ALEVİLİĞİN TARİHSEL-SOSYAL TEMELLERİ

Aleviliğin ne olduğunu bu derginin geçen sayılarında yayımlanan Alevilik Nedir ve Alevilikte
Temel İnanç Unsurları ve Pratikler adlı makalelerde açıklamaya çalıştık. Bu yazıda ise Aleviliği
oluşturan tarihsel ve sosyal faktörler incelenecektir. Esas konuya geçmeden önce tarihle sosyoloji
arasındaki ilişkinin açıklanmasının konuyu anlamaya yardımcı olacağını düşünüyoruz.
Tarih bilimi; toplumların oluşma, gelişme, dağılma ve çözülme devrelerindeki somut toplumsal
olay ve olguları ele alır. Onları zaman ve mekan içerisinde ayrı ayrı kalıplaştırıp inceler. Tarih, sadece
geçmişi incelemekle yetinmez, bugünü de açıklar ve yarına ışık tutar. Bugün geçmiş zamanın
sonucudur. Tarih sosyolojinin de yardımıyla dünü yarına bağlayan tek bilim olarak
bilinmektedir(Tolan,1985).
Tarih, sosyal olayları tek tek ele alarak inceler ve bunların sebep ve sonuçlarını açıklar.
Sosyolojinin konusu ise değişmez benzerlikler gösteren kurumlar oluşturur. Tarih sosyoloji için adeta
bir laboratuar gibidir. Tarih olay ve olguları zaman ve mekan boyutları içinde somut tarzda tespit ettiği
halde sosyoloji, olayları zaman ve mekandan soyutlayarak yorumlayamaya çalışır. Tarih toplumsal
olayların dökümünü yapar, sosyoloji ise aynı toplum olaylarının bağlı oldukları yasaları ortaya
koymaya çalışır(Aslantürk,1992).
İngiliz sosyologu Bottomore(1998), bu görüşlere katılmaz. Ona göre işine saygı duyan bir tarihçi
eserlerinde genellemelere vardığı gibi sosyologlar da çalışmalarında tek bir kez olmuş olgulara veya
olguların anlık tasvir ve irdelemelerine yer vermektedirler.
Ayrıca sosyolojik açıklama, sosyal hayatın en genel taraflarını bulmak değildir. Esasen sosyal
olaylar arasında bu geneldir, bu değildir gibi bir ayrım yapmak yersizdir. En genel olay da en özel olay
kadar doğaldır, ikisi de aynı derecede açıklanabilirler(a.g.e).
Sosyal olaylar ve sosyal kuruluşlar birer tarihsel gerçektirler. Belirli bir tarih döneminde ortaya
çıkarlar ve o dönemin izlerini taşırlar ve çeşitli değişiklikler gösterirler(Erkal,1987). Prof. Braudel’e göre
tarih ile sosyoloji bir kumaşın tersi ile yüzü gibidir(Meriç, 1992). Her tarihsel olgu bir sosyal olgu, her
sosyal olgu bir tarihsel olgudur(Sanay,1991). Onun için sosyolojisiz tarih olamayacağı gibi, hele
tarihsiz bir sosyoloji mümkün değildir
Tarih, sosyolojinin harmanıdır; sosyoloji kendisi ile ilgili bilgileri tarihten toplar.Tarihle
sosyolojinin ilişkisini Amerikan çağdaş sosyologlarından Mills şöyle açıklar: ” …Her sosyal bilim veya
ciddi denilebilecek her toplumsal çalışma, tarihsel bir bakışa dayanması ve tarihsel materyalden bütün
olarak yararlanması gerekir. Tarihsel olmayan çalışmalar, sınırlı ve kısa dönemli olurlar(Aksoy, 1999).
Sosyolog Emile Durkheim 1898 yılında yayımlanan Sosyoloji Yıllığı’nın önsözünde özetle
şunları yazmıştır: “Tarih, kendisini sosyolojiden uzak tutmakla hem kendisine hem de sosyolojiye
zarar vermiştir. Karşılaştırma yapmadan açıklama yapılamaz. Karşılaştırma yapmaya başlayan tarih
de sosyolojiden ayrılmaz hale gelir. Aynı şekilde sosyoloji de tarihten vazgeçemez. Bunun için tarihsel
veriye sosyolog gibi bakmayı bilen tarihçiler ile tarihçilerin tekniklerini bilen sosyologların yetiştirilmesi
gerekir.” Nitekim Wilfredo Pareto’nun yazılarında tarih ile sosyoloji iç içe geçmiştir(Çelebi,2000).
Tarihçilerin ortaya koyduğu materyaller çoğu defa sosyologlara konu teşkil etmektedir.
Sosyologlar bazen kendi başlarına bir tarihçi gibi olmaları gerekmektedir. Bu yolla kendi zamanlarına
kadar önem verilmeyen, üzerinde durulmayan ve kendisi için gerekli bilgi ve verileri kendi başlarına
bulup çıkarmak zorundadırlar(Bottomore,1998). Örneğin bir köyü inceleyen sosyolog o köyün tarihinde
önemli bir yer tutan geçmiş olayları arayıp bulmak zorundadır. Fakat buna zamanı olmadığı için
çoğunlukla tarihçilerin ortaya koyduğu verileri kullanmak zorunda kalır(Ozankaya, 1976).
Tarihçi çözümlemeden(analiz) çok, betimleme(tasvir) ile uğraşır. Sayılamayacak kadar çok
olaylar arasında önemli olanları bulmak ve incelemek için ayırmak, önemsiz saydıklarını ise elemektir
(Sander, 1999).
Sosyolojinin amacı, tarihi bir bütün olarak kavrama ve tarihe bütünlük içinde bir açıklama
getirmektir. Tarihin temelinde de günümüzü anlayabilmek isteği yatmaktadır. Sosyoloji bir tarih bilinci
ve tarihi yönlendirmek çabasıdır. Sosyoloji tarihin anlaşılması, bilinmesi ve tarihten gerekli derslerin
çıkarılmasından başka bir şey değildir(Sezer, 1985).
Biz kimiz, nereden geldik? diye sorduğumuzda bu sosyolojik bir sorudur. Çünkü bu soruyu
bugün sormaktayız. Bunun cevabını verebilmek için geçmişe gitmemiz gerekmektedir. İşte burada
tarih devreye girmektedir. Gerçi 21. yüzyılda Türkiye’de “Bizim miladımız cumhuriyettir” diyen Milli
Eğitim Bakanları çıkabilmektedir. Tarih bilincinin olmadığını gösteren bu düşünce doğru olsaydı, Türk
ordusunun tarihi, Mete Han’a dayandırılmaz ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük Atatürk, bu
Cumhuriyette ilk iş olarak Türk’ün dilini ve tarihini araştıracak Türk Dil ve Tarih Kurumlarını kurmaz
ve ilk açtığı fakülteye de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi adını vermez ve tarihimizin cumhuriyetle
başladığını ilan ederdi.
Tarih, bir bilim olduğu için bütün bilimlerdeki sebep-sonuç ilişkisi onun için de söz konusudur.
Ancak sosyal olaylarda genellikle birden fazla sebep olabilmekte hatta konu ile hiç ilişkisi olmadığını
düşündüğümüz faktörler, bazı olayların sebebi olabilmektedir.
Tarih çalışmaları, bir uzmanlık işidir, tabir caizse bir kuyumcu titizliliğini gerektirir. Tarihçi ile
sosyologun kaygıları ve çalışma alanları büyük ölçüde kesişmektedir. Fakat her tarihçinin sosyolog
olması beklenemez, buna karşılık her sosyolog mesleğine saygısı varsa, tarih bilmek zorundadır.
Buna karşılık tarihçi, sosyoloji çevrelerinde sürdürülen başta yöntem olmak üzere tartışmaları ve bütün
kavramları bilmek zorunda değildir, fakat gerçek bir tarihçi ise mutlaka bir tarih anlayışına sahip
olacaktır. Bu anlayış çalışmalarına yön verecek ve elde ettiği sonuçları değerlendirmesine yardımcı
olacaktır. Her tarih anlayışı ise bir sosyoloji sistemidir(Sezer, 1985). Konu ile ilgili olarak materyalist ve
idealist tarih anlayışlarından söz edilebilir. Materyalist tarih anlayışına göre tarihi yapan sınıf
çatışmasıdır. İdealist anlayışa göre tarih, insan ruhu demek olan Geist’in objektifleşmesidir.
Hem tarihçi ve hem sosyolog bugün içinde yaşamaktadırlar. Onlar önlerine konan malzemeyi ne
olursa olsun bugünkü kendileri olarak okuyacak, anlamlandıracak ve yorumlayacaktır. Bu malzeme
yaşlı veya genç olabilir fakat bugüne aittir. Bu malzeme bugünkü dille anlatılacağına göre bugünkü
malzemedir(Çelebi, 2000).
Toplumsal olaylar, tarihin içinde gerçekleşmekte ve tarih içinde bir yön, bir biçim ve bir anlam
kazanmaktadır. Sosyolojinin ilgi alanında olan toplumsal ilişkiler, bir toplumsal birikimin yani kültürün
başka bir deyişle tarihin ürünüdür. Bu açıdan sosyoloji tarihle ilgilidir(Sezer,1985). Bu konuda bir
Amerikan yazarı Kemal Tahir’e şunları söylemiştir: ” Sizin için tiyatro yazmak ne kadar kolay çünkü
sizin engin bir tarihiniz var, oysa biz olmayan bir tarihi yaratmaya çalışıyoruz.”
Çağdaş tarih ve çağdaş sosyoloji, toplum tipleri sınıflamaları yaparken aynı ortak kaynaktan
yararlanmaktadırlar. Sosyal tarih ile sosyoloji arasındaki ilişki daha açık şekilde görülmektedir. Bu
sebeple çeşitli ülkelerdeki sosyologlarla sosyal tarihçiler işbirliği yaptıkları gibi, sık sık birbirlerinin konu
alanlarına taşmaktadırlar. Nitekim Fransa’daki Annales Dergisi eskiden beri tarihçileri, sosyolog ve
diğer sosyal bilimcileri biraraya getiren bir yayın organıdır(Bottomore,1998). Şu halde siyaset,
ekonomi, hukuk, din, eğitim, vb. sosyal alanlarda çalışan sosyal tarihçilerle sosyologların konularını
birbirinden ayırmak mümkün olmasa gerektir.
Nitekim İngiltere’de de son yıllarda sosyologlarla tarihçiler birbiriyle kaynaşmışlardır. Örneğin
tarihçiler 19. Yüzyıl kentlerinin sosyal yapılarını, sosyologlar ise çeşitli mesleklerin sosyal tarihleri
üzerinde çalışmalar yapmışlardır(Bottomore, 1998).
Cemil Meriç(1999)’e göre Türkiye’de tarihle uğraşanlar, ciddi bir sosyoloji ve tarih felsefesi
kültüründen mahrumdurlar. Oysa Türkiye’de tarih araştırılmadan hiçbir şey söylenemez.
Mustafa Aksoy(1999)’a göre günümüzde Boğaziçi üniversitesine bağlı tarihçiler sosyolojiyi
dikkate alarak belgeleri ihmal etmekte, buna karşılık Ankara ve İstanbul Üniversitesi geleneğine bağlı
tarihçiler ise belgeleri dikkate alarak sosyolojiyi görmezlikten gelmektedir.
Bundan birkaç sene önce hem belgeleri hem de sosyolojiyi dikkate alan çalışmalar yaptığı için
Gazi Üniversitesinde görev yapan bir doçent adayının doçentliği, kollekyuma katılan üyelerce
reddedilmiş ve tarihçilerin böylesine çalışmalar yapmaması gerektiği adaya tavsiye edilmiştir.
Yine Mustafa Aksoy(1999)’a göre sosyologlarımızın bir kısmı tarih bilgisinden mahrum oldukları
için sosyal-kültürel hayatı boşlukta oluşmuş gibi değerlendirerek dünü öğrenmeden bugünü bilip ve
açıklamaya çalışmaktadırlar. Tarihçilerimiz genellikle bilim yapmaktan çok belge hamallığı,
sosyologlarımız ise sosyal hayatı anlamaktan çok tasvirle uğraşmaktadırlar.
Görüldüğü gibi sosyal bilimlerin gelişmesi için başta sosyoloji olmak üzere diğer sosyal
bilimlerle tarih arasında yakın bir ilişkinin kurulması ve tarihle bu bilimlerin birbirleriyle yardımlaşması
gerekmektedir. Bu yöndeki gelişmeler her geçen gün güçlenmektedir. Nitekim yukarıda söz konusu
edildiği gibi Fransa’da Annala Dergisi çeşitli sosyal bilimcileri biraraya getirdiği gibi Türkiye’de de
Tarih ve Toplum adını taşıyan dergiler yayımlanmaktadır.
Tarihle sosyolojinin ilişkisini bu şekilde kurduktan sonra esas konumuz olan Aleviliği oluşturan
tarihsel ve sosyal faktörlere dönelim. Anadolu Aleviliği bugünkü şeklini uzun bir tarihsel sürecin
sonunda oluşturmuştur. Bunların bilinmesi Anadolu Aleviliğin doğru anlaşılmasına yardımcı olabilir.
Aleviliği oluşturan tarihsel ve sosyal olayları ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan birisi İslam
tarihi içinde cereyan eden, diğeri ise Türk Tarihi içinde meydana gelen olaylardır.
1. 1. İSLAM TARİHİNDEKİ OLAYLAR
Hz. Muhammed’in sağlığında, onun ashabı arasında bazı görüş farklılıkları ve anlaşmazlıkların
bulunduğu sonraki olaylardan anlaşılmaktadır. Hz. Ali, tasavvuf ehli olması sebebiyle daima anlayışlı
ve hoşgörülü davrandığı için bu anlaşmazlıklar, su yüzüne çıkmamıştı. Bu durum Üçüncü Halife
Osman zamanına kadar kendisini açıkça göstermemiştir. Şimdi bunlara kısaca değinelim.
a) a) Cemel Vakası(656)
Hz. Muhammet vefat ettiğinde Hz. Ali, ona olan yakınlığı ve akrabalığı sebebiyle kendisini
halifeliğe layık görüyordu. Hz. Osman halife seçildiğinde ona biat etti fakat içinde bir burukluk
vardı(Karaköse, 2002).
Hz. Osman’ın halife seçilmesine Muaviye’nin babası Ebu Sufyan, çok sevinmişti. Oysa
Haşimoğulları başta Hz. Ali olmak üzere ilk 2 halifeye sürdürdükleri yumuşak tutumu halifeliğinin ilk 6
yılında Hz. Osman’a karşı da gösterdiler, ona itaat ettiler, destek ve yardımcı oldular. Bu dönemde
yapılan fetih hareketlerine katıldılar. Hatta Hz. Ebubekir zamanında Kur’an nüshalarının çoğaltılması
ve bir nüsha dışındaki diğer nüshaların imha edilmesi konusunda Hz. Ali, Hz. Osman’ı
destekledi(Sarıçam,1997)
Ancak Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci 6 yılında takip ettiği siyaset, valiliklere akrabalarını tayin
etmesi ve onlara aşırı düşkünlüğü, Hz. Ali’nin halifeye karşı muarız bir tavır takınmasına sebep oldu.
Bu döneme sert tartışmalar olmakla birlikte yine de nasihat ve yol gösterme şeklinde oldu(a.g.e.).
656 yılında Mısır, Basra ve Kufe’den gelen isyancılar Medine yakınında “Zi-Huşub” mevkiinde
toplandılar. Şehre girip girmeme konusunda Medinelilerin fikrini almak üzere elçi gönderdiler,
Medineliler buna taraftar olmakla birlikte Hz. Ali, gelmemelerini söyledi(a.g.e).
Halife Osman, isyancılara Hz. Ali’yi göndermiş, durumun düzeltileceğini ve fesadın ortadan
kaldırılacağına dair Hz. Ali onlara Halife adına söz vermiş ve isyancılar Mısır’a gitmek üzere yola
çıkmışlardı, fakat yolda rastladıkları bir adamın üzerinde bir mektup çıktı. Bu mektupta, Mısır’dan
Medine’ye gelen isyancıların öldürülmesi isteniyordu. Bunun üzerine isyancılar geri dönerek mektubu
ve içeriğini Hz. Ali’ye anlattılar. Hz. Ali, Halife Osman’a bu mektuptan bahsetti. O böyle bir mektuptan
haberi olmadığını söyledi ve sonuçta bu mektubu Mervan’ın halife adına yazdığı anlaşıldı. Bunun
üzerine Hz. Ali, hiçbir şeye karışmayacağını söyleyerek evine çekildi. Bu sırada isyancılar Halife
Osman’ın evini kuşatarak ya halifelikten ayrılmasını ya da kendilerine komplo hazırlayan Mervan’ın
kendilerine teslim edilmesini istediler. Halife’nin her iki teklifi de kabul etmemesi üzerine evini
kuşattılar(a.g.e).
Bunun üzerine halife Osman durumdan Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’yi haberdar etti. Hz.
Ali isyancıların bizzat yanına gelerek onlara çıkıştı, yaptıkları bu hareketin kafirlere bile yakışmadığını
söyleyerek halifeye su gönderdi. Buna ilave olarak oğulları Hasan ile Hüseyin’i ve kölelerini halifeyi
korumaları için göndermiştir. Bu tedbirler etkisini göstermiş nitekim isyancılar kapıdan girerek halife’yi
öldürememişler ancak komşu evlerin damlarından atlayarak Hz. Osman’ı şehit etmişlerdir(a.g.e).
Halife Osman’ın öldürülmesinden 5 gün sonra Hz. Ali, halife seçildi ve Medine halkı ona
mescitte biat etti. Talha ve Zübeyrin de biat etmesi halk tarafından çok iyi karşılandı. Çünkü Hz. Ali’den
başka halifeliğe en layık aday bunlardan birisi olabilirdi. Diğer şehirlerden temsilciler de Medine’ye
gelerek biatlarını yaptılar ve böylece Müslümanların çoğu Hz. Ali’nin halifeliğini kabul etmiş
oldu(Karaköse, 2002).
Halife Osman’ın öldürülmesi ve yerine Hz. Ali’nin halife seçilmesi ile birlikte Emevi-Haşimi
mücadelesi yeniden başlayacaktır. Şam Valisi Muaviye öldürülen akrabası halifenin kanını Hz. Aliden
talep ederek onun ölümünden Hz. Ali’yi sorumlu tutacaktır(Sarıçam, 1997).
Hz. Ali halife seçildiğinde ilk iş olarak Hz. Osman zamanında atanmış olan valileri görevden
aldı ve böylece valileri değiştirmede acele etmemesi kendisine tavsiye edilmiş olmasına rağmen bunu
dikkate almamış oldu(Karaköse, 2002).
Görevden alının ve çoğu Emevi sülalesinden olan valiler, yeni halifeye tepkilerini
gösterdiler.Bunun üzerine Şam Valisi Muaviye isyan bayrağını açtı. Öldürülen halifenin kanlı gömleğini
Şam halkını galeyana getirmek için camide teşhir etti. Mısır Valisi görevinden ayrılarak Muaviye’nin
yanına Şam’a gitti. Yemen ve Basra valileri görevlerinden ayrılarak Hz. Osman’ın kanını talep etmek
üzere Mekke’de biraraya gelen Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’e katıldılar(Sarıçam, 1997).
Hz. Aişe, Osman’a karşı isyan başlayınca hac için Mekke’ye gitmişti. Katilleri yakalamakta
yavaş davrandığı gerekçesiyle Hz. Ali’ye karşı oldu ve kan davası gütmeye başladı. Talha ve Zübeyri
de yanına aldı ve Hz. Ali’nin halifeliğine fazla memnun olmayan Basra şehrine gittiler. Basra’da
kendilerini destekleyecek insanları bulacaklarına inanıyorlardı(Karaköse, 2002).
Hz. Aişe, Osman’ın öldürülmeden önce, “O kitabın hükmünü çiğnemiştir” derken, Hz. Osman’ın
öldürülüp yerine Hz. Ali’nin seçildiğini duyunca “Mazlum olarak öldürülmüştür”, dedi. Bunda “ifk
hadisesi” dolayısıyla Hz. Ali’ye olan kininin etkisi olabilir(Sarıçam, 1997).
Talha ve Zübeyr ise Hz. Osman hayatta iken onu eleştirmişler ve aleyhinde bulunmuşlardı.
Bunlar başlangıçta Hz. Ali’ye biad etmişler fakat umdukları valilik taleplerine olumlu cevap alamayınca
ona karşı çıkıyorlardı(a.g.e.).
Basra Valisi Abdullah ile Talha ve Zübeyr’in Mekke’ye gidip hac dolayısıyla burada bulunan Hz.
Aişe’ye katılmaları ve Hz Osman’ın kanını talep etmek üzere biraraya gelmeleri Emevi oğulları için
bulunmaz bir fırsattı(a.g.e.).
Hz. Ali’ye ilk tepki Muaviyeden geldiği için ona karşı savaş hazırlığı yapıyordu. Fakat Aişe ve
diğerlerinin Basra’ya gittiklerini haber alınca, onların Basra’ya girmelerine ve kan dökülmesine engel
olmak için Hz. Ali hemen harekete geçti. Fakat geç kaldığı için Basralılar Hz. Aişe’nin yanında yer
aldılar(Karaköse, 2002).
Kasım 656’da meydana gelen cemel Savaşı’nda Hz. Aişe ordusunun mağlubiyeti, bu savaşa
katılan Ümeyye oğulları kanadının da mağlubiyeti oldu. Bu savaşta Talha ve Zübeyr
öldürüldü(Sarıçam, 1997). Hz. Ali, Hz. Aişeyi hemen güvenlik altına aldı, gereken saygıyı gösterdi ve
kendisini Medine’ye gönderdi(Karaköse, 2002).
Muaviye, Cemel Savaşı’na katılmayıp buna seyirci olmakla kalmadı, Hz. Ali’ye karşı
ayaklanmaları için Talha ve Zübeyr’e mektuplar yazmıştı(Sarıçam, 1997).
b) b) Sıffın Savaşı(657)
Hz. Ali hilafetinin ilk günlerinde Muaviye’ye mektuplar yazarak O’nu biada davet etmişti, ancak
bunlara olumlu cevap alamamıştı. Cemel Savaşından sonra da bu isteğini devam ettirdi. Muaviye ise
Hz. Ali’yi ilk 3 halifeye haset etmekle ve Hz. Osman’ı öldürmekle, şayet öldürmediğini iddia ediyorsa
katilleri himaye etmekle suçluyordu(a.g.e.).
Bu konuda İbn Haldun(1990), şunları yazar: ” Osman’ın öldürülmesine engel olmaya gücü
yeterken Ali’nin Osman’a yardım etmediğini zannettiler. Bu sahabelerin Ali’nin Osman’a düşmanlık
göstererek ona yardım etmediği vehmine kapılmış olmalarından Tanrı’ya sığınırım. Ali, Osman’ı
öldürenleri cezaya çarptırmayı, Müslümanların bir imamın etrafında toplanarak birlik oluncaya kadar
bunları cezalandırmayı geciktirdi. Bundan sonra Osman’ı öldürenleri cezaya çarptırma imkanı
doğacağına inanıyordu.
Sıffin Savaşı’nın en şiddetli anlarında Beni Ümeyye, Muaviye’nin huzurunda toplanıp Hz. Ali’nin
yakınlarını Bedir’de öldürdüğünü ve onların intikamının alınmadığını dile getiriyorlardı. Muaviye bunları
dile getirmekten ziyade savaşmak gerektiğini belirtiyordu(Sarıçam, 1997).
Hz. Ali, Fırat kenarına geldiğinde Muaviye’ye uzunca bir mektup yazdı. Bu mektupta özetle
“Kendisinin Hz. Muhammed’in yakını ve Muaviye’nin ise ciğer yiyen kadının oğlu olduğunu, dedesi
Utbe, amcası Şeybe, dayısı Velid ve kardeşi Hanzala’yı kendisinin öldürdüğünü ve Muaviye’nin
bunlara ne kadar benzediğini” yazıyordu(a.g.e.).
Muaviye ise yazdığı mektuplarda “Hz Ali’nin İslam’daki yerini ve Peygamber’e yakınlığını inkar
etmediğini ancak Hz. Osman’ın kanını talep ettiğini, Hz. Ali ile aynı soydan geldiklerini ve kendisinin
Hz Ali’ye denk olduğunu ıspatlamaya çalışıyordu(a.g.e.).
Hz Ali ile Muaviye arasında aralıklarla 110 gün devam eden Sıffin Savaşını Hz Ali ordusu
kazanmak üzere iken Amr b. As’ın tavsiyesi ile Muaviye ordusu mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını
takarak karşı tarafı Kur’an’ın hakemliğine davet etti(a.g.e.). Hz. Ali askerlerine ” bu hiledir, savaşa
devam edin” dediyse de etkili olamadı. Askerleri kılıçları bıraktılar ve “kimin halife olacağına hakemler
karar versin” dediler(Karaköse, 2002). Çünkü bunlar disiplinsiz ve mutaassıp kimselerdi((Sarıçam,
1997).
Hz Ali savaşma hususunda askerlerine emirlerini dinletemedi. Onun sözüne aldırmayan ve daha
sonra “Harici” olan bir grup vardı. Hz. Ali meselenin hallini hakem kararına bırakmaya razı oldu.
Muaviye’nin hakemi Amr b. As, Hz. Ali’nin hakemi ise Ebu Musa el-Eş’ari seçildi(a.g.e.).
Hariciler, meselenin hallini hakeme havale eden Hz. Ali’yi suçladılar. Hz. Ali’nin ordusu Kufe’ye
döndü. Hariciler de ordudan ayrılarak Kufe köylerinden birisi olan “Harura’ya” çekildi. Hariciler hem
Hz. Ali ve hem de Muaviye’ye düşman idiler. Her iki grup da haricilerle mücadele etmek zorunda
kaldılar(a.g.e.).
Hakemler 659 yılında Ezruh’da biraraya geldiler. Toplantıya Hz. Ali ve Muavi’ye tarafından 400
‘er kişi katıldı. Muaviye’nin hakemi Amr b. As’ın, Muaviye’nin veya kendi oğlu Abdullah’ın halife
seçilmesi yolundaki teklifini Ebu Musa kabul etmedi. Ebu Musa’nın teklif ettiği Abdullah b. Ömer ise
Amr b. As tarafından kabul görmedi. Sonuçta Ebu Musa hem Hz. Ali’nin hem de Muaviye’nin işten el
çektirilmesini, halifenin bir şura tarafından seçilmesini teklif etti. Amr b. As, bunu kabul etmiş göründü.
Önce Ebu Musa’yı konuşturdu. Ebu Musa hem Hz. Ali’yi hem de Muaviye’yi azlettiğini açıklayarak
“Kimi ehil görüyorsanız onu halife seçin” dedi. Daha sonra söz alan Amr b. As, Ali’yi azledip Muaviye’yi
halife seçtiğini açıkladı. Ebu Musa ve Hz. Ali taraftarları bunu kabul etmediler. Oysa Amr b. As ve
Şamlılar Muaviye’ye gidip onu halife olarak selamladılar(Sarıçam, 1997).
Hz. Ali’nin askerleri Nehrivan mevkiine geldiklerinde ikiye bölünürler, ayrılan bu gruba hariciler
denir. Bunlar 7000 kişi olup, Hz. Ali’nin Muaviye’nin hılafetini tanımasını kabul etmeyenlerden oluşur.
Bu grup Muaviye’ye karşı savaşılmasını ister, Hz. Ali ise Hz. Muhammed’in “Benden sonra sakın kılıç
çekmeyin, kafirler gibi fırka fırka olup da birbirinizi kırmayın” sözü dolayısıyla karşı çıkar. Haricilerin
savaşa zorlaması sonucu onların 7000 kişilik ordusundan üç kişi kalmak üzere hepsini kırar. Kurtulan
bu üç işi dağa kaçarak orada ölen yakınlarının öçlerini almaya, bu amaçla devletin ileri gelenlerini
öldürmeye karar verirler. Bu üç kişiden Verdan Muaviye’yi, Şebib Bin Becire Mısır Valisi Amr As’ı,
Mülcem Muradın oğlu Abdurrahman da Hz. Ali’yi öldürecekti. Bu üç fedai ramazanın 19.da cinayetleri
işlemeyi kararlaştırırlar. Abdurrahman aynı gün Hz. Ali’yi camide zehirli kılıçla yaraladı ve Hz. Ali
ramazanın 21.de şehit oldu. Muaviye uyluğundan bir yara alarak kurtuldu. Amr İbn As o gün yerine
bakan vekilinin öldürülmesi ile suikasttan kurtuldu(a.g.e.).
660 yılında Hz. Ali ile Muaviye arasında bir saldırmazlık antlaşması imzalandığından söz
edilmektedir. Buna göre biri diğerinin hakimiyet bölgelerine saldırmayacaktı. Ancak yukarıda da konu
edildiği gibi Hz. Ali’nin aynı yılın Ramazan ayında şehit edilmesi bunun uygulanmasına fırsat
vermemiştir(Sarıçam, 1997).
Hz. Ali’nin vefatından sonra Irak’ta onun oğlu Hasan’a biad edilmişti. Şam ve Mısır dışında Hz.
Hasan’a küçümsenmeyecek bir destek sağlandı. Hz. Hasan Muaviye’ye mektup yazarak O’nu biada
davet etti. Muaviye ise Hz. Hasan’a yazdığı mektupta: “Hz. Hasan’ın hılafete layık olduğunu ancak
kendisinin daha tecrübeli ve yaşlı olduğunu söyleyerek Hz. Hasan’ı biad’a davet etti.(a.g.e.).
Muaviye işin mektupla halledilemeyeceğini anlayınca 60 bin kişilik bir orduyla Irak’a yürümeye
karar erdi. Bunu öğrenen Hz. Hasan sefer hazırlıklarına başladı ve minbere çıkarak halkı cihada davet
etti, fakat halkın gevşek davrandığını gözledi(a.g.e.).
Hz. Hasan Iraklılar’ın savaş taraftarı olmadıklarını gördü ve kendisi de savaşı sevmiyordu.
Medain dışında sulh taraftarı olduğunu açıklaması, çadırı ile özel eşyalarının kızgın Iraklılar tarafından
tahrip edilmesi ve ordusunun dağılmasına yol açmış ve sulh yapmaktan başka çaresi
kalmamıştı(a.g.e.).
Hz. Hasan’ın Muaviye ile sulh yaparak halifeliği O’na teslim etmesini Beni Haşimiler’in ileri
gelenleri karşı çıkmışlardı. Bunların en başında da kardeşi Hüseyin gelmekteydi(a.g.e.).
Muaviye, Hz. Ali ve taraftarlarına camilerde lanet okutmaya bizzat Şam’da başlatıp uygulamış
ve valilere bu doğrultuda talimat verdiği bilinmektedir. Şam’da başlayan Hz. Ali aleyhtarlığı eyaletlerde
valiler tarafından daha da ileri götürüldü. Hz. Ali’nin taraftarlarının bulunduğu vilayetlerde valiler Hz.
Ali’ye lanet okuyor, sövüyor ve halkı Hz. Ali’ye sövmeye mecbur ediyorlardı(a.g.e. ). Bu olaylar daha
sonra Alevilerin namazdan ve camiden soğumalarına sebep olacak ve Hacı Bektaş Veli’nin yolu olan 4
kapıdan şeriat basamağı üzerinde durmayıp tarikat basamağına daha fazla önem vermelerine ve
dergahlarını(cemevleri) kurarak orada toplanmalarına yol açacaktır.
Doç.Dr. İbrahim Sarıçam(1997)’a göre Hz. Hasan’ın eşi Cuda b. Eş’as tarafından zehirlendiği
doğru olabilir. Bunu Muaviye’nin yaptırdığı konusunda elde kesin deliller yoktur. Üstelik Muaviye ile
yapılan savaşta Medain’de ordusunda bulunan bir harici tarafından ağır şekilde yaralanmıştı. Bu
yaraların etkisiyle vefat etmiş olabilir. Ancak Muaviye’nin Hz. Hasan’ın vefatına sevindiğine dair
rivayetler bulunmaktadır.
İbn Haldun(1990)’a göre Muaviye çağından başlayarak asabiyet, yani devleti kuran ve koruyan
kuvvet son derece artmış ve dini duygular zayıflamıştır.
c) Kerbela Faciası
Babasının ölümü üzerine Yezid, Hz. Hüseyin’in biatını almak istedi. Hz. Hüseyin, Yezid’in fasık
ve içki içen birisi olduğunu ve bu yüzden ona biat etmeyeceğini, Medine Valisi Velid bin Utbe’ye bildirdi
ve Medine’yi terkederek Mekke’ye gitti. Bunu öğrenen Kufeliler, Hz. Hüseyin’e çok sayıda mektup
göndererek Yezid’in halkın rızasını almadan ümmetin başına geçtiğini ve onun yerine kendisine biat
edeceklerini bütün güçleriyle onu destekleyeceklerini bildirdiler. Hz. Hüseyin ise, hem Kufeliler ve hem
de Basralılar’a yazdığı mektuplarda; Emevilere başkaldırmasının sebeplerini şöyle sıralamıştır:
1.İktidar adaletle hükmetmemektedir. 2.Allah’ın kitabından uzaklaşmıştır. 3.Bid’atları (dine sonradan
sokulan şeyler) yaygınlaştırmıştır(Sarıçam, 1997).
Hz. Hüseyin, Kufe’deki durumun doğru olup olmadığını araştırmak maksadıyla amcasının oğlu
Müslim Bin Akil’i oraya gönderdi. Akil, Kufe’de 20 bin kişiden Hz. Hüseyin adına biat aldı. Bunu
öğrenen Yezid, Kufe Valisini görevden alarak onun yerine Basra Valisi Ubeydullah Bin Ziyad’ı atadı. O
Akil’i yakalatarak öldürttü ve başını Yezid’e gönderdi(a.g.e.).
Abdullah bin Abbas, Kufelilerin vefasız olduklarını ve onlara güvenilemeyeceğini, bu yüzden Hz.
Hüseyin’in Mekke’de kalmasının doğru olacağını ve eğer Mekke’yi terketmek istiyorsa, Yemen’e
gitmesini çünkü orada Hz. Ali’nin çok taraftarı bulunduğunu söyledi. Aynı tavsiyeyi başkaları da yaptı
ise de Hz. Hüseyin kararından vazgeçmedi ve aile fertlerini de yanına alarak 9 Eylül 680 tarihinde
Kufe’ye gitmek üzere yola çıktı. Yolda, bir yolcudan Akil’in başına gelenleri öğrendi ve geri dönmek
istedi, fakat kafilede bulunan Akil’in kardeşleri ve oğulları “Ya intikamımızı alır ya da öldürülürüz”,
dediler. Bunun üzerine yola devam edildi. Hurr Bin Yezid, bin atlı ile Hz. Hüseyin’in yolunu keserek
kendisini Ubeydullah’a götürmek istedi. Hz. Hüseyin, Ubeydullah’a gitmektense ölmek daha iyidir,
diyerek bunu kabul etmedi. Sonra bizzat Yezid’in yanına Şam’a gitmek istedi. Ubeydullah, bunu kabul
etti ise de yanında bulunan Şemir Bin Zi’l Cevşen, Hz. Hüseyin’in kendisine teslim olmasını istedi. Hz.
Hüseyin bunu da kabul etmeyince, Kerbela’da konaklamak zorunda bırakıldı. Ubeydullah, Hz.
Hüseyin’in sarp ve müstahkem kalelere sığınmasına mani olunmasını ve su ile irtibatının kesilmesini
emretti(a.g.e.).
Ubeydullah, 4 bin kişilik ordu ile Ömer bin Sa’d’ın Hz. Hüseyin’in üzerine yürümesini istedi ise
de Sa’d önce bunu kabul etmedi, fakat kendisinin Rey Valiliğinden alınacağı, evinin yıkılacağı, Irak’taki
arazisine el konulacağı ve en son kellesinin uçurulacağı tehdidi ile kabul etmek zorunda kaldı ve 4 bin
kişilik ordusu ile Kerbela’ya geldi. Ayrıca Ubeydullah, Hz. Hüseyin’e yardım etmelerini engellemek
maksadıyla Kufelilerden buluğ çağına gelen herkesi Nuhayle’de topladı(a.g.e.).
Başta Hz. Hüseyin olmak üzere 72 arkadaşı, çocukları ve ailesi susuzluğa mahküm edildi. Önce
yanındaki bütün arkadaşları öldürüldü. Bu sırada Hz. Hüseyin, Ali oğlu Abbas’ı karşı tarafa elçi olarak
gönderdi. Abbas, çocuklara su verilmesini, onları Rum, Çin veya Hind’e götüreceğini ve kendilerine
kıyamete kadar düşmanlık edilmeyeceğini söyledi. Bu konuşmadan etkilenen askerler bu işten
vazgeçmek istediler, fakat Bahteri Bin Rebia, Şeys Bin Rebia ve Şimr Bin Zi’l Cevşen ve askerlerin
başında bulunanlar bunu engellediler. Bunun üzerine çarpışma iki kişinin düellosu şeklinde başladı.
Hz. Hüseyin önce Temim Bin Kahta ile dövüştü ve onu bir kılıç darbesiyle öldürdü ve karşısına bir
başka dövüşçü istedi ve karşısına Arap dünyasında dövüşçülüğü ile meşhur Zeyd Ebtahi’yi
çıkardılar. Hz. Hüseyin onu da bir vuruşta ikiye bölerek atından yere düşürdü.(Fuzuli,1971).
10 Ekim 680 tarihinde Hz Hüseyin’in yanındakilerle Ömer Bin Sa’d’ın kuvvetleri arasında ferdi
mücadele şeklindeki savaşta çok sayıda kayıp verdiğini gören Kufe ordusu toplu hücuma geçti. Şemir
Bin Zi’l Cevşen Hz. Hüseyin’e saldırmaları için haykırdı. Bunun üzerine askerler her taraftan
saldırdılar. Zür’a Bin Şerik et-Temim sol eline ve omzuna darbelerde bulundu, Hz. Hüseyin
sendeleyerek yürümeye çalışırken Sinan Bin Enes mızrağıyla saldırarak Onu yere düşürdü. Şemir,
Havaley B. Yezid el-Asbahiye kafasını kesmesi için haykırdı. O bunu yapamadı. Son olarak Sinan bin
Enes en- Nehai, atından inerek Hz. Hüseyin’in başını gövdesinden ayırdı(Sarıçam, 1997).
Fuzuli(1971)ye göre, Hz. Hüseyin’i şehit eden Şimr Bin Zi’l Cevşendir. Hz. Hüseyin şehit
edilmeden önce ay, gün ve vakti sordu. Aldığı cevap: Muharrem ayı, Cuma günü ve namaz vaktidir.
Onun üzerine kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı ve secdede iken Şimr Bin Zi’l Cevşen onun
kafasını kılıçla kopardı.
Ubeydullah’ın emri üzerine Hz. Hüseyin’in cesedi atlara çiğnetildi. O ve arkadaşlarından şehit
olanların sayısı 72 idi. Bunların cesetleri ertesi günü El-Gadiriye köylüleri tarafından
defnedildi(Sarıçam, 1997).
Tarih filozofu ve sosyolojinin kurucusu İbn Haldun(1990)’a göre Hz. Hüseyin, içtihat sahibi, yani
ayet ve hadislerden kendi düşünce ve aklı ile hükümler çıkarmaya muktedir ve ehliyetli olup, diğer
müçtehitler içinde bir örnek teşkil ediyordu. Yezit adaletli bir halife olmadığı için onun emriyle Hz.
Hüseyin ve taraftarları ile savaşmak caiz değildir. Hüseyin’e karşı asker göndermesi Yezidin fasıklığını
kuvvetlendiren işlerinden birisidir. Bundan ötürü bu savaşta öldürülen Hüseyin şehittir,ecirli ve
sevaplıdır.
Sonuç
Müslümanlar arasındaki ayrılığın kökleri, Hz. Muhammet’in yaşadığı döneme kadar uzandığı
anlaşılmaktadır. Ancak bunun Hz. Muhammet’ten sonra açığa çıktığını biliyoruz. Hz. Muhammet’in
ölümünden sonra, Hz. Ali, ona olan yakınlığı ve akrabalığı dolayısıyla halife olmayı beklemiştir. Bu
gerçekleşmeyince her insan gibi o da üzülmüş fakat bunu açığa vurmamıştır. Eşi Hz. Fatma, Fedek
Hurmalığını kendisine miras olarak vermeyen birinci Halife Ebubekir’e darılmıştır. Hatta Hz. Ali, o
ölünceye kadar Ebubekir’e biad etmemiştir. Hz. Ebubekir ölünce sırasıyla Ömer ve Osman halife
oldular. Halife Osman’ın halifeliğinin ilk 6 yılında Hz. Ali, halife Osman’a muhalefet etmedi. Fakat
Halife Osman’ın daha sonraki yıllarda, valiliklere ve devletin çeşitli makamlarına akrabalarını getirmesi
bir takım huzursuzluklara yol açmıştır. Halife Osman’ın öldürülmesi ve yerine Hz. Ali’nin halife
seçilmesi, Emevi soyundan olan Muaviye ile arasında mücadeleye yol açmış ve Sıffin Savaşı
olmuştur. Bu savaşta Muaviye’nin askerlerinin kılıçlarına Kur’an ayetlerini takmaları Hz. Ali’nin
mutaassıp olan askerlerinin Muaviye askerlerine saldırmasını engellemiştir. Kur’an ayetlerinin kılıçlara
takılması İslam dünyasındaki ilk din istismarı olsa gerektir. Bunun üzerine halife seçimini hakem
olayına bırakmışlar ve oradan da bir sonuç çıkmayınca, birisi Hz. Ali yönetiminde başkent Kufe olmak
üzere, diğeri Muaviye yönetiminde ve Başkent Şam olmak üzere iki ayrı İslam Devleti kurulmuştur.
Sonra Hz. Ali’nin camide bir harici tarafından öldürülmesi ve daha sonra oğlu Hz. Hüseyin’in
Kerbela’da Muaviye’nin oğlu Yezid’in askerleri tarafından hunharca şehit edilmesi Alevi-Sünni
ayrılığının miladını oluşturmuştur.
II. TÜRK TARİHİNDEKİ OLAYLAR
Anadolu Selçuklular dönemindeki Babai isyanı, Osmanlılarda Şeyh Bedrettin ve Şahkulu
Ayaklanmaları, Şah İsmail ve Yavuz Selim Hesaplaşması ve Çaldıran Savaşının sonuçları, Yeniçeri
Ocağının kapatılması Anadolu Aleviliğinin oluşmasına zemin hazırlamışlardır.
BABAİ AYAKLANMASI(1240)
Anadolu’da Aleviliğin oluşmasında en etkili olan tarihsel olaylardan birisi Babailer
ayaklanmasıdır. Tarihsel kaynaklar, bu ayaklanmanın önderlerini Baba İlyas ve Baba İshak olarak
göstermektedirler.
1071’de Alpaslan’ın Anadolu’nun kapılarını açmasından sonra buraya gelen Türkler, toprağa
yerleşerek, yerleşik bir hayat sürmeye başlamışlardır. Bunların inançları çoğunlukla Sünni karakterde
idi. Buna karşılık Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya gelen Türkler ise göçebe bir hayat sürdüler
ve bunların inançları daha önceki Türklerden farklı bir karakter arzetmektedir. İslamiyet Türkler
arasında yayılmaya başladığında bu Türkmenler yeni dini daha önce inançları ile kaynaştırarak
benimsemişlerdir(Ocak, 1996).
Anadolu’ya gelen bu Türkmenlerin başında dervişleri ve dini liderleri bulunmakta idi. Bunlardan
Baba İlyas Amasya’nın Çat köyüne yerleşmiş, burada halkın hayvanlarını parasız olarak gütmüştür.
Bunun yanında karı-koca arasındaki geçimsizlikleri giderebilmek ve hastaları iyileştirebilmek için
muskalar yazmış ve hatta sihirbazlık yapmıştır(Bozkurt, 1990). Halk, Baba İlyas’ı sevmekte ve onun
kerametine inanmaktadır. Baba İlyas Çat Köyünde bir dergaha kurarak burada kadın ve erkeklerin
birarada bulundukları dinsel törenler düzenlemiştir. Onun mensup olduğu tarikatın Yesevilik mi, yoksa
Vefailik mi olduğu kesin olarak bilinmiyor(Ocak, 1996).
Bazılarına göre Baba İlyas, Horasandan gelmiş ve Kayseride kadılık yapmıştır(Çamuroğlu,
1998). Halkın gözünde o bir veli ve hatta bir peygamberdir. Nitekim halk onun için “La ilahe illallah
Baba Resülullah” demeye başlar(Turan, 1980). Baba ilyas’ın torunu Elvan Çelebi, dedesinin
peygamberlik iddiasının doğru olmadığını ve bunun bir iftira olduğunu söylemiştir(Bozkurt, 1990). Yine
ona göre Baba İlyas Türkmenleri II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı ayaklandırmıştır(Ocak, 1996).
Kısa sürede Amasya, Çorum, Tokat, Sivas ve Bozak yöreleri Baba İlyas’ın etki alanına girdi ve
1240 sonbaharında II. Gıyasettin Keyhüsrev’in askerlerinin Çat köyünü basmaları üzerine Amasya’ya
sığındı(Çamuroğlu, 1998).
Ayaklanmanın ikinci ismi, büyük ihtimalle Baba ilyas’tan ilham alan bir derviş olan Baba
İshak’tır. O, Baba İlyas’a benzer kişiliği ile Kefersud bölgesi diye bilinen ve Fırat, Suriye ve Torosların
sınırlarındaki bölgeleri kapsayan alanda, yöre halkıyla çok yakın ilişkiler kurmuştu. Onun etkinlik
alanı, Malatya’dan Suriye sınırlarına ve hatta Suriye içlerine kadar yayılmıştı. Gerek Baba İlyas ve
gerekse Baba İshak, Hıristiyan köylerini de etkiliyordu ve topluluk Hıristiyan üyelere de
sahipti(Çamuroğlu, 1998).
Ayaklanmanın Sebepleri
Ekonomik Sebepler
Baba İlyas ayaklanmasının çeşitli sebepleri bulunmakla birlikte bunun daha çok ekonomik
sebeplere bağlı bir isyan olduğu kabul edilmektedir. Örneğin, Rus Türkolog Gordlevwki ayaklanmanın
ekonomik sebeplerle doğan bir köylü ayaklanması olduğunu iddia eder(Ocak, 1996). Prof. Dr. Mustafa
Akdağ, “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” adlı eserinde, Babailer ayaklanmasını diğer bir çok olay
gibi ekonomik krize bağlıyor. Ona göre kriz karşısında rindliği ve dervişliği geçim kapısı olarak gören
serseriler bu ayaklanmayı gerçekleştirmişlerdir. Ayaklanma, ekonomik kriz içinde bulunan halkın mal
ve ganimet için giriştikleri bir eylemdir.
Yine Prof. Ahmet Yaşar Ocak(1996) da ayaklanmanın sebebi olarak ekonomik etkene özel bir
önem veriyor. Ona göre 13. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu Selçuklularında toprak rejimi bozulmaya
başlamış ve köylerde önemli özel mülklere sahip bir toprak aristokrasisi türemiştir. Bu durum hem
köylüleri devletten soğutuyor hem de Türkmenlerin hayvanlarını otlatacak mera ve kışlak bulmalarını
güçleştirerek toplumsal huzursuzluğu artırıyordu. Bu duruma bir de Moğolların önünden kaçan
Türkmenlerin Anadolu’da yarattığı nüfus yoğunluğunun ortaya çıkardığı sorunlar eklenmiştir.
Türkmenler için geçim koşulları daha da güçleşmişti. Sürekli savaşların mali yükünü halk
çekiyor, vergileri halk ödüyor, devlet örgütü son derece kötü çalışıyor, bütün sosyal sınıflar durumdan
şikayetçi bulunuyordu. 1237 yılında, yöneticilik vasfı bulunmayan II. Keyhüsrev’in saltanata gelişi ile
huzursuzluk son sınırına ulaşmıştı(Yetkin, 1974).
Yeterli mera ve kışlak bulamamaktan zaten zor durumda bulunan ve bir de hoşgörüsüz vergi
memurlarının ağır vergileri altında ezilen Türkmenler, ekonomik bakımdan çok zor koşullarda
yaşıyorlar ve bu duruma düşünce ister istemez yaşayabilmek için yağma hareketlerine girişmek
zorunda kalıyorlardı(Ocak, 1996).
Dinsel Sebepler
Türkmenlerle yerleşik halk arasındaki farklılıklardan birisi de din alanındadır. Yerleşik halk
medreselerde öğretilen ve devletin resmi desteğini sağlayan Sünni Müslümanlığı benimsemişlerdi.
Buna karşılık Türkmenler sürekli göçebeliğin gerektirdiği hayatı yaşıyor ve böylece Sünni
Müslümanlığın beklediği namaz, oruç, gibi ibadetleri yerine getiremiyorlardı(Ocak, 1996). Belki de
bunun için zamanları olmadığı gibi bu konuda yeterli bilgilere de sahip değillerdi.
Reha Çamuroğlu(1998)’na göre yerleşik hayatı yaşayan ve okuma-yazma bilmeyen insanlar
Sünni Müslümanlığın gereklerini yerine getirebiliyorlarsa göçebe Türkmenler de isteselerdi bunu
yapabilirlerdi, fakat onlar bu kurallara tepki gösterdikleri için bir Sünni gibi İslam’ı yaşamıyorlardı.
Siyasal Sebepler
İsyanı teşvik eden siyasal sebeplerin başında II. Keyhüsrev’in kötü yönetimi gelmekte idi. Buna
içeriden ve dışarıdan gelen tahrikleri ekleyebiliriz. Bundan başka Anadolu’da ve kuzey Suriye’de
yağma hareketlerine girişen Harezm Türkleri’nin kışkırtmaları akla geliyor. I. Alaeddin Keykubat
zamanında Orta Anadolu’ya yerleştirilen Harezmliler sultanın ölümüne kadar ona sadık kalmışlardır, II.
Gıyasettin zamanında durum değişmiştir. Yeni Sultan etrafındaki bazı kimselerin kışkırtmasıyla
Harezmlilerin isyan edeceklerini düşünmüş ve reisleri Kayır Han’ı yakalatmıştır. Bu olay ve yaşadıkları
baskılar, aslında hiç de isyana niyetli olmayan Harezmlileri ayaklanmaya zorladı. Harezmliler, Malatya
üzerinden ilerleyerek bütün Güney Doğu Anadolu Bölgesini yağma ettiler. İşte tam bu sırada Baba
Resul isyanı patlak verdi. Her iki olayın aynı anda meydana gelmesi ister istemez akla baba Resul ile
Harezmliler arasında bir işbirliğinin bulunabileceğini akla getirmektedir(Ocak, 1996).

Alevikutuphanesi hakkında

Neden Aleviyiz? Yaşamı, evreni, dünyayı, insani ve bütün bunlarla ilintili ne varsa; doğru tanımlamak, kavramak, anlamak için Aleviyiz! Neden Aleviyiz? Kuranı kutsal kitap. Hz. Muhammed`i peygamber, Hz. Ali`yi ve On İki imamları rehber, Hacı Bektaş Veli`yi Hünkar, Pir Sultan Abdal`i Pir olarak bildiğimiz için Aleviyiz! Neden Aleviyiz? Asırlardır yok edilmek istenen, baskılara, katliamlara, iftiralar maruz kalan mazlum bir toplumun, haksızlığa ve zalimliğe boyun eğmeyen bir toplumun üyesi olmak için Aleviyiz! Neden Aleviyiz? Asırlardır insanlığa ışık tutan erenlerin, evliyaların, cümle kamil insanların şerefli ve aydınlık yolunda yürümek için Aleviyiz! Neden Aleviyiz? Yozlaşıp değerlerimize yabancılaşmamak için, Yobazlaşıp gerici gelenekleri inanç diye bilmemek için, Serçeşmeden yoksun kalmamak için, Yoksul olmamak için Aleviyiz! Bütün yozlara ve yobazlara inat ALEVİYİZ! ALEVİLİK inancımızdır

Temmuz 28, 2013 tarihinde KONULAR içinde yayınlandı ve , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. ALEVİLİĞİN TARİHSEL-SOSYAL TEMELLERİ için yorumlar kapalı.

Yorumlar kapalı.

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.

Alevi Kütüphanesi

Bismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû