmakta, satılmaktadır. Alınıp satılan tımarlar altında asıl haraca bağlanan ise köylüdür. S.183Ayaklanmada Kızılbaş(Alevi) tonu belirgindir, ancak asıl faktör halkın ayaklanma dışındaki umutlarını yitirmesindeki çaresizliğinin yanı sıra tımarları ellerinden alınıp ‘Saray hademelerine verilen Türkmen sipahilerin tepkisidir.s.185 Ayaklanmanın temel nedeninin inanç ayrılığı olmadığı bizzat sipahilerin katılımından ve devlet raporunun teslim ettiği yolsuzluklardan bellidir.s.183 ‘’Antalya yöresi Türkmenleri üzerinden başlayıp kısa zamanda yayılan Şahkulu ayaklanması padişah’ın ordu göndermesi üzerine bastırılarak Şahkulu öldürülür. İşte kadın erkek birlikte girdikleri bu savaşta önderlerini kaybetmeleri üzerine geriye kalanlar Safevi’ye doğru çekilirler. Bu arada 1512’de Sivas merkezli yeni bir ayaklanma, Nur halife ayaklanması başlar ancak gönderilen orduyla bu ayaklanma da bastırılarak Nur Ali Halife de öldürülür.s.186 ‘’Bu arada Yavuz Selim, bir darbeyle babası 2. Bayezit’i tahttan indirp yerine geçer ve Kızılbaşları ‘kafir ve mülhid’ ilan edip kitlesel olarak katledilmelerini ‘vacip’ gören fetvayı aldıktan sonra saldırıya geçer. İlk hedef Kızılbaşlardır, ardından da Safevi’ye karşı topyekün saldırıya geçecektir.’’s.186 ‘’Ancak Anadolu’da yürütülen tenkil ve ardından Şah İsmail’in yenilmesi(1516) genel hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmadığından ayaklanmalar devam eder. Şah İsmail devre dışı bırakıldığı halde halkın ayaklanmaya devam etmesinin önü alınamamıştır; çünkü sebep dışta değil içtedir, bizzat Osmanlı düzeninin kendisidir. Nitekim Yavuz Mısır seferine çıkarken Yozgat Türkmenlerinden Şeyh Celal ayaklanır. 1519’da ayaklanma dağıtılarak Şeyh Celal yakalanıp parçalanır.’’s.187 ‘’Baba Zünnun ayaklanması ise, köylülere yapılan zulümle patlamıştır.’’s.185 ‘’Bu arada Kanuni Süleyman gelir. Halkın iliğinden akçe çıkarmaya yönelik yeni uygulamalarla durum daha da ağırlaşır. Yozgat köylülerinden Söğlün Koca, kendisine biçilen verginin yarıya indirilmesini istediğinde, zorla sakalı kesilip aşağılanınca çevre halkı Baba Zünnun önderliğinde ayaklanır.Yıl 1525.’’s.187 Ayaklanma, gönderilen orduyla ezilir, ayaklanmacılar kılıçtan geçirilir, Baba Zünnun öldürülür.s.188 1526’da o güne kadarki ayaklanmaların en büyüğü ve ‘en tehlikelisi’ olan kalender Çelebi ayaklanması başlar. Bu ayaklanma kısa zamanda yayılır ve hemen hemen Türkmenlerin tümünü yanına alır. Ayrıca daha önceki Şeyh Celal ayaklanmasını bastıran ve Yavuz Selim tarafından Dulkadir Türkmen Beyi yapılmış olan Şehsuvar Ali Bey’in Kanuni tarafından öldürtülmüş olması bir yana tımarlarına el konulmuş sipahiler de ayaklanmanın çapını artırıyordu.s.188 Ayaklanmayı bastıracak olan orduya katılan beyleri ve güçleri de yenince Osmanlı ordusunun bütün ağırlığı Kalender Çelebi’nin eline geçer.s.189 Bunun üzerine İbrahim Paşa, çözümü ayaklanma güçlerini bölmekte bulur: Dukadirli neylerine, dirliklerini kendilerine iade ve yolsuzlukları engeleyeceğine dair gizlice söz yollayarak onları Kalender’den ayırmayı başarır. Güçleri iyice azalan Kalender’i Başsaz denilen yerde sıkıştırarak ezer, Kalender ve Ona sadık Dulkadir beylerinden Veli Dündar’ın başlarını kesip atların arkasına bağlayarak Kanuni’ye sunar. Yıl 1527.’’s.189 Son Büyük Alevi ayaklanması 1578’deki Şah İsmail ayaklanmasıdır. ‘Düzmece’ diye tabir edilen bu Anadolulu şah İsmail 1576 iran seferiyle de örtüşür. Ancak ayaklanmalar artan vergilerin dayanılmaz boyutlara ulaşmasının sonucudur.s.192 Bu dönem Osmanlısında, Alevi Sünni, reaya, suhte, ehl-i örf ehl-i şer ayrımı olmadan her kesimi ve her bölgesiyle büyük Celali ayaklanmalarına doğru hızla savrulduğu, çok ağır bir bunalım, sömürü ve zulüm yaşanmaktadır.s.193 Pir Sultan Abdal Bu ayaklanmalar sürecinde, sadece eylemiyle değil, sözü ve sazıyla da çok önemli bir rol yüklenmiş olan halk direnişinin en önemli simgelerinden biri de Pir Sultan Abdal’dır. Onda yaygın kullanım bulan ‘şah’ miti etrafında, o dönem Türkmenlerinin tercihlerini buluruz. O, devşirme Osmanlı’ya karşı Türkmen Safevi’den, şeriatçı baskıya karşı kendi Kızılbaş inancından ve tabii dayanılmaz baskı ve eşitsizliğe karşı adil bir düzen için mücadele misyonunun bayraktarıdır. Böyle bir tepki ve özlem, Pir Sultan’ın söyleminin temel özelliği olup, günümüz resmi tarihçiliğinin egemen otorite ve eşitsizlikçi düzenden yana çarpıtmalarına karşı bu gerçeklerin özellikle anımsatılması gerekiyor. Pir Sultan Abdal geleneği, bize, değiştirilmesi istenen düzenin yerini alacak, özlenen, uğrunda savaş verilen toplum düzeninden çizgiler verir. Bunların en belirlisi, elinde hak ve adalet kılıcı taşıyan, yaşadığı yere bolluklar ve şenlikler getirecek olan bir güçlü varlık düşüdür. Bu yüce varlık, ara sıra kimsenin hakkını kimsede koymayan Tanrı’dır; pek seyrek olarak Muhammed’dir. Asıl ve çokluk, Ali ve onun soyundan gelen imamlardır. Hüseyin’dir, Şah’tır, Güzel imamdır, Ali neslidir ve nihayet Mehdi’dir. Pir Sultan’ın deyişlerinde yansıyan ‘Şah’, sırasıyla Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail, daha sonra Bektaşi Tekkesi Postnişini Şah Kalender şeklinde çeşitlilik gösterir. Şah dosttur ve gelip kendilerini ‘Rum sultanından’, daha da ötesi ‘kafir’ ve münkir addedilen Osmanlı’dan kurtaracaktır. ‘’Bu kavganın temelinde yeni bir toplum düzeni arama vardır. Ancak Pir Sultan Abdal, içinde yaşadığı düzenin sosyal ve ekonomik temelinden çok, güçlüleri ile kavgalıdır. Onun baş düşmanları, Osmanlın düzeninin (sözde) adalet dağıtıcıları, kadıları, ve müftüleri; siyasi gücü elinde tutanları, Beylerbeyileri, paşaları, valileri; sonra da onların ardındaki en büyük din ve siyaset gücü olan sultandır. Aşık şiirlerinde irili ufaklı Osmanlı memurlarını kınama, taşlama bir gelenektir. Ama padişa-sultan her zaman kötülüklerin üstünde görülmüş, ona dil uzatılmamıştır. Pir Sultan, tam tersine, en ağır yergilerini sultanın kendisine yöneltir. O ve Sivas’taki el ulağı Hızır Paşa, bütün kötülüklerin baş sorumlusudur.’’(İlhan Başgöz, Pir Sultan Abdal ve Pir Sultan Abdal Geleneği,s.48)s.197 Uğrunda kavga verilen bu düzende padişah masumları boğdurmayacak, halkın feryadına sağır olmayacak, paşalar hak söyleyen dili kesmeyecek, yetimin yoksulun hakkı yenmeyecek zulüm olmayacak, Tanrı adaleti yürüyecektir Pir Sultan Abdal’ın kişiliğinde, Anadolu Türkmenlerinin Osmanlı karşıtı ayaklanmasının edebi destanının yanı sıra, aydın sorumluluğu anlamında da kararlı bir duruş görürüz.s.194 İşlediği konuların zenginliği, söyleminin gücü, dili ve deyimleriyle günceli ve bireysel olanı dile getirirken tarihsel ve toplumsal olanı yakalayıp ezilenlerin özlemlerini dile getirmesi, emeği kutsayıp ‘cennet’i dünyada araması’, deyişlerinin etkisini ve yaygınlık alanını artıran, onu özgün kılan öğelerdir. ‘’Dünyanın üstünde kurulu direk Emek zay olmadan sızlar mı yürek Bu yolu kim kurmuş bizler de bilek Söyle canım söyle dinlesin canlar Pir Sultan Abdal’ım farz ile sünnet Yola gelmeyene edilmez minnet Cümlenin muradı dünyada cennet Söyle canım söyle dinlesin canlar’’ Mücadelenin dinamikleri ezilmiştir, acılıdır, ama yaralarını yine de azimle sarar, zamana, idama, yokluğa yenilmez: ‘’Ötme bülbül ötme şen değil bağım Dost senin derdinden ben yana yana Tükendi fitilim eridi yağım Dost senin elinden ben yana yana Haberim duyarsın peyikler ile Yaramı sararsın şehitler ile Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile Dost senin elinden ben yana yana Pir Sultan Abdal’ım doldum eksildim Yemeden içmeden kesildim Hakkı pek sevdiğim için asıldım Dost senin elinden ben yana yana Yargılanıp idamla yargılanınca onurlu sesini şöyle yükseltecektir: ‘’Koyun beni hak aşkına yanayım Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan Kadılar müftüler fetva yazarsa İşte kement işte boynum asarsa İşte hançer işte kellem keserse Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan Ancak onu astıracak olan Hızır Paşa, Osmanlı hizmetine girmezden çok önce Pir’in müridi olduğundan onu astırmakta ikirciklidir. İçinde ‘şah’ adı geçmeyen üç şiir okuması, yani ideolojik teslimiyet bildirmesi halinde onu affedeceğini söyler. Bunun üzerine Pir Sultan Abdal, tam tersine, paşanın huzurunda içinde ‘şah’ adı geçen üç şiir okur. 1-‘’Hızır Paşa bizi berdar etmeden Açılın kapılar Şah’a gidelim Siyaset günleri gelip çatmadan Açılın kapılar Şah’a gidelim’’ 2-‘’Sivas ellerinde sazım çalınır Çamlı beller bölük bölük bölünür Dosttan ayrılmışım bağrım delinir Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa Gör ki neler gelir sağ olan başa Hasret koydun bizi kavim kardaşa Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz’’ 3-‘’Eğer Göğeriben bostan olursam Şu halkın diline destan olursam Kara toprak senden üstün olursam Ben de bu yayladan şaha giderim Dost elinden dolu içmiş deliyim Üstü kan köpüklü meşe seliyim Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim Ben de bu yayladan şaha giderim Alınmış abdestim aldırırlarsa Kılınmış namazım kıldırırlarsa Sizde şah diyeni öldürürlerse Ben de bu yayladan şaha giderim Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz Gitti giden ömür geri dönülmez Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz Ben de bu yayladan şaha giderim’’ Diyerek zulme boyun eğmemenin bayrağı olur. Pir Sultan asılır. Paşadan tek istediği sehpaya elleri çözülü çıkmaktır. Ardında bıraktığı yakınlarından da kendine yaraşır davranmalarını ister.s.201 ‘’Bu anlamda Şahkulu ve onu takip eden ayaklanmalar, Baba İshak ve Bedrettin ayaklanmalarının devamı olacaktır.’’s.185 ‘’Bu anlamda Şahkulu ve onu takip eden ayaklanmalar, Baba İshak ve Bedrettin ayaklanmalarının devamı olacaktır.’’s.185 Yenilgi sonrası canlarını kurtaran Türkmenler Safevi devleti Anadolu halkıyla aynı inanç ve aynı dili kullanan bir Türk devleti olduğundan doğal olarak Safevi’ye sığınırlar.s.184 ‘’Bu arada Safevi’ye sığınan Anadolu Türkmenlerinin Safevi iktidarını da rahatsız ettiği, nitekim başta Şahkulu olmak üzere, kendilerine sığınan Anadolu’nun halk önderlerininin katledildiği bilinmektedir.’’s.184 ‘’Dolayısıyla bu sığınmadan hareketle, ayaklanmaların Safevilerce örgütlendiğini iddia etmek, kendi halkının sorunlarını çözmek yerine onu sömürmeyi ve baskı altında tutmayı amaçlayan despot devlet mantığının, çözmek istemediği toplumsal sorunları ‘dış güçler’e bağlayarak saptırıcı karakterinin doğal yansıması olarak görülmelidir.’’s.184 ‘’Bu ayaklanmalar ‘Osmanlı yönetiminin baskı ve zulmü ile birleşen yoksulluktan çıkmış, ancak muhalif bir dinsel kimliğe bürünmüştür.(resmi tarih tarafından da ekonomik neden gizlenerek bu dinsel neden öne çıkarılarak gerçekler çarpıtılmaktadır) Marks’ın da belirttiği gibi burada din, ‘ıstıraba karşı protesto’ aracı olarak ciddi bir işlev görecekti. Ama yalnız halk için değil, aynı şekilde egemenler açısından da halkı kontrol altında tutmanın, tutamıyorsa ezmenin kutsal gerekçesi olacaktı. Bir farkla ki, her iki tarafın da kendini ifade aracı olan dinsel kimlikler farklı farklıydı. Halk bu kimliği Osman’ın, Ede Bali’nin ve kurucu gazilerin dahil olduğu heterodoks dinde, hatta onun sınıfsal tepkiler temelinde biraz daha halklaşmış bir yorumunda, yani Kızılbaşlıkta bulurken, padişahlık, çoğu Acem’den Arap’tan gelen Sünni ulemanın kurumlaştırdığı Ortodoks anlayışta buluyordu. Biri tanrı’nın adalet imgesine vurgu yapıyordu, diğeri otoriteye.’’s.168,169 Anadolu Türkmenlerini asıl rahatsız eden ve ayaklanmalarına neden olan durum Osmanlı’nın ekonomik, siyasal ve dinsel baskılarıdır. Durum buyken Anadolu halkının Osmanlı despotizminin gelişen baskısına karşı meşru ayaklanmalarını ‘’yabancı’’ bir devletin manipülatif ajan harekeleri olarak görmenin, yapılan kıyımları, örneğin Yavuz döneminde Şah İsmail’e sığınan, onun egemenliğini isteyen 40 bin alevi Türmen’e karşı, verilen bir fetvayla cihat ilan edilerek idam ve hapis edilmelerini mazur göstermeye ve aklamaya çalışmanın en küçük bir temeli yoktur. S.178 Diğer meşru dinlere karşı, haraç(cizye) karşılığında da olsa hoşgörülü davranan devlet ve uleması bu hoşgörüyü Alevilerden esirgemektedir. Çünkü Alevilik düzeltilmesi veya cihat edilmesi ve imha edilmesi gereken, öldürülmeleri caiz, malları helal, nikahlamanın batıl olduğu, ‘’sapkın’’ bir inanç olarak meşruiyetten yoksundur. S.180,181 Dolayısıyla Osmanlı’nın çok dinliliği, hoşgörüsü ve laikliği Aleviliği kapsamamaktadır. ‘’Ayaklanmalar özellikle Bayezit döneminde belirginleşiyor ve Yavuz, Kanuni dönemlerinde artan halk katılımı ve sıklaşan aralıklarla iyice yaygınlaşıyor. Osmanlı’nın ‘en parlak dönemi’ diye anılan bu dönemde Anadolu halkı ardı arkası gelmez bir şekilde ayaklanmakta ve tabii ardı arkası gelmez bir şekilde kırılmaktadır.’’s.168 Bu noktada onu yeniden nesnel bir gözle sorguladığımızda ‘Kimin için ‘parlak dönem?’ sorusunun yanıtı, aynı zamanda ‘Kimin Osmanlı tarihi?’ sorusunun yanıtını vermektedir. Çünkü söz konusu bu ‘parlak’lığın halkın sefalet, keyfi yönetim ve zulme karşı zincirlerini kırarak başlattığı ayaklanmaları ve bir de iç yüzü vardı.s.168 ‘’ ‘’İşte bu koşullarda Anadolu halkı, karşı karşıya kaldığı bu sefalet, denetim altına alınma ve ayrımcılık dayatmalarına karşı son çareye başvurarak peşpeşe ayaklanmalara başlar. Adeta çoban ateşi gibi biri bastırılırken diğeri patlamaktadır. 1510-1530 arasında Şahkulu, Nur Halife, Şeyh Celal, Kalender Çelebi ve Baba Zünnun ayaklanmaları, irili ufaklı direnişlerden ayrımla Osmanlı’nın başına bela olacak ve ancak merkezi orduların yinelenen saldırılarıyla bastırılabilecek büyük ayaklanmalar şeklinde birbirini takip eder.’’s.182 Kaynak: Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın

ELE DİLE BELE SAHİP OLMAK

Hıdır Hoca Hacı Bektaş-ı Veli’nin, hayvanlardan farklı yaşamamız konusunda bize yaptığı en anlamlı öğüttür. ELE SAHİP OLMAK: Hiçbir canlıyı, elimizle incitmemek anlamını içermektedir. Kişi eline sahip olmakla; kendisini her türlü şiddetten, hırsızlıktan, cinayetten korumuş olur Bize ait olmayan bir şeyi izinsiz almamalı, hırsızlık yapmamalı, kul hakkı yememeli, hakkımızdan ve nasibimizden fazlasına göz koymamalıyız. Başkalarının malını kıskanmamalı, bize emanet edileni korumalı, kötülük yapmamalı, gücümüzü birilerine baskı aracı olarak kullanmamalı, adam öldürmemeli, düşmanımız kin olmalıdır. Elimizle koymadığımızı almamalı ve yetmiş iki millete aynı nazarla bakmalıyız. Alevi felsefesine göre, Allah’ı temsilen AKIL, Şeytan’ı temsilen NEFİS bedenimizde bulunmaktadır. Nefsimize uyduğumuz sürece Şeytan’a, aklımıza uyduğumuz sürece Allah’a kulluk yapmaktayız. Tasavvufta “çile çekme” kavramı, her konuda nefsi öldürmeye yönelik olarak sufilerin tabi tutuldukları birinci sınav olarak gözükmektedir. Dervişler mutlaka çilehanelerde çile çekme ile yükümlü tutulmuşlardır. Çile, kırk gün nefse cihat uygulama yöntemidir. Çile çekmeden, nefsi öldürmeden kişi kemale eremez. Yani insanı kâmil olmak için, cefaya sabretmek, küfür deryasında imanı bulmak, rıza şehrinde haspuhal olmak gerekir. Nefis el ve ayağı suça yönelttiğinde akıl “oşt” dedirtmeli insana. O zaman, EL öteki ELİ Hakk’a ulaştıran kutsal bir aracı olur. DİLE SAHİP OLMAK: Dil, gerek insanlarla ve gerekse diğer canlılarla iletişim kurduğumuz biyolojik organımızdır. Dilimiz bazen başımıza umulmadık belalar açar, bazen de bizi ihya eder. Diline sahip olan kişi, kendisini her türlü yalandan, sahtelikten korumuş olur Eğer direktifleri dile AKIL verirse kemaletimiz, NEFS verirse cehaletimiz ortaya çıkar. Dilimiz nefsten direktif alırsa, dedikodu, iftira, küfür, yalan, hakaret vb. davranışlar yaptırır bize ve sonucunda insanlar nefret edip bizden uzaklaşırlar. Fakat dilimiz akıldan direktif alırsa dostluk, barış, hoşgörü, muhabbet gibi ortamlar oluşarak, insanların bizi sevip saygı duymaları ortamı oluşur. Alevi-Bektaşi felsefesinde dil; zikre gözyaşı katarak yalvarıp yakaran, insanları mutlu etmeye çalışan, kin ve nefreti yok etmeye çabalayan konumda olması gerekir. Yunus Emre; aşağıdaki dörtlükle dilimizin, hayatımızdaki yerini ne güzel açıklıyor. Söz ola kese savaşı Söz ola bitire başı Söz ola ağulu aşı Bal ile yağ ede bir söz BELE SAHİP OLMAK: Kaba tabiriyle ZİNA yapmamak anlamını taşır. ZİNA, Kuran-ı Kerimde birçok Surede zikredilir. Bunlardan bazı ayetler şunlardır. NİSÂ SURESİ 24. AYET: Sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, iffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla (mehirlerini verip) istemeniz size helal kılındı. Onlardan (nikahlanıp) faydalanmanıza karşılık sabit bir hak olarak kendilerine mehirlerini verin. Mehir belirlendikten sonra, onunla ilgili olarak uzlaştığınız şeyler konusunda size günah yoktur. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. MÂİDE SURESİ 5. AYET: Bu gün size temiz ve hoş şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla, daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Her kim de inanılması gerekenleri inkar ederse bütün işlediği boşa gider. Ahirette de o, ziyana uğrayanlardandır. İSRÂ SURESİ 32. AYET: Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur. NÛR SURESİ 24. AYET: İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır. FURKÂN SURESİ 68. AYET: Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. Açıkçası, Rabbimiz bizden ahlaklı, terbiyeli ve onurlu bir yaşam sürdürmemizi ister ve nikâhlı eşimiz dışındakilere kardeş gözüyle bakmamızı emreder. Edepli ve hayâ sahibi olmamız gerekir. Bu kavramları biraz daha açmamız gerekmektedir. EDEP Cemlerimize katılanlar, “edep erkân, sükûtu lisan, mümine nişan” söylemini duymuşlardır mutlaka. Çünkü ERKÂNI yürütmeye EDEP ile başlanır. Ayrıca Alevi-Bektaşi felsefesinde “Vel haya i min el iman” söylemi vardır. Yani, imanın temel şartı hayâdır. İnsanı hayvandan ayıran temel fark ta edep ve hayâdır. Hayâ ile iman yapışık ikizler gibidir, biri yoksa öteki de yoktur. Bu anlamda Mevlana diyor ki “ne adamlar gördüm üstünde elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde adam yok.” Buradaki elbiseden maksat zenginlik ve fakirliktir. Demek ki edepli olmak için, zengin olmak ya da okuyup tahsil etmek te ölçü değildir. Edebin ölçüsü Alevi-Bektaşi felsefesindeki “sen seni bilir isen nuru Huda’sın, sen seni bilmez isen Hak’tan cüdasın” söyleminde mevcuttur. Biraz da EDEBİN sözlük anlamına bakalım. Edep, güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, hayâ, nezaket, zarafet gibi manalara gelir. Edep, Arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı saygıdır. Yani, yaratandan ötürü yaratılana saygı duymak anlamına gelir ki, içeriği çok geniştir. Bir bakıma, insan ile hayvan arasındaki farktır edep. Edep kelimesinin çoğulu ADAPTIR. Alevi erkânında, biz edepi edepsizden öğreniriz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (İman edenler arasında kötülüğün, hayasızlığın yayılmasını isteyenler ve sevenler için dünyada da ahirette de elim bir azap vardır.) [Nur 19] Kısaca, konuşurken, düşünürken, yiyip içerken, yatarken, otururken, okuryazarken velhasıl her türlü iş yaparken edep ölçülerine dikkat etmeliyiz. Edebin ölçüsü şudur; bize yapılmasını istemediğimiz bir davranışı başkasına yapmamalıyız. Edeptir insanı insan yapan, Hayâdır insanı kâmil eden, Hıdır Hoca, edebi arar iken, Rabbi der ki, edepsizden öğren. HAYÂ: Utanma demektir. Edepli bir insan, hayâ duygusu taşır. Derler ki “ bir insan Allah’tan korkmaz, kuldan utanmazsa o insandan her türlü kötülük beklenir.” Hayânın imanla bağıntısına dikkat edilirse, imanı olanın hayâsı, imanı olmayanın da hayâsızlığının söz konusu olduğu görülür. Zira, Hz. Peygamber ” hayâ imandandır” demiş ve “din nedir?” diye sorulduğunda ise “din güzel ahlaktır” buyurmuştur. “Hayâ on kısımdır. Dokuzu kadında, biri erkekte mevcuttur) hadisinde de bildirildiği gibi, kadınların hayâsı erkeklerden fazladır. Hayânın en güzel örneklerinden biri DÜZGÜN BABA efsanesinde gizlidir. Düzgün Baba o kadar HAYÂ sahibidir ki, babası “kış günü hayvanlarını doyurmak üzere meşe yeşerttiğini” gördü diye kaçıp SIR olur. Ya Hu Edep Yetmez su hava toprak ateş Ya Hu edep illa ki edep Çamuru pişirmeden güneş Ya Hu edep illa ki edep Dil ile hayvanı bağlasan Göz ile yürekler dağlasan Öz ile özünden çağlasan Ya Hu edep illa ki edep Güneşe baksan yüzü solsa Asanı atsan yılan olsa Deryalar avucuna dolsa Ya Hu edep illa ki edep Oturup Nebilerle yesen Sen olsan gönüllerde esen Bir olup enel-Hak’ ta desen Ya Hu edep illa ki edep Şeytanın kast etsin dalaşsın Varsın dört yanını dolaşsın Anka olup dağları aşsın Ya Hu edep illa ki edep El uzatıp aya dokunsan Şems’e giden yolu da bulsan Yetmez, insanı kâmil de olsan Ya Hu edep illa ki edep İhsan Ertem Ancak Alevi-Bektaşi inancında TEVELLA VE TEBERRA düşüncesinin olduğunu da unutmamak gerekir. TEVELLA: Ehlibeyt ve nesline sevmek ve ona dost olmaktır. TEBERRA: Ehlibeyt ve nesline düşman olanlardan uzak durmak demektir. İnancımızda, tevella ve teberradan haberi olmayan kişiler için ZAHİD veya HAM ERVAH tabiri kullanılır. Ele, dile, bele sahip olma içeriği, tevella ve teberra dışındadır. Zira YOL her şeyden uludur. Sonuç olarak insanın hayvandan farkı, eline, diline, beline sahip olması ile mümkündür. Eline, diline, beline sahip olan insan, kendini bilen insandır. Kendini bilen insan ise kâmil insandır. Sen seni bilir isen nuru hudasın, sen seni bilmez isen haktan cüdasın. Hüüüü gerçeklerin demine. Hıdır Hoca

İRAN’DAKİ BAZI CEMHANELER (CEMEVLERİ) VE DEDELERİ (SERCEMLER)

1- Aşağı Cemhane: Ilıhçı kentinde. Abdullah Virani Dede sercem. 2-Tebriz kentinde: Abdullah Virani Dede sercem 3-Yukarı Cemhane: Ilıhçı kentinde. Ali Asgar Zakiri Dede sercem. 4-Tebriz kentinde: Rıza Pirinya Dede sercem. 5-Tahran’da: Rıza Pirinya Dede sercem. 6-Meşhed kentinde: Mirza Ali Guli Nezad Dede sercem. 7-Merage kentinde: Baba Seburi sercem 8-Urmiye’nin Gıpcag köyünde: Abdullah Virani Dede sercem. Saygı ve sevgiyle… İyi biliyoruzki Özbek TÜRK-lerine karşı şah İsmail Kızılbaşları(ezidi-zerdüş Kürtler-türkler) sunni oluşumun karşısında hetorodoks İslam anlayışını Ali ehlibeyit anlayışına tutma gereği duyarak sunni (Türk denilen) olan Özbeklere karşı büyük savaş açmış Özbek ve tır.. Oğlu olan 1.şah . Şah Tahmasp fars hayranı olduğu ve babasının şah İsmail(xızır) anlayışını kısmen terk etmişti ama yine Kızılbaşları (çoğu Kürtler-Türk göçerlerde var)Özbeklerin karşısına dikmiştir… Şirvanşahlar Türk sunni devleti Şah İsmail Kızılbaşları tarafından gülistan şehrinin yakınlarındaki savaşta şirvanşahların akimiyetine darbe indirildi.. Şah severlerin çoğu kürttür aslanda Abbas zorunlu olarak geterdiği ve sınırda Özbeklere karşı güç olarak değerlendirdiği bir kol.. Göçten önce ilk Yerleşim yerleri Geleneklerine göreneklerine dönemine bakılınca kürt olduğu olasılık fazla gibi gelmektedir… daha sonra kızılbaş Türklerin etkisiylede Türkleştiğini görüyoruz… kızılbaşlar kürt ve Türk kİmlığini unutmuş hakim kimse (hızır)ona inanmış onun dediklerini yapmış ve onun dili ile konuşmuş olmalarıda doğaldır diye bakmaktayım… etkileşim çoğrafya şartlar işte her yöreden oluşmuş gibi.

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.

Alevi Kütüphanesi

Bismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû