Blog Arşivleri

ALLAH, MUHAMMED, ALİ ÜÇLEMESİ

Ozanlarımızın şiirlerinde, Alevîlik’in temeli olan Allah-Muhammed-Ali üçlemesi görülür. Hz. Ali bu üçlemenin son halkasıdır. Yani Allah (Yaratıcı), Hz. Muhammed (Tanrı’ nın velisi, peygamberin vasisi)’dir. Bazıları bu üçlemeyi Hıristiyan teslisiyle karıştırmaktadır. Oysa bu üçleme teslisten çok farklı ve tamamen ayrı bir kavramdır. Ozanlarımızda bu üçleme şöyle işlenmiştir: Şah İsmail Hatayî: Bülbül oldum gül dalında şakırım Allah medet ya Muhammet ya Ali Yerden gökten ağır kandildeki nur Medet Allah ya Muhammed ya Ali Din serveri Hak Muhammed Ali’dir Bizden ihtiyarlar bizden uludur Hak Muhammed Ali üçü de uludur Birini almazsan üçü de birdir. Allah – Muhammed – Ali, Değişlerin de görüldüğü gibi bir bütün olarak görülür. Bir bütün olarak alınır bununla ilgili bir Bektaşi Menkibesini verdikten sonra konuyu daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. “Tekkenin yeni,açıkgöz saliklerinden biri Bektaşiliği anlamış da,bu Allah,Muhammed ve Ali şekillerine akıl erdirememiş. Evvela rehberine bilemeyince onun delaletiyle mürşidine sormuş.”Ne olursun şu Allah,Muhammed ve Ali farklarını bana öğretir misin? ” Mürşid tarikatın haz olunması devrelerine girmeyen bu konuyu açıklamaktan çekinmeyerek başlamış şöyle anlatmağa; -Yavrum üçü birdir. Bir desen günah olur, üç dersen günah olur. Çünkü Allah Allah’tır, Ali Allah’tır. Muhammed onun kuludur, hem mürşidi. İkisi birdir. Fakat aslında üçü birdir. biri de üçtür. Baş, gövde ve ayaklar gibi … -Salikin aklı bir türlü eremediğinden aval aval bakmış. Mürşid devamla daha bir çok , fakat aynı çevrede söz söylemiş. Sonunda adamcağızın nefesi tükendiği , ağzı köpürdüğü halde kendi de içinden çıkamamış kızarak sormuş: Anladın mı? evlat dava bundan ibarettir. Salik haklı olarak “ anlamadım “ demiş. Bunun üzerine Bektaşi babası asabileşerek sesini yükseltmiş: -Anladım de, anladım de demiş. Yoksa anlayamazsın. Otuz yıldır bu kapının ekmeğini yerim bende anlayamadım . Anlatımda konuya mizahi bir yönle yaklaşılmış. Fıkrada Alevi inancındaki çelişkiyi anlatıyor. Ancak genelde Alevîlerde Allah-Muhammed-Ali bir bütün olarak alınmasına rağmen Allah (Tanrı), Muhammed (Peygamber), Ali (Veli, vasi) olarak bir bütünü oluşturur. Yani Hıristiyanlıkta olduğu gibi Allah-oğul Allah-kutsal ruh inancından tamamen farklıdır. Ozanlarımızda da bu şekildedir. Kul Himmed’te bu şöyledir: Hak Muhammed Ali dilimde virdim. Hak Muhammed Ali sevgili dostum. Allah medet ya Muhammed ya Ali. Yusuf kuyusunda zindana düştüm. Sevdiğim Allah bir Muhammed Ali Hak Muhammed pirim Ali . Hak Muhammed Ali bilir halimden. Pir Sultan Abdal’da Allah – Muhammed – Ali Üçlemesi Allah bir Muhammed Ali’dir Ali Gel Muhammed Ali katarına gel Allah birdir Hak Muhammed Ali’dir Anın ismi cümle alem doludur Bu yol Hak Muhammed Ali yoludur Gel Muhammed Ali dergahına gel Yürek yaralıdır sen ver ilâcı Yetiş Allah ya Muhammed ya Ali Allah medet ya Muhammed Ya Ali Hak Muhammed Ali üçü bir nurdur Söyleyen Muhammed dinleyen Ali Allah – Muhammet – Ali’den yardım isteniyor. Bir kişiymiş gibi anılıyor, ama Alladın birliği özellikle vurgulanıyor. Son beyitte “Hak Muhammed Ali üçü bir nurdur” denerek kandil olayı anlatılıyor. Muhammed–Ali, Tanrı nurundan yaratıldığı için Hak deniyor. Bu dünyanın evvelini sorarsan Allah bir Muhammed Ali’dir. Bilindiği gibi Allah ezelidir. Muhammed ve Ali’de ilk yaratılan varlıklar oldukları için evveldir. Özümü zulmete salmazam Allah bir Muhammed Ali Ben gayri nesne bilemezem Allah bir Muhammed Ali Tasavvuftaki tanrıdan başka nesne kabul etmeyen görüşe uygun olarak Allah-Muhammed-Ali’den başka bir varlık olmadığını söylüyor. Kul Himmet: Her sabah her sabah ötüşür kuşlar Allah bir Muhammed Ali diyerek Bülbüller gül için figana başlar Allah bir Muhammed Ali diyerek Allah Muhammed Ali Üçü bilece geldi Allah Muhammed Ali Birbirine eş geldi

ŞİA FIKHI VE ŞİA’DA KUR’ÂN TEFSİRİ

İmam Sadık’ın (a.s) faaliyetinde görülen net ve ana hatlardan biri de budur; hem de diğer imamların yaşantısında görülenden daha belirgin, daha sarih ve daha sahih bir şekilde. Öyle ki Şia fıkhı “Caferi fıkhı” adını almıştır. İmamın siyasî faaliyetlerini görmezlikten gelenler bile, dönemin en geniş ilmî ve fıkhî havzasına veya bu havzalarından birine sahip olduğunu kabullenmişlerdir. Bu arada, İmam Sadık (a.s) hakkında araştırma yapanların çoğunun gözünden kaçan şey bu işin siyasî mefhumu olmuştur. Benim amacım ise bu boyutu ele almak ve aydınlatmaktır.
Hilafetin İslâm’daki Konumu

Öncelikle hilafetin İslâm’daki yerini iyi tespit etmek gerekir. İslâm’da hilafet, sadece siyasî boyutla sınırlı değil; siyasî-dinî önderliktir. İslâmî hakime (yöneticiye) halife lakabının verilmesi de bu gerçeği vurgulayacak niteliktedir. Halife, Peygamberin yerinde oturan şahıstır; Peygamber ise dini getiren, ahlakı öğreten ve aynı zamanda da siyasî önder ve yöneticidir.

O hâlde İslâm’da halife, siyasetle birlikte insanların dinî işlerini de yüklenen önderdir.
Satılmış Âlimlerin Zalimlere Faydası

İlk halifelerden sonraki yöneticiler, dinî bilgilerinin az olması veya tümüyle bundan yoksun olmaları sonucu doğan boşluğu kendilerine bağlı din âlimleriyle doldurma gayreti içinde olmuşlardır. Satılmış fıkıh, tefsir ve hadis âlimlerini kendilerine bağlayarak mevcut boşluğu doldurmuşlardır.

Hükümetin emrine amade bu zümrenin, yöneticilere sağladığı bir başka yarar da, zalim yöneticilerin isteğine uygun olarak dinin hükümlerini “maslahatlar gereği” bahanesiyle değiştirmeleri olmuştur. İlahları uğruna, Allah’ın hükümlerini içtihat adı altında tahrif etmeleri işin ne denli vahim olduğunu göstermeğe yeter de artar bile.

Eski yazar ve tarihçiler, genellikle siyasî güçlerin isteğiyle gerçekleşen hadis uydurma ve re’ye göre tefsirin tüyler ürperten bazı örneklerine değinmişlerdir. Bunların bazılarına ileriki sayfalarda değineceğiz. Hicri birinci yüzyılın sonlarına kadar daha çok rivayet şeklinde gerçekleşen bu hizmet, yavaş yavaş fetva şekli de almıştı artık. Emevî dönemin sonlarında ve Abbasî dönemin de başlarında bir çok fakihin kıyas ve istihsan gibi bidat yöntemlerini kullanarak kendi görüşlerine göre -daha doğrusu egemen güçlerin isteğine göre- İslâm’ın hükümlerini yorumlaması bundan kaynaklanıyordu.

Kur’ân tefsiri alanında da aynı hiyanet gerçekleşiyordu. Müfessirin, kendi görüşüne göre Kur’ân’ı tefsir etmesi, insanlar nezdindeki ilâhî hükümleri rahatlıkla değiştirebilecek ve insanları egemen güçlerin isteğine inandıracak bir yöntemdi.

Fıkıh, hadis ve tefsirin iki temel akıma bölünmesi çok eski dönemlere dayanır. Bunlardan biri az bir para karşılığında bir çok gerçeği kendi çıkarları uğruna tahrif eden gasıp hükümetlerce yönetiliyordu; diğeri ise, ilâhî hükümleri doğru şekilde açıklama maslahatı üstünde maslahat görmeyen ve ister istemez her adımda egemen güçle ve de satılmış fakihleriyle karşılaşan asil ve emin bir akımdı. İşte bu akım, o günden bu yana çoğunlukla gayr-i resmi ve illegal görülmüştür.
Caferî Fıkıhla Başka Fıkıhların Farkı

Bu bilgiler ışığında İmam Sadık (a.s) dönemine bakacak olsak, “Caferî fıkıhla” resmî ve legal tanınmış fa-kihlerin fıkhı arasındaki farkın, sadece yüzeysel dinî inanç farklılığı olmadığı daha belirginleşecektir.

Caferî fıkhı iki yönden ataktaydı: Birincisi ve önemlisi, egemen güçlerin dinî bilgilerden yoksun oluşu ve tabiatıyla da insanların fikrî işlerini yönetme alanındaki acizliğiydi; diğeri ise, yöneticilerin çıkarı uğruna oluşturulan resmî fıkıhtaki tahrif ve sapma konularını belirlemekti.

İmam Sadık (a.s) fıkıh, İslâmî öğretiler ve Kur’ân tefsiri gibi ilmî faaliyetiyle hükümete savaş açmıştı. Halifelerin hükümetinde önemli bir yeri olan dinî kurum ve resmî içtihat, İmam Sadık (a.s) tarafından suçlanıyor ve hükümet de dinî alanda fakir ilan ediliyordu. İmam tarafından sürdürülen mücadelenin bu boyutuna, Emevîlerin ne kadar dikkat ettikleri hususunda açık ve kesin bir belge mevcut değil. Ancak Abbasî halifelerin ve özellikle de yeterince zeki olan, ömrünü Emevîlere karşı mücadeleyle geçiren ve de Ehlibeyt taraftarlarının mücadele yöntemi hususunda önemli bilgilere sahip olan Mansur’un, İmam Sadık (a.s) tarafından yürütülen dolaylı mücadelenin etkin rolüne dikkat ettiği açıktır.

Bir çok rivayette de belirtildiği üzere, İmamın ilmî ve fıkhî faaliyetlerine dönük Mansur’un sınırsız baskı, tehdit ve sınırlamaları bu duyarlılıktan kaynaklanıyordu. Ayrıca Mansur’un, Hicaz ve Irak’ın meşhur müçtehitlerini kendi hükümetinin çatısı altında toplamaya dönük aşırı ısrarının da bu ihtiyaçtan kaynaklandığı bilinen bir gerçektir.

İmam Sadık (a.s), dostlarıyla olan konuşmalarında “halifelerin dinî bilgiden yoksun oluşlarını”, İslâm açısından yönetim hakkına sahip olmadıklarına delil gösteriyordu. Yani imamın fıkıh ve Kur’ân derslerinin ana mesajı gerektiğinde açık olarak da dile getiriliyordu.

İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Biz itaat edilmesi Allah tarafından farz kılınan insanlarız. Oysa ki sizler, o insanlara itaat ediyorsunuz ki insanlar, onların cehaleti yüzünden Allah katında mazur olmayacaklardır.”[11]

İmam bu hadisinde şuna dikkat çekmektedir: Ehil olmayan yöneticilerin cahillikleri yüzünden yoldan sapmış ve Allah’ın yolu dışında başka bir yola koyulmuş olan insanlar, Allah katında “Biz kendi isteğimizle yanlış yola düşmedik, yöneticilerimizin cahilliği bizi bu yola itti” türünde bir mazeret getiremeyecekler. Çünkü böyle önderlere uymanın kendisi ilk hatadır ve sonraki hatalara mazeret olamaz.[12]

İslâmî toplum önderliğinin siyasî, fikrî ve ideolojik boyutları içermesi gerektiği hususu, hem İmam Sadık’tan (a.s) önceki, hem de sonraki imamların eğitsel faaliyetlerinde açıkça görülen bir gerçektir.

Bir rivayette, İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s) yüce ceddi İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) dilinden, imamet silsilesindeki silahı, İsrailoğulları arasındaki tabuta benzeterek şöyle buyurur:

“Bizim aramızdaki silah, İsrailoğulları arasındaki tabuta benzer; o kimin yanında olsaydı, peygamberlik (bir başka rivayette ise hükümet) onlara ait olurdu. Bizim aramızda da silah kimin yayında ise, imamet ve önderlik ona ait olur.” (Hadisin sembolik yönüne ve tabirin derinliğine dikkat ediniz)

Bu hadisi rivayet eden şahıs İmama sorar:

“Silahın, dinin ideolojik bilgisine sahip olmayan birinin yanında olması mümkün mü?”[13]

İmam bunun cevabında buyurur: “Hayır”[14]

İmam bir yandan din bilgisini ve Kur’ân’ı doğru anlamayı imametin şartı olarak vurgularken, diğer yandan da ilmî faaliyetiyle din bilgisine ilgi duyan insanları etrafında toplayarak ve dini -hükümetin satılmış âlimlerinin saptırarak öğrettiği gibi değil- olması gerektiği gibi öğreterek kendi din bilgisini ve hilafetin de cahilliğini kanıtlar. Böylelikle de sürekli, derin ve sessiz saldırısıyla mücadelesine yeni bir boyut kazandırır.

Önceden de değindiğimiz gibi, önceki yıllarını Alevi mücadelesi ortamında ve Ali (a.s) oğullarının dostlarıyla geçiren ve de onların birçok sırlarını bilen ilk Abbasî halifeleri, bu derslerin saldırı ve atak yönünü Emevî seleflerinden daha iyi anlıyorlardı. Bu yüzden Mansur, İmam Sadık’ın (a.s) insanlarla bir arada bulunmasını, onlara dini öğretmesini ve halkın da İmamın yanına gelip soru sormasını uzun bir süre yasaklamıştı.

Büyük ve meşhur Şia şahsiyeti Mufazzal b. Ömer bu baskı ve yasağın boyutunu şöyle özetler:

“Evlilik ve boşanma gibi hususlarda sorusu olanlar bile, İmamın cevabına kolaylıkla ulaşamıyorlardı.”[15]

(3)
İTİKADÎ VE SİYASAL HAREKETLER

Emevîlerin son dönemlerinde, İmam Sadık’ın (a.s), Alioğullarının imametini yayma ve İslâmî ölçüler doğrultusunda imameti açıklama hedefini takip eden geniş bir iletişim ağı oluşturup yönlendirdiğine değinmiştik. İmamet meşalesini yaymakla görevli olan bu iletişim şebekesi, İslâm topraklarının en ücra köşelerinde ve özellikle de Irak ve Horasan etrafında çok etkin olup büyük başarılara imza atmıştı.

Ancak bu, imametin sadece bir boyutu, hem de naçiz boyutuydu. İmam Cafer Sadık (a.s) ve diğer imamların yaşamında dikkat çeken en önemli, en inkılâbî ve aynı zamanda en meçhul konu ise, gizli oluşum konusuydu. Önceden de değindiğimiz gibi, böyle bir oluşumun varlığını kanıtlamak için açık belgelerin peşinden koşmak gerekmez. İmamlardan veya yakın dostlarından birinin açıkça siyasî-fikrî oluşumun varlığını itiraf etmesini beklemek safdillik olur. Bu tür faaliyetler, itiraf edilecek türden şeyler değildir.

Aslında bu faaliyetler alanında makul olan, bu gizli faaliyetin varlığından düşmanın haberdar olması ve bu doğrultuda İmamdan veya dostlarından bilgi istemesi durumunda, bunun bir iftira olduğunu niteleyerek yalanlamaktır. Bu, gizli çalışmaların vazgeçilmez özelliği olup her zaman için geçerlidir. İmamların yaşantısı etrafında araştırma yapanlardan beklenen de, gizli faaliyetin varlığı hususunda, ikna edici delil ve belgeye ulaşmadıkça bunu kabul etmemeleridir.

Tarihte mevcut olan nice ipuçları vardır ki ilk bakışta normal insanların dikkatini çekmeyebilir, normalmiş gibi algılanabilir; ancak dikkat edilecek ve yoğunlaşılacak olsa, bu ipuçları, bir çok gizli çalışmaların habercisi olacaktır. İmamların iki buçuk asırlık tarihine böyle bir bakış açısından bakılacak olsa, imamların emriyle yürütülen gizli faaliyetlerin varlığı takriben kesinlik kazanacaktır.
Teşekkülün Anlamı ve Teşkilatçı Simaların Çalışmaları

Bahsettiğimiz oluşumdan amaçlanan şeyin, bu günkü çağrışımının (bölge ve şehirlere… dönük düzenli ekip ve komuta kademelerinin bütünü) olmadığı ve olamayacağı açıktır. O günkü deyimiyle teşkilat; bir grup insanın ortak bir hedef doğrultusunda kenetlenmesi ve bir merkeze bağlı olarak farklı alanlarda faaliyet göstermesinden ibarettir.

Bunlar, İmam Ali (a.s) döneminde, en fedakâr ve en üstün Müslüman olan Ali’nin (a.s) haklılığına inanan ve İslâm Peygamberinin (s.a.a) bu husustaki emrini unutmayan, ilk günden itibaren tepkisini gösteren ve İmam Ali’ye (a.s) olan bağlılıklarını açıkça duyuran seçkin sahabiden oluşuyordu. Sonraları büyük bir maslahat gereği İmam Ali’nin (a.s) susmayı ve hatta halifelerle yardımlaşmayı tercih etmesiyle, onlar da İslâm toplumundaki normal yaşantılarını devam ettirdiler; ancak doğru bildikleri şeyden asla ödün vermeyerek Ali Şia’sı olarak kaldılar. Salman, Ebuzer, Übeyy b. Kâ’b, Mikdad, Ammar, Hüzeyfe… bu fikrî ve amelî akımın onur duyulan simaları arasındadır.

Tarihin ışık tuttuğu kadarıyla bu topluluk, Şia düşüncesini (fikrî ve siyasî önder olması hasebiyle İmama itaat etmenin gerekliliği inancını) maslahat ve hikmete uygun yöntemlerle insanlar arasında yayıyor, taraftar kazanıyor ve sayılarını artırıyorlardı. Bu ön çalışma, Ali (a.s) hükümetinin kurulması için gerekliydi.

Hicri 35 yılında İmam Ali’nin (a.s) yönetime gelmesinden sonra, hükümet ve imamet alanındaki Şiî ölçülerine inanan ve bu ölçüler doğrultusunda sarsılmaz bir imanla İmamı kabul edenler, -geçmiş 25 yıllık dönemde direkt ya da endirekt olarak İmam Ali’nin (a.s) tarafından eğitilen, Şia topluluğu oldu sadece- İmam Ali’nin (a.s) önderliği altındaki alanda yaşıyor ve pratikte de Şiî düşüncesi doğrultusunda adım atıyorlardı. Diğer insanlar ise, mezkur fikrî ve ruhî bağlılıktan yoksun idiler.

Ammar, Malik Eşter, Hücr b. Adiyy, Sehl b. Hüneyf, Kays b. Sa’d … gibi o günün Müslümanlarının İmam Ali’ye (a.s) karşı davranışlarının bir şekilde, Ebu Musa Eş’arî, Ziyad b. Ebih, Sa’d b. Vakkas… gibilerinin ise davranışlarının daha başka şekilde olması, İmam Ali’nin (a.s) taraftarları arasındaki ikiliğin göz önünde bulundurulmasıyla yorumlanabilir ancak.

İmam Hasan’ın (a.s) barış olayından sonra Şiî düşüncesini yaymak ve bu birbirine kenetlenen topluluğu örgütlemek çok önemli bir girişimdi. Çünkü bu atılım, zalim Emevî sultanın tahakküm ve baskısı altında yaşayan bu topluluğa dinamizm kazandıracaktı. Baskı ve zulüm, baskı altında yaşayan ve birbirine bağlı güçlerin pasifize edilmesine ve dağılmasına sebep olacağı yerde daha bir azim, bağlılık ve kararlılık getirmesi her zaman için geçerli kuraldır. Şia’nın asil ve güvenilir güçlerini bir araya toplamak, Emevî düzenin amansızca sürdürdüğü Şia düşmanlığı sonucu bu topluluğa yönelmiş olan tehlikeleri geri püskürtmek, sınırlı ama derin bir alanda öz İslâmî düşünceyi yaymak, bilkuvve güçleri kazanıp Şia topluluğuna katmak ve de Emevîlerin cahilî düzenini yıkıp yerine İslâmî ve Ehlibeytî bir düzen kurmak için yerinde ve uygun bir zamanlamayla kıyam başlatma fırsatını beklemek İmam Hasan’ın (a.s) stratejisi ve ayrıca barışı kaçınılmaz kılan son sebepti.

Barış olayından sonra Musayyib b. Necibe ve Süleyman b. Surad-i Hüzaî öncülüğünde bir grup Şia, Kufe’den yeni dönüp fikrî ve siyasî faaliyetin merkezi olarak Medine’yi seçen İmam Hasan’ın (a.s) huzuruna varır ve askerî güçleri yeniden yapılandırma, Kufe’yi ele geçirme ve Şam ordusuna saldırma gibi teklifleri gündeme getirirler. İmam (a.s), gelen ziyaretçiler arasından bu ikisini seçer ve onlarla özel olarak görüşür.

Bu görüşmede nelerin konuşulduğuna dair hiçbir bilgi mevcut değildir, ancak bu özel görüşmeden sonra düşünce ve planlarının yanlışlığını kabul etmişlerdi. Musayyib ve Süleyman, arkadaşlarının yanına döndüklerinde kısa ve üstü kapalı bir cümle ile askerî kıyam konusunun reddedildiğini, Kufe’ye dönüp işleriyle meşgul olmaları gerektiğini söylerler. İşte İmamın benimsediği strateji sonucu bu askerî teklif İmam tarafından reddedilmişti.
Şia’da İlk Siyasî Oluşumun Temeli

Asrımızın çok zeki tarihçisi olan Hüseyin bu karineleri göz önünde bulundurarak Şia’nın büyüklerinden olan Musayyib ve Süleyman’ın İmam Hasan’la (a.s) özel görüşmesinde, Şia’daki siyasî teşkilatın temelinin atıldığına inanır.

Kabul etmek gerekir ki, Şia teşkilatının kurulması için ilk adım bu görüşmede atıldıysa da bunun projesi İmam Ali (a.s) tarafından hazırlanmış ve bunu yakın dostlarına şöyle duyurmuştu:

“Beni kaybettiğinizde öyle şeyler göreceksiniz ki ölümü arzular olacaksınız. Adaletsizlik, düşmanlık, tekelci tavır, ilâhî hukukun hafife alınması, can güvenliği korkusu… Durum böyle olunca, kendinizi toplu olarak ilâhî bir bağla koruyun ve parçalanmayın. Direniş namaz, (Allah’ı anma) ve takiyyeyi (gizli çalışmayı) alışkanlık edinin ve bilmiş olun ki Allah, kullarının her an başka bir renge girmesinden hoşlanmaz. Haktan ve hak ehlinden vazgeçmeyin; çünkü bizim yerimize başkasını seçen herkes, dünyasını kaybedecek ve günahkar olarak dünyadan ayrılacaktır.”[16]

İmam Ali (a.s) bu sözünde, Emevî döneminin en önemli olumsuzluklarını açıklamakta ve bu durum karşısında birlik beraberliğe ve örgütlenmeyi emretmektedir. İmamın bu buyruğu, Şia kanadına ait en önemli belgelerdendir aynı zamanda, İmam Hasan’ın (a.s), iki seçkin Şia büyüğüyle görüşmesinde temeli atılarak hayata geçirilen husus, bu proje olmuştur. Şüphesiz ki Şiîlerin tümü, çok zekice gerçekleştirilen bu projeden haberdar değildi. Bazı dostların İmam Hasan’a (a.s) itiraz etmelerinin sebebi de, bu çalışmadan haberdar olmamalarıydı. İmamın bir çok defa bu eleştirilere cevap olarak “Belli mi olur, belki de bu, sizin için bir imtihan ve (düşmanınız içinse) izmihlal noktasıdır…” buyurması, seçilen siyaset ve tedbire gizli bir işaretti.

Tarihçilerin kayıtlarına göre, Muaviye’nin yirmi yıllık zulüm ve baskı yönetimi boyunca ülkenin her yerinde Ehlibeyt karşıtı propagandalar tüm hızıyla devam ediyorken ve Emir-ül Müminin Ali’yi (a.s) tel’in etmek yaygın bir sünnete dönüştürülüp sürdürülürken, İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’in (a.s) net olarak görülebilen bir faaliyeti yoktu; sadece bir bağlılık ve birlikte hareket gözlemleniyordu ki bu da, Hicaz ve Irak’ın her noktasında Şia düşüncesinin güçlenmesine ve Şiîlerin artmasına imkan sağlıyordu. Barış olayından yirmi yıl geçtikten sonra, bu bölgelerin düşünce yapısı ve alanına bakacak olursak, karşımıza çıkan tablo şöyle olacaktır:

Kufe’nin en ünlü ve tanınan simaları, Şia büyükleridir. Mekke ve Medine’de ve hatta bazı uzak bölgelerde Şiîler, zincir halkaları gibi birbirine bağlı ve birbirinden haberdardılar. Birkaç yıl sonra Şia’nın önde gelen büyüklerinden biri (Hücr b. Adiyy) öldürüldüğünde, ülkeye hakim amansız baskıya rağmen bazı noktalarda itirazlar yükselir, Horasan’daki meşhur bir sima öfkeli itirazı sonucu, üzüntü ve kahrının şiddetiyle can verir.[17]

Muaviye’nin ölümünden sonra binlerce kişi İmam Hüseyin’e (a.s) mektup yazarak kıyam için Kufe’ye davet ederler. İmam Hüseyin’in (a.s) şehit edilişinden sonra on binlerce insan intikam gruplarına katılarak Emevî hükümetine karşı savaşırlar.

İslâm tarihi okuyan bir insan ister istemez, şu soruyla karşılaşacaktır: Şia düşünce ve eğilimlerinin bu denli yayılmasının, birbirine bağlı ve aynı yönde hareket eden Şiîler tarafından yürütülen düzenli bir örgütsel faaliyet dışında gerçekleşmiş olması düşünülebilir mi, böyle bir sonuca varmak makul mu?

Şia düşüncesinin yayılması kesinlikle düzenli bir faaliyetin ürünüdür. Yüzlerce vali, kadı, Kur’ân kârisi ve hatip tarafından yürütülen Emevî düzenin propaganda, komplo ve siyasetinin karşısında durabilmek ve hatta bir çok defalar propagandaların asılsız olduğunu kanıtlamak ve komploları bozmak, ancak aynı yönde hareket eden ve fertleri birbirine kenetlenmiş gizli bir faaliyetle gerçekleşebilir. Bu düzenli ve gizli faaliyet, Muaviye’nin ölümüne doğru daha atak konumdaydı. Bunu şöyle örneklendirebiliriz:

Medine valisi, İmam Hüseyin’in (a.s) faaliyetleri hususunda Muaviye’yi bilgilendirirken şöyle yazar:

“İlgili görevli Ömer b. Osman’ın raporuna göre, Irak ve Hicaz’ın ileri gelenlerinden bir grubu Hüseyin b. Ali ile temas hâlindedir ve kıyam edeceğine dair endişe etmekteyiz. Bu hususta yaptığım araştırma sonucu, muhalefet bayrağı kaldırmaya kararlı olduğu haberine ulaştım. Görüş ve emrini bildir…”[18]
Iraktaki Oluşumların Faaliyeti

Kerbela vak’asından ve İmam Hüseyin’in (a.s) şehadetinden sonra Irak’taki örgütsel Şiî faaliyeti daha bir düzen, disiplin ve canlılık kazanmıştı ve bu, Kufe’deki çoğunun, Emevî düzeninin darbesinden gaflet ederek Aşura savaşına katılamamalarından duydukları üzüntünün etkisinden kaynaklanıyordu. Bu Şiîlerin ruh halleri, faaliyetin düzenlilik ve canlılığını gerektiriyordu; acı ve üzüntüleri ise, bu canlılığa daha başka bir renk kazandırıyordu…

Çağın meşhur tarihçisi şöyle yazar:

“O topluluk (Şia) sürekli silah toplamak, savaş hazırlıkları yapmak ve insanları -Şia olsun veya olmasın Hüseyin’in intikamını almaya- gizli olarak davet etmekle meşguldü. Bu davete olumlu cevap verenler, gruplar hâlinde onlara ekleniyordu ve Yezid b. Muaviye ölünceye kadar da bu durum devam etti.”[19]

Cihad’uş-Şia kitabının yazarı açıkça şu görüşü savunur:

“Şia topluluğu, İmam Hüseyin’in (a.s) şehadetinden sonra siyasî bağlar ve mezhebi inançların bütünlük kazandırdığı düzenli bir teşkilat olarak ortaya çıktı. Bu teşkilatın önderliği ve savaşçı güçleri sürekli olarak bir araya geliyorlardı. Tavvabin kıyamı ise bu teşkilatın ilk somut örneğidir.”[20]

Tarih üzerindeki araştırmalar ve de bu tarihçilerin görüşlerinden elde edilen sonuç şudur: Muaviye dönemindeki ve de İmam Hüseyin’in (a.s) şahadetinden sonraki olayların projesi, yönlendiricilik ve yöneticiliği Şiîlerin elindeydi. Niceleri vardı ki insanî duygular gereği veya Emevî düzenden rahatsız olduğundan veya daha farklı sebeplerden dolayı Şiîlerle birlikte hareket edip savaşlarda omuz omuza savaşıyor veya Şiî boyutlu girişimlere katılıyorlardı ve gelişen o hassas olaylarda, aktif ya da pasif rol alıyorlardı. İşte dikkat edilmesi gereken husus, bu insanları Şiî olarak algılamamaktır.

Bu açıklama ile vurgu yapmak istediğim husus şudur: Şia, İmam Ali’nin (a.s) döneminden İmam Hüseyin’in (a.s) şehit edildiği döneme kadar, düşünce ve amel olarak hak imamla arasında sağlam ve belirli bağı olan insanlar hakkında kullanılıyordu.

İmam Hasan’ın (a.s) barış olayından sonra, İmamın emriyle Şiî teşkilatını kuranlar, düşünce ve amel bakımından bu bağlılığı taşıyan insanlardı. İşte bunlar, kendileri gibi aynı düşünce ve ideolojiyi taşımayan insanları, çok yönlü tebliğ ve davetleri ile Şiî teşkilatının içine çekmişlerdi. Elinizdeki kitabın ilk sayfalarında, Aşura olayından sonra müminleri üç-beş kişiyle sınırlandıran İmam Sadık’tan (a.s) rivayet ettiğimiz hadis, Alevi-Haşimi devletinin kurulması yönünde bilinçli ve belirleyici bir sorumluluk taşıyan gerçek Şiîlere işaret etmektedir.

İmam Seccad’ın (a.s) zahiri koruyarak gizli faaliyeti sonucu bu üç-beş kişilik ekip, bilkuvve güçleri bulup kendine cezbetti ve yayıldı. İmam Sadık (a.s) mezkur hadisinde bunu şöyle buyurur: “…Daha sonra insanların onlara katılmasıyla çoğaldılar…”

İmam Seccad, İmam Bâkır ve İmam Sadık’ın (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) dönemlerinde, hilafet düzeninin ileri gelenlerini korkutan ve bazen de kaba kuvvet ve sert tepkiler göstermelerine sebep olan, bu ekibin şüphe uyandıran davranışları olmuştu.
Şia Kime Denir?

Kısacası İslâm’ın ilk asırlarında ve imamların döneminde, Peygamber Ehlibeyti’nin sevgisini yüreğinde taşıyan veya onların hakkaniyetine ve davetlerinin doğruluğuna inanan ama imam merkezli faaliyet ve harekete katılmayan insanlara Şia denmemekteydi. Şia olmanın kesin ve temel şartı, imam ile fikrî ve amelî bağı korumak, gasp edilmiş hakkı yeniden ele almak ve Alevi-İslâmî düzeni kurmak yönünde imamın önderliğindeki fikrî, siyasî ve de askerî faaliyetlere katılmaktı. İşte bu bağın Şia kültüründeki adı “velayet”tir.

Aslında Şia, baskı dönemindeki diğer muhalif parti ve örgütler gibi İmam önderliğinde belli faaliyetler gösteren, gizlilik ve takiyye ilkesiyle varlığını sürdüren “imamet” akımının adıdır…

İmamların, özellikle de İmam Sadık’ın (a.s) hayatını dakik olarak inceleyecek olsak, varacağımız öz ve usare bundan ibaret olacaktır. Önceden de değindiğimiz gibi bu, delillerle kanıtlanacak türden bir şey değildir. Gizli tutulmak istenen bir evin kapısına “Bu, gizli bir evdir.” yazılmaz elbet. Faaliyetin gizli oluşundan dolayı deliller de gizli tutulmuştur, ancak bunun varlığına kesinlik kazandıracak karineler olmaksızın da böyle bir şeyin varlığı kesin kabul edilmemelidir.

O hâlde yapılması gereken karine, şahit ve işaretlerin izini sürmektir.
Oluşumların Varlığına Yönelik İp Uçlar

İmamların yaşantısıyla ilgili rivayetlerdeki veya ilk asırdaki yazarlarının sözlerindeki “bab, vekil ve sır sahibi” gibi çok manalı tabirler, dakik araştırmacının dikkatini çekmektedir. Hem Şia’nın büyük hadisçilerinin, hem de başkalarının rivayetlerinde, imamların dostlarından bazıları “sır sahibi”, bazıları “bab” ve bazıları “vekil” olarak tanıtılmıştır.

Şia’nın seçkin hadisçisi ve “Rical” âlimi İbn-i Şehraşub, İmam Seccad’ın (a.s) hayatından bahsederken “Yahya b. Ümmü Tavil onun babıydı”; İmam Bâkır’dan (a.s) bahsederken, “Cabir b. Yezid-i Cu’fi onun babıydı”; İmam Sadık’tan (a.s) bahsederken, “Muhammed b. Sinan onun babıydı” unvanlarını kullanır.

Rical-i Keşşi’de Zürare, Büreyd, Muhammed b. Müslim ve Ebu Basir hakkında “sırrımın emanetçisi” tabiri kullanılmıştır.

Hadis kitaplarında Mualla b. Hüneys hakkında, İmam Sadık’tan (a.s) “vekil” unvanı nakledilmiştir. İmamdan nakledilmeyen ve Şia’nın eski yazarlarının sözlerinde görünen unvanlar, şüphesiz imamların hayatı hakkındaki araştırmalarının ürünüdür ve böyle bir unvanı kullanmış ise onun özelliklerine ulaşmıştır kuşkusuz.

Özetle diyebiliriz ki, bu manalı tabirlerin seçimi, imamların yaşantısındaki önemli ve hassas faaliyetleri anlatmaktadır.

“Kapı, vekil ve sırdaş” tabirleri üzerinde biraz düşünülecek olsa, imamların zahirî faaliyetlerin yanında gizli faaliyetler yürüttükleri veya zahirî faaliyetlerin hakikatinin gizli faaliyetlere dönük olduğu anlaşılacaktır. Şimdi bu üç tabir üzerinde bir nebze de olsa yoğunlaşmamız faydalı olacaktır, inancındayız.
Sırdaş, Sır Emanetçisi

Bir insanın sırrı yoksa, sırdaşı da olmayacaktır. İmamların yaşantısındaki bu sır nedir? İmama inananların ve dostlarının tümünün taşımaya layık olmadığı veya güç yetiremediği ve ancak sayılı birkaç kişinin taşıma liyakatine varabildiği bu sır neyin nesidir?

Her şeye uzaktan bakan son dönem Şiîlerin dilinde bu sır, “imamet”ten ibarettir. Peki imametin sırrı nedir? Gaybî ve tabiat ötesi sırlar mıdır yoksa? Harikulade işleri yapma gücü, mucize göstermek ve gayb âleminden haber vermek midir acaba?

Böylesi yüce insanların böylesi bilgi ve güce sahip olmalarının bilim ve akıla ters düşen yanı olmamakla ve bu iddia, İslâmî dünya görüşünde insan ve dünyadan elde edilen bilgiyle çelişmemekle birlikte, “İmamın sırrının” tabiat ötesi hususlarla sınırlı tutulmasını kabul edemem.

İmamın mucize getirdiği ve gaibden haber verdiği kanıtlanabilirse, imamın davetinin doğruluğunu kanıtlayan en güzel ve en ektili delil olacaktır.

İmam, sırrı gizli tutmanın fazileti hakkında öyle tekit ediyor ki Şia’nın hadis kitaplarında “Bab-ul kitman=sırrı gizli tutma babı”[21] unvanıyla özel bir bölüm açılıyor. Bunun sebebi nedir? Bunun deşifre edilmesi ve yayılması durumunda, Şia ve imam için büyük bir tehlike oluşturacak türden bir sır olması gerekir ve bu da gaybî ve tabiat ötesi şeylerin dışında bir şey olmalıdır.

Şia perspektifinde İslâm’ın yorumu, fıkıh ve hükümlerle ilgili özel görüş ile bağlantılı bir şey midir yoksa? Emevî ve Abbasîlerin uyguladıkları baskı döneminde bu öğretilerin tedbir ve ihtiyatla öğretilmesi, herkese anlatılmaması ve bu bilgilerin ehil olmayanlara ulaştırılmaması gerektiği elbette ki söz konusudur. Ancak yine de bu, “İmamın sırrı” olamaz. Çünkü bu öğretiler, özel olmakla birlikte o günün büyük Müslüman ülkesinin birkaç şehrindeki yüzlerce fıkıh ve hadis merkezinin gündeminde idi. Şiîler de bunları, birbirlerine anlatma, yorumlama ve öğretmeyi bir vazife kabul edip bu hususta gayret sarf ediyorlardı. Kısacası bu öğretiler özel olmakla birlikte imamın sırrı değildi.

Bu öğretilerin özel olması, onların sadece imamın özel birkaç ashabı tarafından bilinmesi ve başka kimsenin ulaşamayacak şekilde gizli tutulması anlamında değildir. Bunlar, Şia topluluğu arasında yaygındı ve hatta Şia olmayanlar bile bazı özel durumlarda onlara ulaşabilirdi.

Bahis konusu olan sırlar, İmamın kurduğu teşkilatla bağlantılı hususlardır. Kılavuz ve önder ideolojisiyle bir devrim yaratma hedefi güden ve bu doğrultuda siyaset ve düşünce meydanında savaşım veren bir topluluğun kendine has bazı sırlarının olması çok doğaldır.

Öngörülen taktikler, büyük atılımların zamanı ve yeri, etkin unsurların isim, adres ve görevleri, etkili mali kaynaklar, önemli ve hassas bazı olay ve gelişmelerin belge ve raporları… gibi hususlar sadece önderin dışında herkese kapalı kalması gereken sırlardır. Aksi takdirde bu sırların uzun ya da kısa vade de deşifre edilmesi ihtimali doğacaktır. İşte bu tür sırları yüklenme liyakatine varan insanlar “sırdaşlar” veya “sırrın emanetçileri”dirler. Bu sırdaşlar tarafından sırların hatta Şiîlere aktarılması, düşmana ulaştırılmasıyla aynı ayardadır; bu ise çok büyük ve zararlı bir hatadır; öyle ki bu hata, bir topluluğun yok edilmesine sebebiyet verebilir. İmamın sırrını başkalarına açan kimse pratikte düşmanın işini yapmış sayılır. Bu açıklamadan sonra İmamın “Bizim sırrımızı açan kimse, bizimle savaşanlardan daha zararlıdır.”[22] buyruğunu daha kolay anlayabileceğiz.
Bab ve Vekil

İmamın Şiîlerle olan çok gizli ilişkilerinde, bazen teşkilat sırlarının imam ile Şiîler arasında aracılarla taşınması gerekiyordu. Bu, tamamen makul bir tedbirdir. Hac mevsiminde, uzak şehirlerden gelen kervanların Medine’yi ziyaretinde… yabancı gözlerin ve kulakların vasfedilmesi mümkün olmayan bir tamahla İmamın Şiîlerle olan ilişkisini keşfetmeye pür dikkat kesildiği bir esnada, İmamın direkt olarak ilişkiye girmesi, halifenin casusları tarafından rahatlıkla keşfedilebilirdi ve bu da Şia teşkilatının bütün sırlarının deşifre edilmesine yol açan bir ip ucu olabilirdi. Böylesi kritik anlarda İmamın bizzat kendisi aracı unsurları sükunete davet ediyor ve bazen de itap ederek kendinden uzaklaştırıyordu.

İmam, Süfyan-i Sevri’ye şöyle buyuruyor:

“Sen hükümet tarafından takibe alınmışsın ve halifenin casusları bizim etrafımızda dolaşmaktadırlar. Seni kovmuyorum; ama bizden uzak dur.”[23]

Yolda karşılaştığı ve takiyye ilkesi uyarınca kendinden yüz çeviren Şia’sı hakkında Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyor ve benzer bir durumda kendisine selam veren bir başkasını ise itap ediyor.[24]

Bu tür yerlerde İmam ile İmamın işaret ve emrine veya bilgi ve sırrına ihtiyaç duyan insanlar arasında birilerinin aracı olması gerekmektedir. İşte bu aracı hakkında “bab” unvanı kullanılmıştır. Kural gereği bu aracının, İmamın en uzman, en yakın, haber ve bilgi bakımından en verimli dostu olmalıdır. Bal arısı gibi olmalıdır, eğer yabancı haşereler onun içinde ne olduğunu bilseler onu parçalar ve içinde taşıdığını alırlar.[25]

Hükümet tarafından bu aracıların izinin sürülmesi ve feci şekilde intikam almaları bir rastlantı değildir. İmam Seccad’ın (a.s) babı olan Yahya b. Ümmü Tavil feci şekilde öldürülüyor.[26] İmam Bâkır’ın (a.s) babı olan Cabir b. Yezid-i Cu’fi’nin, halifenin Kufe valisine gönderdiği fermanla öldürülmesi istenirken, Cabir kendini deliliğe vurarak ölümden kurtulur. İmam Sadık’ın (a.s) babı olan Mu-hammed b. Sinan da aynı tehlikelerle karşı karşıya olmalıydı ki -bir çok kez İmam tarafından övgü ve razılığıyla ödüllendirildiği hâlde- İmam zahirde onu kendinden uzaklaştırıyor. İmamın, defalarca kendisinden razı olduğunu bildirdiği -ve bunun da çok yakın dostları tarafından duyulduğu- meşhur bir hadis rivayetçisini kendisinden uzaklaştırmasının, güçlü ihtimalle örgütsel taktik dışında bir sebebi olamaz.

“Vekil”in konum ve kaderi de bundan farklı olmayacaktır. İmamın yetki ve emrine sunulan malları korumak, toplamak ve taksim etmekle görevli olan “vekil” de teşkilat bağlamında bir çok sırlar taşımaktadır. Bunların en değersizi belki de bu malları verenlerin ve alanların isimlerini biliyor olmasıdır. Bu bilgilerin elde edilmesi, imamın teşkilatının düşmanları açısından küçük bir lokma değildir. İmam Sadık’ın (a.s), Medine’deki vekili Mualla b. Hüneys’in ibret dolu kaderi ve İmamın Kufe’deki vekili Mufazzal b. Ömer hakkındaki takiyye dolu açıklamaları bu iddiamızın çok net ve açık örneklerindendir.

Şia’nın büyük şahsiyetlerinde görülebilen “bab, vekil, sır emanetçisi” unvanları, Şia gerçeğinin karanlık ve aydın projesini, İmam ile Şia arasındaki ilişkilerin mahiyetini ve sonuç olarak da Şia’nın örgütsel faaliyetinin keyfiyetini göstermektedir.

Bu projede Şia, omuz omuza hareket eden kararlı bir topluluktan ibarettir. İlham veren kutsal bir merkezin etrafına toplanmıştır; ondan bilgi ve emir alır, ona haber ve rapor sunar, ümidini ona dikmiştir ve gözü onun işaretine dönüktür. Kahredici duygularının kabarmasını bile -ki zaafa uğratılan ve mücadeleye kararlı bir topluluk için bazen haksızlık ve adaletsizlikler karşısında çok doğaldır bu- onun hekimane tavsiyesi ile dizginleyen, sır saklama, az konuşma, unvansız ve makamsız yaşama, birbirleriyle yardımlaşma, inkılâbî züht ve takva… gibi faaliyet yöntemlerini onun eğitimiyle kutsal ve ilâhî bir vazife kabul eden ve hayata geçiren bir topluluktur Şia.

[1]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.198

[2]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.196

[3]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.264, hadis: 480

[4]- Son on yıllarda müsteşriklerin ve de Müslüman Şia veya Sünnî yazarların yazdıkları kitaplarda istisnasız olarak Şia imamlarının hükümet karşısındaki rolü olumsuz, ilgisiz ve uzlaşmacı ve hatta siyasetten uzak olarak tanıtılmıştır. Aşağıdaki kitaplara bakılabilir:

Nazariyet’ül-İmamet-i Lede’ş-Şia, et-Teşeyyü ve’t-Tasavvuf, el-İmam’us-Sadık ve’l-Mezahib’ul-Erbaa, el-Abbasiyyun’el-Evail.

[5]- Bihar’ul-Envar, c.47, s.58

[6]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.264 (Bab’u Farz’i Tâat’il-Eimme, Hadis: 6)

[7]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.264 (Bab’u Farz’ı Tâat’il-Eimme, Hadis: 2)

[8]- Bihar’ul-Envar, c.47, s.72

[9]- el-Abbasiyyun’el-Evâil, s.104

[10]- Taberi, c.6, s.195 (Cihad’uş-Şia kitabından naklen, s. 43

[11]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.186

[12]- Kur’ân-ı Kerim birçok ayette uyanlar ve uyulanlar arasında gerçekleşecek olan bu tür çekişmelere değinmiş; ancak bunun mazeret olmayacağına vurgu yapmıştır. Örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakılabilir: Bakara, 167; Şuara, 91-102; Sebe, 31-33; Nisa, 97.

[13]- Hadiste geçen “mezaya” kelimesinin “dinin ideolojik bilgisi” anlamında anlamlandırılması, büyük hadis uzmanı Allame Meclisi’nin “Mir’at’ul-Ukûl” kitabından alınmıştır.

[14]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.238

[15]- Menakib-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.238

[16]- Tuhef’ul-Ukul, A’lemi basımı, s.82

[17]- Sulh-i İmam Hasan (a.s)

[18]- Siret’ul-Hüseyn, s.118, A’yan’uş-Şia ve Ahbar’ut-Tival’dan naklen.

[19]- Cihad’uş-Şia, s.28, Tarih-i Taberi, c.7, s.46 naklen

[20]- Cihad’uş-Şia, Bayan Simurt Muhtar el-Leysi, s.27

[21]- Rical-i Keşşi, Mustafavi baskısı, s. 380

[22]- Rical-i Keşşi, Mustafavi baskısı, s. 380

[23]- Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4 s. 248

[24]- Usûl-i Kâfi, c.2, s.219

[25]- Bu tabir hadisten alınmıştır.

[26]- Ölmeden önce ayağını kesip sonra öldürmüşler. Bu nurlu yüzü daha iyi tanımak için Rical-i Keşşi’ye bakılabilir.

Makalat-ı Hacı Bektaş Veli..2

Makalat-ı Hacı Bektaş Veli..2
Pes, Ulu Taat “Ya rab!” demektir, ihlas ile. Pes imdi, ihlas ile “Ya Rab!” demeklüğünüzde değildir. Her kiminiz derse yanluş söyler. Bir günkü meğer, azizmen, Allahü Taalâ Hazretlerinden nasibi ola. Ve bu kadar sözden anlaya. Dün ü gün Allah zikrine meşgul ola. Her türlü zahmetlerden kurtula. Rametlere ulaşa, inşallahü Taalâ. VI. BÖLÜM BU BAB ŞEYTAN AHVALİN BEYAN EDER İkinci İblis, şeytandır dedik. Ve hem nefs şeytanın naibidir. Ve hem subaşları kindir, haset, buhul, öfke, gıybet, masharalıktır. Bu sekiz nesne kim dizdirlarıdır, yani kapuculardır. Pes, yüreğin sol kulağında yedi kal’a vardır. Her bir kal’ada bir dizdar vardır. Ol kal’alara müvekkeldir. Değme bir dizdarın yüz bin haşedi vardır. Değme haşedin yüz bin subaşısı vardır. Bunlar kamusu iman evleridir. Pes imdi, haset, buhulluk, tamaj dünyayı terk etmekle gider. Ve hem öfke, gaybet, kahkaha, maskaralık perhizkarlıkla gider. Bular kamusu, sabur ile iman olur. Amma, kibrin aslı şeytandır. Miskinliğin aslı Rahmandır. Kaçan kibir gelse miskinliği ona havale gerek. Ve hem haset ehli şeytandır. Ve İlim aslı rahmandır. Kaçan haset gelse, ilmi ona havale etmek gerek. Ve buhul aslı şeytandır. Ve cömertlik aslı rahmandır. Kaçan buhul gelse cömertliği ona havale kılmak gerek. Pes imdi, cömertlik dörttür. Evvel mal cömertliği baylarındır. İkinci ten cömertliği zahitlerindir. Üçüncü can cömertliği aşıklarındır. Dördüncü gönül cömertliği âriflerindir. Pes imdi azizmen: sureti, Hak Taalâ’nın dileğine döndürmek gerek. Zira, korku dileğin edeb sever. Sabır dileğin utanmak sever. Utanmak dileğin cömertlik sever. Cömertlik dileğin miskinlik sever. Miskinlik dileğin ilim sever. İlim dileğin marifet sever. Marifet dileğin can sever. Can dileğin akıl sever. Akıl dileğin Hak Taalâ sever. Pes, Hak Taala buyruğuna beşaret bu on iki türlü nesnedir. Bunlar birbirlerine müvekkeldir. Pes, iman çerisinin serverleri bunlardır. İmdi ki, sakınmak gerekkim, bunlardan biri eksik olursa iman dürüst olmaz. Pes, gayet yeğrek makam hod bunlardır. Bunları sakınmayan Çalab’dan ırak olur. Hem Allah didarından mahrum olur. Amma, masharalık dileğin gülmek sever. Gülmek dileğin gaybet sever. Gaybet dileğin öyke sever. Öyke dileğin tamah sever. Tamah dileğin buhulluk sever. Buhulluk dileğin haset sever. Haset dileğin kibir sever. Kibir dileğin ten sever. Ten dileğin hava sever. Hava dileğin nefs sever. Nefs dileğin iblis sever. İblis dileğin Hak Taala sevmez. Zira kim, bu on iki dürlü nesneye iblis müekkeldir. İmdi azizmen, Hak Taalâ buyurur kim, dörd nesne dörd nesneye söykendü. Benvenlik kıldı. Ahir helak kıldım. Evvel iblis aleyhülla’ne od’a söykendü, dostum dedi. Hak Sübhane ve Taalâ katında güç yoktur. Dostu dosttan ayırmayın dedi. Ahir iblisi od içinde kodu, “…. halakteyin min narin ve halaktehü min tıyn” (4) İkinci, Fravun benlik dâvâ kıldı. Mısır şehrim, Nil kal’am, kıbdî’ler yardımcım dedi. Kıbdîlerle Firavun’un Nil’de boğdurdu. Mısır’ı harab kıldı. “…. ve ağraknâ ale fir’avne ve entüm tenzûrun” (5) Üçüncü Karun malına söykendü, akıbet malı ile helak oldu. Dördüncü, Hz.Muhammed Mustafa Aliyhisselâm, Allah’ü Taalâ’nın yakınlığına ve dostluğuna söykendü, pes, Hak Taalâ buyurdu kin, dostu dosttan ayırmayın, dedi “… Yuhibbenehüm kehubbillâhi velleziyne âmenü eşeddü hubbâ..” (6) Ve hem Hak Taalâ kerem lûtfunda buyurur kim, ya sevgili kullarım! Ben sizinim, sizler benimsiniz. Şükretmek gerekir. Nitekim, Kelâm-ı Kadim içinde yad kılur: “lilleziyne ahsenülhüsna ve ziyadeh…” (7), “… felya’mel amelen salihan ve lâ yüşrik bi-ibadeti Rabbihi ehadâ” (8) Pes, kendü özün bilmekliği bunda yad kıldı. Zira kim, biregu rahmanla şeytan seçildiğin bilinmeyince hem kenduyi dahi bilmez. İmdi, her kim bu sözleri anlarsa rahmanla şeytan seçüldiğin bilse, pes ol kişi kendiyu bilmiş olur. Kaçankim bir kişi kenduyi bilse ışk gelür. Ol kişi Hak Taalâ’dan yana akar. Ne kadar kim devleti vardır. İncaları vardur. Pes imdi, her kim bu sözleri anlamadı, kenduyi bilmedi; her çent ki adem suretindedir, lâkin ademilik mertebesinde değildir. Henüz endişeleri içinde gark olmuşlardır. Ta hatta hayvan ılkiler olur, anın gibidir. Amma, tasarruf yetmiş yıllık kal ü kıyl davası bir saat havf ü recaya beraber geldi. Yetmiş yıllık havf ü recaya bir saatlik ismullahı yad kılmaklık beraber geldi. Ve yetmiş yıllık sohbet-i tefekkür bir saat münacat ü müşahadeye beraber geldi. Zira kim, kal-ü kıly dava-yı gümandır. Pes imdi, zahid ibadeti bilmeden muameledir. Ârif tefekkürü Halik’e sun’ile muameledir. Ve hem Halik muhibbi münacaat-ı mûsâ, münacat-ı Mevlâ ile muamelet eyler. Lâkin riya, tamah, eri terk etmez. Pes, er olan kişi, daima gönül şehrini arayadursa gerek. Gafil olmasa gerek. Azizmen, âkilin üç hasekisi vardır. Evvel haseki sabırdır. Ve dahi ikinci haseki kanattır. Üçüncü haseki utanmaktır. Pes, şeytanın korktuğu bu üç nesnedir. Ve hem şeytanın yanıldığı bu üç nesne ile malum olur. Bunlar ki, farislerdir. Akıl çerisindendir. Ve dahi ademîler makamı üçtür. “…. min necüvî selâsetün illa hurabihüm…” (9). Amma değme kişileri adem saymadık. Her çent ki adem suretindedir, lâkin belhüm adaldir, hasutlardır ve kenduyi bilmeyenlerdir. Ve dahi, âbidlerin, zahidlerin, âriflerin taatleri ve arzuları ve halleri birbiri katında reva olmaz. Lâkin, muhiblerin katında reva olur. Zira kim, zahitler, âbidler, ârifler dava kavmidirler. Ve lâkin muhibler mâna kavmidir. İmdi azizmen, muhiblerin şerhi çoktur. İşi delümdür. Lâkin akıl ermeğe, gönül dolanmağa, suret duymağa bu kadar sözler yeterkim. VII. BÖLÜM EVVEL BAB Evvel Bab oldur kim, Adem, Tanrı Taalâ Hazretlerine kaç makamda ere, dost olur, anı beyan eder. Ol Kub-ı Âlem ederkim, kul çalab Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır dost olur. Onu şeriat içinde, onu tarikat içinde, onu marifet içinde, onu hakikat içinde. Şeriatta evvel makam iman getirmektir. “Amentü billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve resulihi ve’lyevmil ahir..” Amma, her kişi kim iman ten üzredir derse hatadır. Eğer can üzredir derse hatadır. Pes, şöyle bilmek gerekkim, iman akıl üzredir. Ârifler katında amma, maruf bir dil üzredir, ikinci gönül üzredir. Her kim Hak Taalâ’ya gönülden tanıklık vermese mutlak kâfirdir. Yahut dil tanıklık verüb gönül inanmasa münafıktır “İnnel münafıkıyne fiydderk-il-esfeli minennar…” (10) Pes, bu iki söz kişilerle dosttur “İnnallahe la yağfirû en yüşreke bihî yağfirü mâdûne zalike limen yeşâ…” (11) Amma, taat-ı amel imandan ayrudur. Pes, değme taat imana ermez. Küfr, muasiyettir. Değme muasiyet küfre emraz. Bu sözler kişilerle dosttur “… Min zuhurihim zürriyetehüm ve eşhedühüm alâ enfüsihim, elestü birabbiküm, kaâl belâ..” (12) Pes, iman budur. Amma bizim sözümüz budurkim, rahman aslı kangidir, şeytan aslı kangidir? Bunu bilmek gerek. Pes, imdi gerekkim, rahman aslı imandır. Şeytan aslı gümandır. Velakin imana güman katmak düşvardır. Zirakim, iman akıl üzredir. Akıl sultandır. Ve ten içinde naibdir. Pes, sultan gitse naib nite dura. Mesela, iman bir hazinedir. İblis uğrudur. Akıl hazinedardır. Hazinedar gitti, uğru hazineyi nitti? Ve dahi bir kavilde iman koyundur, akıl çobandır, iblis kurttur. Çoban gitti, kurt koyunu nitti? Dahi bir kavilde iman sütütr, akıl bekçidir, iblis ittir. Üçü dahi bir evde ve bir yerdedir. Bekçi evden gitti. Süt bekçisiz kaldı. İt sütü nitti? Pes, ey miskin biçare, iman içinde sergerdardır. Zira Hak Taalâ’ya inanmak imandandır ve buyruğın tutmak imandandır. Ve yığlının dediğinden yığlınmamak Tanrı’ya inanmamaktır. Ve hem Tanrı’nın feriştehlerine ve kitaplarına ve Peygamberlerine inanmak imandandır. Pes imdi azizmen, her bir kişiye üçyüz altmış ferişteh müekkeldir. Pes bunca feriştehler arasında edebsizlikler edersin. Ve senin gibi kişi katında edebsizlik etmezsin kani feriştehler inandığın?

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.

Alevi Kütüphanesi

Bismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû